Semt semt yürüyecektik ya Ankara’da. Yenişehir’de bir öğle vakti şehir içi trenine bindim. Aklımda şu dizeler: “Mutsuzluk gülümseyerek gelir, adıyla süslenmiştir; /Banliyo treninde rastladığımız /Sınav saatini kaçırmış liseli kız, /Hep kazanırsın ey çözümsüzlük!” Nasıl da Ankara bir şiirmiş bu. Bindim trene. Hat elden geçmeden evvel Sincan’dan kalkan trenin her bir durağı bir edebiyat dergisi, bir sosyal medya alanı adı olarak kullanılmaya hazırdı, kimisi bunu başardı da.
Sincan – Lale – Elvankent – Emirler – Özgüneş – Etimesgut – Subayevleri – Hava Durağı – Yıldırım – Behiçbey – Marşandiz – Motor Fabrikası – Gazi – Gazi Mahallesi – Hipodrom – [Ankara] – Yenişehir – Kurtuluş – Cebeci – Demirlibahçe – Gülveren – Saimekadın – Mamak – Bağderesi – Üreğil – Topkaya – Köstence – Kayaş
Fotoğraf: Umut Kara
Subayevleri, Motor Fabrikası, Gülveren, Topkaya durakları elden geçen hattın kaldırılan durakları. Doğuya, vardım Kayaş’a. Film kahramanı çıkmayan okullar, ansiklopediye girmeyen başarı öyküleri, hekim-muallim-mühendis olma muvaffakiyetinin bir söylenceye bağlanabildiği, memur olma vakarının o mahallenin bebesi olma gururuna hatta erdemine eşitlendiği yerler vardır. Yükseltepe mesela, Mecidiye, Tuzluçayır bunlardandır. Kayaş da öyle. Sözgelimi Yenimahallelilik bir kimliktir, Bahçeli çocuğu olmak bir kökendir, Ayrancı insanı olmak bir işarettir ama Kayaş bebesi olmak kasabacılığın şehirdeki kutsallığını muhafaza ile mükellef olmaktır. Bir alt bilinçtir. İşte bu yüzden hayatın, daha gerçek hikayelerin, daha mitolojik olduğu yerlerdir bu mahaller. Kendini trenin önüne atanlar, kara sevdadan beyin kanaması geçirenler, üzüntüden inme inenler, şube müdürü olup iki kardeşini işe koyanlar, askerden dönemeyenler, otuz senelik küsler, köy kalkınma derneğinin maça papazları, yüksek tepelerde doğumu silinmiş kabir taşlarıyla yatanlar, yirmi sene saat 6.15 otobüsüne binenler, cümlenin öğelerini bakkala yazdıranlar, taşra babannesi kokulu evlerde oturanlar, evi kira iki arabası olanlar, kamyonetin şoför mahalli yerel seçimlerini üç oğlu arasında yapanlar, kamyonunu oturma odasına katanlar, abonmana abone olanlar, yolu yamalı dedesi kamalı bahtı karalı olanlar bu mahallelerde büyür, büyür herkesten önce.
İşte bir çocuk, tatlı su çeşmesi başında sol bacağından kare yapmış, sol kolunu baldırana yaslamış bidonu elinde bekliyor.
– Şinasi Sahnesinde Jean Giraudoux’nun Troya Savaşı Olmayacak temsili var. Odysseus sahnede aynı hareketle Helen’e bakıyor.
Fotoğraf: Umut Kara
Seyyar bir gazino, şahin görünümlü serçe semti turluyor. Kamu kurumlarından puzzle bir asfalttan kışlık bir halının kokusu akıyor. Bir üst yazı gibi gerekli ama gereksiz bir muhtar, Türk bayrağını bekliyor. Bütün mahalle tıraşı birbirinin kafasında öğreniyor. Kent insanları yalnız yaşar, yatakları çift kişiliktir. Bu mahalle yatağına memleketi doldurmuş yatıyor, Yozgat, Kalecik, Kırşehir, Çorum, Malatya, Çankırı. Bütün çocukların yaşı eskimiş, doğduğu gün dışında doğum günü yok kimsenin. Bu pahalılıkta yaş mı alınır. Düğünlerde ahali kalça çıkığı hep. Okulları taze kumaş kırtasiye değil, gobit ve zivt sarmış. Fen bilgisi kitabı yağmurda baş üstünde damıtılmış.
Solun hikaye havuzu gecekondu mahalleleri, yoksulluğun birbirini örgütlediği semtler, komşuluğu apartman sevgisiyle ören muteber mahalleler, orta sınıfın bir altı bir üstünden menkul ayrıcalık semtleri ve elbette tarihin didiklenebildiği şehir içi içleri… Hepsinin yazıları, büyük küçük keşifleri, hepsinden öyküler hepsinden romanlar var. Kesit zamanlar, dönem müzikleri, dönem filmleri ve dizileri derken minör siyasetin de gözdeliği arttı. Cumhuriyet kazanımlarının tarumar sahası genişledikçe, muhalifliğin romantik alanı da genişlemeye başladı. Kent belleğinin kişilerin dünya görüşüne, yaşayışlarına, kültür ve deneyimlerine değen kısmından geri çağrılışı kültür sanat yaşamından akademiye, turizmden sosyal medyaya hemen karşılık buldu. Her insanının kent belleğinden bir parçayı anımsayışı, kent belleğinde bir yere-zamana aitliği nasılsa vardı. Üstelik bu iş, bırakın suskun muhalifleri, iktidar seçmeni olan yurttaş için bile kolay ve zararsızdı. İşte popüler kültürün memleketi sürüklediği Ankaracılık denen, tersi olmayan fonksiyon böyle ortaya çıkmış oldu. Bu fonksiyonun tersi yoktu çünkü birebir ve örten değildi. Tarih bütünsel kapsayıcılık ister. Yine de bu buram buram Ankaralık, bu aşırı özlemli aşırı fotoğraflı aşırı keşifli aşırı övgülü Ankaralık, insanları eksik yanlış bir kavşakta buluşturdu bazen. Bunun bir göstergesi de hiç bitmeyecek olan seçimler bile olabilir. Benim bu paragrafla gelmek istediğim ise gözde semtler yılgınlığı değil; yapı sökümsüz, örgütlenememiş sokaklardan, okunaksız yazgılardan, dönülmemiş semahlardan, şükürlerden düğünlerden müteşekkil, tuz ruhunun tatlı bulaşığıyla harpte olduğu mahallelerden biri: Eski yoldan Kayaş.
Fotoğraf: Umut Kara
Sayın entelektüel insanlığın gözde kültürü takip veya tanzimle müsebbip memleketlimin pek fazla dikkatini çekmeyen semtlerden olan Kayaş, esasında bugünkü politik iklimin kökleri hakkında serin ipuçları verebilecek enderliğin, Ankara’nın doğusundan gelen akının filtresi olma yorgunluğunun kasabasıdır, Ankara’nın ilk hemşehri olan ön şehridir aslında. Merkez olmama ısrarını bu uçta sürdürür Sincan gibi Kayaş da. Mamak olmayacak tek yer denebilir. Tepecik eteğinden başlamasına karşın Tepecik demek Mamak demektir sözgelimi, hatta Samsun asfaltının karşı yakasına düşen Kıbrıs Köyü Mamak’tır, Kayaş uzak arkasındaki Hüseyin Gazi Mamak’tır, ama Kayaş, önce Kayaş, önce Ankara’nın doğu girişi, sonra Mamak’ın bir ilçesidir. Çünkü Kayaş için bile Kayaş merkez diye bir şey var ve üstelik bu merkez semtin ortası değil, kente girişteki hemzemin bulunan büyük ışıkların orasıdır. Kayaş’ta bulursan Mamak’a gitmene gerek yoktur, Mamak’ta bulursan Ulus’a…
Fotoğraf: Umut Kara
Eskiden Jandarma telleri geçen kabristanlara yaslı tepe düzlerinde, sanki yaşlı ve basbariton bir hindi güruhunun gulu guluları gibi gelirdi koyun melemeleri, çan sesleriyle karışık. O seslere bakan evlerdeki bahçe tuvaletinin tahta aralıklarından gözcülük yapan çocuklar, işte böyle yaz-bahar zamanı çiğdeme-zerdaliye dalarlardı. Şehre kalkacak ilk tren olan 5.45’ten önce uyanırdı hayvanlar. Şehir içi doğal besicilik. Emsaline nerede rastlanır bilinmez. İnce Memed’i yakalamanın provasını yapan komutanlara özenen bebelerin coğrafyası Kayaş’ta, kaymağından parmak geçmez bir yoğurt fabrikası da vardı, sanki o da adını İnce Memed’in hasımlığından almıştı. Kitapta Kürd Zaro geçer ya, Kayaş’ta Zaro Süt vardı. Bütün semtin içme suyunu karışlayan tatlı su, aynı zamanda mahallelinin ortak yıkama alanıydı. Yardımlaşa koyulurlardı. Ta ki kavak tozları yolları kapayana kadar. Tren yolu boyunca devleşen kavaklar arasında bazen yemek yiyen bir nesil geçti. Sonra sofrasında içki de olan piknikçiler geçti. Sonra kavaklar kesildikçe çocuklukları sobelenenler Bayındır Barajı’na akın etti. Sonra ne koyun sesleri geldi kaldı, ne Zaro yoğurt kapları. Okey taşı renkli binalar, tuğralı ticari vasıtalar, parti bayraklı esans kokulu evler ve tren boyu tesbihler, kocaman bir şükür.
Fotoğraf: Umut Kara
Aslında en kolay hikayeler yoksunluğundur. Sert sessizlerinin bile ünlü ile başlayan bir ek aldığında yumuşadığı alfabemizde, ünsüz benzeşmesinin yığınları olarak şu üç yüz kişinin okuyup okumayacağı belli olmayan yazının yoklar sözlüğü olan çocuklarına selam edip, yoksunluğun ekmeğini yemekten gayri bir gayesi yok. Böyle bir samimiyet sorunu var sonuçta. Bu doğal ömrünü tamamlayan yazının, dünyanın en uzun yaşayan insanı Zaro’dan “Gülen inek” sloganlı bir yoğurt markasını, o yoğurdun plastik kaplarına çiçek ekenleri anmaktan başka ne özeliği olabilir ki.
Peki ne bu yaptığımız bunca acının içinde? çocuklar analarıyla hapiste, barış yurtdışına iltica etmiş, adalet kıble yönünde havalanmış gitmiş de. Yüzme yarışında varış seramiklerine ilk değen yüzücü sevinç gözyaşlarını siliyor, sesi suyun içinde hala, bağırıyor; bir çocuk kıyısında denizin cansız.
Edebiyat hayata Ankara Garı’ndan giriş yapıyor, öğlen Yenişehir’de akşam Seğmenler’de, serpiliyor Altındağ eteklerinde ama Kayaş’a bir türlü varamıyor.
Fotoğraf: Umut Kara