toplumsal cinsiyet

Kulağımızı dolduran ses rebaptan mı geliyor Rubabe’den mi? Kadınların ve zıtların sesi ZM Radyo’da müzik ve sanat tarihinin en bilinmeyen ayrıntıları sizlerle…
Ezginin Günlüğü söylüyor, Zıtlardan Rubabe anlatıyor.

Adımdan yola çıkıp tüm kadınlara ses vereyim istedim. Gerçek adımı ablam koymuş, onu çok sevmemin mühim bir sebebi de bu. Zıtlar Mecmuası’ndaki adımı ise kendim seçtim. Bu topraklarda kadın hareketinin öncüleri olan kadınlar da sayısı oldukça fazla olan kadın dergilerine ön adları ya da seçtikleri müstear isimlerle yazmayı tercih etmişlerdi. Bu geleneğe selam çakarak ömrü boyu bir yere sesini duyurmamış, bu topraklardaki kadınların büyük bir kısmının tarih boyunca yaşadığı türlü acılıklardan nasibini aldığından kendi sesine sahip olamamış annemin adıyla yazayım istedim: Rubabe. Rubabe bir yandan rebap ile ilişkili. Hüzünlü sese sahip bir enstrüman. Annemin hüznü bakiydi genç yaşta kardeşini Almanya’da yitirdiği için. Ama özünde muzip bir kadındı. İsmin kaynağı için yola devam edince ama yolumuz yine hüzne, koyu bir acıya çıkıyor. Rubabe, Kerbela’da altı aylık oğlu Ali Asker ile çöl ortasında susuzluğa mahkûm edilen, esir alınıp Kerbela vakasında yer alan diğer esirlerle Şam’a götürülen bir güçlü kadın. Peygamberin torunu Hüseyin’in eşi ve Sakine’nin annesi. Kerbela’da yitirdiklerinin ardından öylesine acı çekiyor ki ölümü bu şiddetli üzüntüye bağlanıyor. Kerbela Azeriler aslında daha doğrudan Şiiler için çok kritik bir olay. Bu nedenle olsa gerek dini ritüellerle bu trajediyi unutmamakta, kimliği bu hikâye etrafına kurmakta ısrar ediyorlar. Çocuklara verilen adlar da hala bu unutmama çabasıyla ilişkili. Rubabe’yi bugün, dün ya da herhangi bir zamanda dünyanın herhangi bir yerindeki kadınlarla ve nihayet annemle bağlayan duygular kayıp, acı ve keder.

Ama aslında ben size başka bir şey anlatacaktım. Evet bizi birbirimize, anneanneleri torunlarına maruz bırakıldığımız acılar, uğradığımız şiddet, yaşatıldığımız korkular bağlıyor. Ama beri yandan yazdığımız inat tarihi, sessiz dirençlerimiz, hep bildiği gibi dönmekte ısrar eden dünyayı şaşkına çevirişimizle de birbirimize güç verdiğimizi hatırlama günü artık 8 Mart. Sadece kendi ailemdeki kadınların yaşamlarına bakınca bile gündelik hayatta çok yavaşmış, hiç olmuyormuş gibi görünen değişimin aslında kuşakları gözleyince ne büyük olduğunu görüyorum. Öyle olunca da yeryüzünde yaşanan tüm acılar rubab sesiyle kulağıma geliyor. Tüm garipler, yola düşürülüp göçertilmiş, eteğinde çocuklarıyla sürgün edilmiş Rubabeler evet canımı yakıyor ama içimin en güzel köşesinden annemin muzip gülüşü anneannemin keskin bakışına, onun annesinin türküsüne, can dostumun neşesine, burada yazan diğer kadınların kararlılıklarına karışıyor. Bu nedenledir ki şuna canı gönülden inanıyorum: Ey dünya direnebildiğince diren; hem gözyaşı hem kahkahamızı kattığımız cadı inadımızla değiştiriyoruz, değiştireceğiz seni ki hep birlikte soluk alabilelim.


Cadıların inadı, cadıların şifasını da getirdi. Her öksürüğünde, her nefesinde damla damla gelecek şifayı anneannesinde bulmuş sevgili dinleyiciler için geliyor sıradaki şarkı.

Yalnız yaşamak, kendi ayakları üzerinde tam bağımsız bir kadın olarak kurmaya çalıştığın bir hayat hayalini de serpiştirmek perdelerin kıvrımlarına. Onları pencerenin bir kenarına toplayıp sıkıştırmak da, özenle açıp sergilemek de farklı farklı kırılmaları ve sarılmaları barındırır içinde. İstediğinde birlikte yaşadığın kedinin tüylerini haftalarca yorgan yapıp uyumak, istediğinde dökülen bütün tüyleri bir araya toplayıp yastık kılıflarına tıkıştırmak… Çiçekliğe bakan bir kitaplığı doldurup boşaltıp yeniden doldurur gibi birbirine eklemlenen günler, geceler, günler, geceler bazen kolunu yerinden oynatamadığın, nefes alma konusunda beceriksiz olan burnunun bu yetisini iyice kaybettiği anlarla bölünür bazen. Öksürük, tabii, çocukluktaki gibi masum bakteriyel sebeplerden bir kısım azade yetişkin öksürüğü ama boğaz ağrısı, o göğsü delip geçen, bunu bu şekilde yapmasa da her nefeste olduğu yeri çukurlaştıran o boğaz ağrısı, aynı çocukluktaki gibi. Anneannem olsa ne yapardı? Hiçbir şey yapmasa, sadece saçlarımı okşasa ya da her gün kahvaltıdan sonra yaptığı yemeğe çorba da katmış olsa bu sefer, elinde üzerinden buhar tüten kaseyle yanıma gelse hafifler o “iç sızıları”. Hafiflemez mi? Hafifler. Yine de elbette o şifayı dağıtması lazım, önce bir gazeteye delikler açar. Sonra zeytinyağını tavada ılıtır, içine karabiber ekler. Bu karışımı masaj yaparak sürer göğsüme; yakmadan, usulca. Üzerine gazeteyi örter, fanilamı ve kazağımı giydirir. Akdeniz’in bu müthiş meyvesinin yağı, tenimi aşıp ciğerlerime ulaşacak, söküp atacak bütün derdi tasayı. Sonra bir kırmızı turp oyulur özenle, içine bal ya da pekmez koyulur. Turpla etkileşime giren bal ya da pekmez, sulanır. İşte bu sıvı da annemin şifasıdır. Turp buruşana kadar içini sürekli doldurur, bir elinde turplu pekmezli ballı kaşık, diğer eli onun hemen altında, aman dökülmesin, baş ucuma gelip durur. O turpu oymasa, renk renk tırnaklı elleriyle tutup yanaklarımı öpse hafifler miyim? Hafiflerim, ölene kadar t’erk edilmişlik hissinden kurtulamayacağımdan korksam da kendime dair böyle sevgiyle çepeçevre bir tarihi taşıdığıma ve bunu bir gün kediye ya da kuşa aktaracağıma minnet duyarak…


Kediye, kuşa, bir avuç toprakta büyüyene aktarılan sevgi… Nesillerin nesillere aktarabildikleri, sadece anneden yavrusuna olmuyor. Ama onun yeri ayrı gibi. Sanki. Öyle diyorlar yani. Öyle mi? Konu anneliğe yaklaşınca artan sesler, korolar, tezahüratlar, “yapmalı”lar, “yapmamalı”lar, “olma”lar, “olmamalı”lar… Sıradaki şarkının eşlik edeceği satırlar; jürisi ölümsüz, aşaması bitmez, yarışmacıları biz/siz/o olan tarihi bir yarışma programı formatından esinlenilerek hazırlanmadı. Zira bu bir program değildir. Ne münasebet. Cıkcıkcık sesinin tema müziği olduğu böyle bir programın hazırlanması zaten düşünülemez, düşünülmesi teklif dahi edilemez.

Saatlerini bebeklerle oynayarak geçiren sıradan bir kız çocuğuydum ben de, onlara evler kurar, elbiseler diker, beraber o güzel hayal dünyasına yelken açardım. Sonra bebeklerim uyuyup büyümedi ama ben büyüdüm ve tek başıma hayallerimin peşinde koşmaya başladım, bebekler ve annelikler uzun bir süre hayat gündemimden tamamen çıktı, ta ki bir gün hastane tuvaletinde çift çizgi ile yüzleşene kadar… o anki hissi tarif etmek pek güç ve sonrakileri de, insanın kendi bedeninin bir başka bedene de ev sahipliği yapacak olmasının getirdiği yabancılaşma ve bağlanma, huzursuzluk ve sorumluluk ve tüm karmaşık duygular küçük bir kar tanesi gibi insanın içine düşüveriyor ve gitgide nasıl baş edeceğini bilemediğin bir kartopu buluveriyor sonunda insan kucağında. Herkes sevinçle dolmanı beklerken kimselere de anlatamıyorsun bu karmaşık ruh hallerini, daha ilk andan itibaren anneliğin sırat köprüsünde yürüyor ve çoookk dikkatli bir jüri tarafından puanlanıyorsun çünkü. Hamileyken elimde çay görenler küçük küçük çarpıntılar geçiriyor, sezaryen olmaya karar versem annemin yan komşusu cıkcıklıyor, kuzenimin kayınvalidesi sütümün miktarı ve kıvamı ile ilgili ayrıntılı rapor almaya çalışıyor (ve tabi ortalamanın altındaysam cıkcıkcık), yaz günü bebek arabasında gezen yavrucukumun üşütüp hasta olacağına hiçbir konuda anlaşmayan mahalle esnafı oy birliği ile karar veriyor. Size ne diyemeyecek kadar güçsüz, bana ne diyemeyecek kadar kafası karışık olan ben sonunda yara bere içinde kaldım bu çok “kutsal” süreçte, en çok da yalnız kaldım. Yavrucukla bağlanmam hiç de o masallarda anlatılan gibi ilk görüşte aşk olmadı, önce onu yaşatmak zorunda hissettim kendimi, sevgi bir çınar gibi yavaşçacık büyüdü kök saldı içime. Yorgun gözlerime ilk defa ışık konduran bir kadın dostumdu; kendi bebeğini beşiğinde gördüğü andaki “nooldu ki şimdi” hissini o güzel anlatışı beni beceriksiz anneliğin kör kuyularından çeken ilk can simidiydi. Sonra dinledim ben, bol bol dinledim, izledim, okudum, cebimdeki hikayeler arttıkça arttı, annelik ile, duyguları ile yüzleşmekten korkmayan cesur ve dürüst kadınlarla tanıştım, varlıklarına inanamadım. En sonunda hem kendi anne olmaya çabalama hallerimle hem kendi annemle kurduğum ilişkiyle yüzleştim, esas sırat köprüsü de oydu galiba. Buradan da geçtim ve artık hayat çok güzel, artık harikayım, hem de harika bir anneyim demeyi çok isterdim ama hiç bitmiyor o yüzleşmeler, sadece artık daha sakinim ve birazcık daha güçlüyüm. Benden “beklenen” annelik yerine kendi “kurduğum” annelik’i koymaya çalıştığım zamandan beri epey huzurluyuz yavrucukla ikimiz, bazen ince giyinip okula gittiği de oluyor, bir şeylerini evde unuttuğu da ya da alfabede hangi harfte olduklarını takip edemediğim; ama hallediyor o, sarılıp koklaşıp uyuyoruz sonra. Hayat o zaman pek çok güzel oluyor işte.


Yayınımıza devam ederken, beklentibaskıları gerçekleştirilen düşsenaryolarından uzak tutan, tutmak için çabalayan –anne olan olmayan– ana karakterlerin olduğu sahnelere de tanık olacaksınız. Lütfen radyonuzun ayarlarıyla oynamayınız.

Bacak kadar çocuk ciddi ciddi deklare eder:
– Ben evlenmicem, çocuk da yapmıcam!
– Sus, çocuklar konuşmaz öyle şeyleri!
Babannenin kaşları çatılır, seste bir azar tonu.

13-14 yaş ergeni bir kez daha diklenir:
– Ben evlenmiycem, çocuk da yapmıycam!
– Nerden öğreniyorsun sen bunları?
Annenin kaşlar çatılır, yüzde bir endişe ifadesi.

Üniversitelidir artık, yaz tatilinde evde yine aynı muhabbet açılır:
– Ben evlenmeyeceğim, çocuk da yapmayacağım!
– Büyük konuşma!
Diye çıkışır anne, sonra da ‘göreceğiz bakalım’ der gibi başını sallar.

Yeni evlidir, akraba gününde ağzı aranır:
– Eh bir de bebek yaparsınız artık…
– İstemiyoruz.
– Hiç mi?
– Hiç.
Şaşıran da olur, gözünü kısıp şöyle bir süzen de, bazılarında uzaylı görmüş gibi bir ifade.

Yeni tanıştığın birileri laf olsun diye sorar:
– Demek evlisin, çocuk var mı?
– Yok.
– Olmadı mı?
Seste merakla karışık bir acıma tonu; kafada türlü türlü kısırlık senaryosu ve tavsiyeler silsilesi.
– Biz istemedik. Denemedik bile.
– Hıı…
Denir, susulur ama içten içe ’kısır bu, anlatmak istemiyor’ düşüncesi.

Çok az tanıştığın birileri bodoslama lafa girer:
– Çocuk vardır herhalde?
– Yok. Yapmadık.
– Niye ki?
– Şart mıdır?
– Yok da, yani…
Deyip gevelenir, için için ‘bu nasıl kadın!’ diye düşünülür.

Kalabalık bir arkadaş toplantısında, arkadaşlardan birinin 5 yaşındaki kızı gelip sorar:
– Sizin çocuğunuz nerde?
– Bizim çocuğumuz yok.
– Ama oynıycaz biz, herkesin çocuğu geldi.
– Bizim çocuğumuz olmadığı için ben geleceğim sizinle oynamaya, olur mu?
– Olur!
Deyip elinden tutar. Bir an ezberi bozulmuştur ama yeni duruma çabuk uyum sağlar.

Ninelerden biri bir punduna getirip sorar:
– Siz çocuk yapmayacak mısınız?
– Yapmayacağız.
– Niye be kızım?
– İstemiyoruz.
– Aaa hiç olur mu öyle…
Meyvesiz ağaç gibi, demeye getirir. Aynı soru zaman zaman çeşitli kanallardan sorulmaya devam eder. Kırklı yaşlarda umutlar azalır, sorular kesilir.

Arkadaşlar çocuksuz hayatın nasıl bir şey olduğuna dair bir merakla sorar:
– Keşke yapsaydım demiyor musun hiç?
– Demiyorum. Hatta iyi ki yapmamışım diyorum.
– Ben çocuksuz bir hayat düşünemiyorum.
– Ben düşündüm, yaptım, çok da güzel oldu smiley


Kahramanımız yolunda ilerler, bazen kendisinin dahi beklemediği bir tercihle burun buruna gelebilir. Hikâye çok mu değişir? Kahraman bambaşka biri midir artık? “Başta böyle demiyordun” diye ret mi edilir dilekçesi? Ne olur? Hatta, ne oldu?
Doğurdu ve sonraki ‘du’ lar…

Anneannem 8 tane doğurdu. Annem onun 2’inci kızıydı, kendisi de 16’sında gelin, 17’sinde anne oldu. Annelik ile mutluluklar, evlilik ile ara ara mutsuzluklar buldu. 3’üncü kızı beni 22’sinde doğurdu. 20’lerimizde bize ‘kendiniz bakacaksanız doğurun’ deyip durdu. Ortanca kızı 34’ken 54 yaşındaki anneme kız torun doğurdu. Torun sevgisi ruhunu doyurdu. 60’ındayken bana doğur ben bakarım vaadinde bulundu. Gençken hiç istemez iken 37’mde gönlüm çocuk arzusu ile doldu. 3 sebepten bu arzu boğuldu. Arada romantik iç ezikliklerim olmadı değil oldu. Yine de pek zorlamadım, ittirsem başka bir senaryo da bulunurdu öte yandan hayat profesyonel meşgale ile yeterince doluydu. Ne de olsa ben şarkıcı zengin Madonna değilim, 42’de doğurmaya kalkmak benim için zordu ve 42’mde ruhum evlat edinme isteğime ikna oldu. Bu sırada babama 75’inde Alzheimer teşhisi kondu. Zaten ne olanaklar, ne para, ne de vakit boldu. Böylece arzularımda tekrar değişim oldu. Ama çocuksuzluk pişmanlığı yoktu, zaten pişmanlık kalpte bir kurşun değil sadece bir duygu. Annelik de hamilelik, doğum, emzirme, gece uykusuzluklarının toplamı değil, bir skala, deneyimler ve düşüncelerle dolu bir duyu. 45’imden sonraki demans ve yaşlılık bakım tecrübesi hem bunalttı hem de çocuk gelişimi gibi düşünsel derinliğe kaynak oldu. Hikayem acıklı mı, hayır. 10 yaşımdan beri kuzenler arkadaşlar derken, hafızam keyifle bir sürü çocuk bakmışlık hikayesi dolu. Yeğenim 14 yaşındayken yarım yıl yanımda okudu. Bana sen annemden daha otoritersin ithamında ve pek başka anne tanımadığı o ülkeye referansla bu ülkedeki en iyi annesin iltifatında bulundu! Bence hayatımda hem çocuk hem annelik oldu. Çocuksuzum mutluyum derdim ama genelde mutluyum demek her zaman zordu. Genç kadınlara hatırlatmak için yazdım bunları, kadın olmak gençken ruhumu daha çok yordu. Şimdi ise ruhum kendi kendimle epey huzur buldu. Ama feminist azapta fikrim durdu mu? durmadı!


Genç kadınlara hatırlatıyorum. Genç bir kadını hatırlıyorum. Genç kadına da bir kız çocuğunu hatırlatmak istiyorum. Oyunlar ve hayalleri o büyürken bir an bitecek gibiydi. Tehlike yakınlaşıyordu. Süre bitince o da bitecek miydi? Peki bu “kural” nasıl değişecekti? Ha sahi, neden evde kaldım?

Her kız çocuğu sever sanırlar gelinleri. Ben onlardan olamadım. Her kız çocuğu evlenmek ister sanırlar. Ben onlardan olamadım. Her kız çocuğunun hayali anneliktir derler. Ben onlardan da olamadım.

Oysa ben de babaannemin evinde bir dolapta unutulmuş eski bir gelinliğin duvağıyla gelinlik provaları yaptım. Karnıma yastıkları doldurup hamilelik provaları yaptım bir de. Ben de annesi oldum oyuncak bebeklerin. Kucağıma alıp, pışpışladım, gazını çıkardım, ayağımda salladım. Benim de mutfak takımlarım vardı. Ne çaylar demledim hayali misafirlerime. Gül yapraklarının arasına çamurları doldurup ne sarmalar sardım. Mahsustan şiş varmış gibi elimde örgüler ördüm. Camları, kapıları sildim. Halı çırptım, çamaşır çitiledim. Bütün kadınlık görevlerini her kız çocuğu gibi oyunlarla öğrendim. Buna rağmen ben neden evde kaldım, neden o kız çocuklarından olamadım.

Çünkü sevemedim ben bir türlü gelinleri… Nasıl seveyim. Saçlarına spreyle meç atılan, dudaklarına sürülen kırmızı rujdan bir parça yanaklarına, bir parça göz kapaklarına renk verilerek güzelleştiren ah o gelinler… O gelinleri gördüm düğünden bir sene sonra kollarından bilezikler, dudaklarından kırmızı rujları alınmış; kocamış, bunalmış, dünyadan el etek çekmiş bir halde.

Hem nasıl seveyim o gelinleri, kalabalık sülalemin üçüncü kuşağının nerdeyse tamamına yakını çocuk gelin sayılırken. Sırf “şehre gelin gitti” diyebilmek için yaşına başına bakılmadan kocalara verilirken. Azıcık boyu uzadı diye okuldan koparılıp reşit olmadan kocasına verilen annem yıllar yıllı hep bunun sitemini ederken.

Yok oluştu evlilik. Hayallerden koparılmaktı. Bir korkutma metoduydu bizim oralarda en küçük hatada” okuldan alır evlendiririm” demek. Bir cezalandırma yöntemiydi aynı zamanda. İşte ben bu yüzden evde kalmaya karar verdim ve çocuk yaşta reddettim aile kurmaya dair her şeyi.

Evliliğe azıcık yatkın olduğum anlaşılırsa beni de koparırlar diye korktum çünkü kurduğum hayallerden. Bu yüzden görüp beğenen çıkmasın diye düğünlerde oynayıp salınmadım ortalarda. Elimin lezzetini gizledim, yemek işine hiç bulaşmadım. Kek yaptığımı gören komşu kadın şakadan “seni oğluma alacam” deyince onu da bıraktım uzunca bir süre. Titiz demesinler diye ancak anneye yardım için mızlayarak yaptım temizliği. Tığ ve şişi hiç almadım elime. Aldığımdaysa beceriksizce attım ilmekleri. Okulun bitmesiyse sınır evlilik için, ben o sınırı iki lisans, bir yarım bırakılmış yüksek lisans, bir tezsiz yüksek lisansla uzattıkça uzattım. ‘Eh artık zamanıdır’ dediklerinde inatla, kavgayla, ısrarla anlattım: Herkesin yaptığını yapmak zorunda değildim. Tek bir seçenek yoktu hayatta, başka bir düzen kurulabilirdi elbet. Mutlu son değildi evlenmek, yalnızlıksa mutsuzluk demek değildi asla!

Sonunda baktılar olacak gibi değil vazgeçtiler benden. Ve ben o gün bugündür hayallerimin yettiği, gönlümün istediği evde kaldım.


Ya evlenenler? Düğün günü iki halay arası birbirinin hayatına tanıklık edenler? Bir avluda hasırların üzerine serili sofralar, kadınlar, hayaller…

Bir gecekondu düğünündeyim. Ya da artık üç gecekondusu kalmış yarısı yıkık bir mahalle düğünü. Çinçin’in bir mahallesi. Kadınların gelin evi eğlencesi. Avludayız. En az yirmi kadınız. Yerde hasırlar, hasırların üzerinde sofralar serili. Halay başlıyor. Sanki hiç sonu gelmeyecek halayın. Bilmediğim halay çeşitleri var. Uyum sağlayabilirsem tüm halay ekibi bana gülümsüyor. Beni ilk defa görüyorlar, ama halay çekmeye başlayınca onlardan oluyorum: “Aaa sen de bizdenmişsin, biz de araştırmacı deyince başka birşey beklediydik.” Beni oturtmuyorlar. Çayım soğudu deyip oturuyorum. Kısır, börek, çeşit çeşit maydanozlu, dere otlu salatalar, sarma, tulum peyniri, kavun, kek ve kurabiyeler var. Çocuklar her yerde, bazıları göz ucundan beni izliyor, bazı kız çocukları yaklaşmaya çalışıyor. Haymanalı’ların yaşlıları Kürtçe konuşuyor.

Yere değen renkli saç örgüleri görüyorum. Lise ve üniversite çağında beş tane genç kadın var. İkisinin başı kapalı. “Biz sağcıyız” diyorlar. Lisede sağcı-islamcı olmuşlar ve kapanmışlar. “Büyükbabaları da sağcı olmuş.” Hepsinin etekleri, elbiseleri uçuşuyor. “Sen bunlara bakma abla” diyor birisi, sonra teyzesine dönüyor: “Teyze ben bir oğlanla görüşüyorum ama sakın anneme söyleme, daha konuşuyoruz sadece.” Halaya ara veriliyor. Güya çay molası. Çay bayatlamış, yeniden demleme molası. Kimmiş bu çocuk? KPSS’ye hazırlanıyormuş. “İyi iyi.” “Memur mu olacakmış?” “He, ben de memur olacam, ikimiz de KPSS’ye çalışıyoz iki yıldır.” “Memur olmadan kimseye deme, ara ara konuşun, sonra annene dersin.” “Ölümü görün siz birşey demeyin teyze! Bak abla bu da fotoğrafı.” İlk defa avluya o anda bir erkek giriyor ve fotoğrafına bakılıp, kaldırılıyor.
Çay demini almadan halay yeniden başlıyor.
Akşam üzeri oldu.

Çinçin’den tek başına dönme, biz de Ulus’a gidicez diyor iki kadın. Tamam diyorum. Yer sofraları kuruluyor. Akşam yemeği de yiyoruz. Tokuz ama yiyoruz. Sıcak lahana sarması geliyor, yenmez mi. Çocuklar kucaklara oturtuluyor. Gecekondunun iki babası ve bir amcası da geliyor. Bazı kadınlar gidiyor. Şimdi hemen hemen on kadınız, çocukları saymıyorum, üç adam var. Osman bira içmiş, bana da soruyor, içer misin diye. Kızlarından biri “baba alkol haram, küserim ama” diyor. Sağcı, solcu, Kürtçe, Türkçe duydum, bilmediğim halayları çektim, bu avlu beni çok şaşırttı diyorum. Evet diyor Yasemin, lise son sınıfta ve diğer tüm kadınlar Yasemin mutlaka üniversiteye girecek diye düşünüyor. Avukat olmak istiyor Yasemin, çalışkanlığın ciddiyetini taşıyor parlak ve çekingen gözlerinde. “Evet gecekondu düğünü bizde hep böyle geçer Abla.” Yasemin’in teyzesi ekliyor, “zaten daire olsa yapamazdık, dairenin temizliği biter mi!”

Çok mahcup bir halde geline hediye veriyorum: “Adettendir eli boş olmaz” diyorum. O kadar hediye getirmişsin diye çantamın yanına iki parlak paket bırakılıyor. İçinde çiçek desenli örgü patik ve lif var. Hüsniye elleriyle yapmış. Hüsniye uzaktan bana gülümsüyor. İkimiz de nedensiz mahcubuz.

Çinçin’de bir avludan çıkıyorum. Buraya yine geleceğim. Kapı önünde genç kadınlar top oynamaya, küçük çocuklar da aralarında koşturmaya başlamış. Güneş Altındağ’ın eteklerine inmiş. Yer altından metroyla kat edeceğim Eskişehir yolu beni çağırıyor.


Masal değil gerçek; orada değildim ama hepsini gördüm.
Radyolarınızın başından ayrılmayın, çünkü sırada bir Anka kuşu belgeseli var. Hani demiştik ya başta, o yazılan inat tarihi, o sessiz dirençler, hep bildiği gibi dönmekte ısrar eden dünyayı şaşkına çeviriyor diye. Hatırlıyorsunuz değil mi? Her sabah küllerinden doğanlar için geliyor sıradaki şarkı.

Hepsi gelmemiş. Bırakıp kaçtığı oğullar nefret ediyorlarmış ondan. Bırakıp kaçtığı kızı nefret etmiyormuş ama canı gibi de sevmiyormuş işte. Canı sağ olsun. Yamacında büyüyenler ordaymış. Onların çocukları da… Hatun kişi niyetine.

Çocukmuş, dedesi yaşında adamla evlendirmişler. Adam tütün kokuyormuş, içi bulanıyormuş. Çocukları olmuş. Sonra büyümüş. Aşık olmuş. Uymuş hazır olan aşığına. Çocuklarını bırakıp kaçmış. Çok uzaklara. Aşık olmuş. Çocuklarını bırakıp kaçmış. Uzaklara. Aşık, çocuklarını bırakmış uzaklarda. Elinden tuttuğu adamsa çam reçinesi gibi kokuyormuş.

Evlenmiş hükümet nikâhıyla. Çocukları olmuş. Kalmış, hiçbir yere gitmemiş. Hep yakınlarında. Gündüz vakitleri, hiçbir yere gitmemiş, kalmış yakınlarda. Yakınlar çok yakın.

Hepsi gelmemiş meyyit için duaya. “Bizim için çoktan öldü” demişler. Yalan değil geceleri ölüyormuş kadın. Herkes uykudayken için için yanıp, külü karanlığa karışıyormuş. Zerresi kalmıyormuş dünyada. Kapkara bir delik yutuyormuş varlığını yine de sığmıyormuş hiçliğe. Tenine ten değmesin istiyormuş, tiksiniyormuş. Hırıltılı nefesler beynini doldurup midesini bulandırıyormuş. El tükürüğünü kussa ne fayda! Bir de çocuklarını doğuruyormuş, boy boy. Çocuk değil canavar. Yıkanmalı, yıkanmalı. Evi de baştan sona yıkamalı. Sabah olsun hele.

Her sabah Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğuyormuş kadın. Kayıp zerreciklerden oluşan bedeni gün ışıyınca birleşip bir yastığa başını koyuyormuş. Bir ayak sesi duyuyormuş sonra. Er kişi niyetine kahvaltı hazırlaması gerekiyormuş. Sonra, gözyaşı düşmüş kuştüyü yastıkları güneşe serip kurutacak bir de halbur hurması yapacak. Çocukları seviyor. Yanına böğürtlen reçeli çıkaracak. Şükran sabah kahvesine gelince, bohçacıdan aldığı geceliği gösterecek. Geceleri ölen kadının efil efil geceliğini…
Hepsi gelmemiş. Gelenler sevdiği adamın dölleri. Adam da gelmiş, hem sevip hem nefret ettiği. Bir zamanlar eli avucunda peşine düştüğü, şimdi tabutunun peşindeymiş. Gençken çok kıskançmış boynu altında kalasıca, cimriymiş, asabiymiş. Hastayken nasıl da bebekler gibi bakmış ona, hayret. Demek gerçekten sevmiş.

Oğullar gelmemiş; canları cehenneme de diyemiyor insan, evlat. Canını almayı borç biliyorlarmış namuslarına. Hep korkmuş bu yüzden evden çıkmaya. Kızı başkaymış. Cellat erkekliğe mi hak versin günahkâr kadınlığa mı bilmiyor, Araf’ta. Onu da evlendirmişler. Bir gün ansızın çalmış kapıyı kırk yıl sonra. Helallik almaya gelmişmiş. Aynı da ay yüzlü kıza benziyor. İki kız kardeş birbirine benziyor. Kızlar annelerine benziyor. Kadınlar kadınlara…


Yayınımızı hayatımızdaki bazı özel kadınları paylaşarak kapatıyoruz. Dinlerken gaza geldiklerimiz, dinlerken büyüdüklerimiz, dinledikçe dinleyesimiz gelenler, dönemlerine tanık olmuş kadınlar, ilham veren kadınlar, sessiz ve gürültülü direnişlere eşlik etmiş kadınlar…