dilek


Kurtuluş Parkı, Fotoğraf: Dilek Kumcu

Küçükken, bir çınar ağacıyla sırdaş olmuştum. Neden bilmem, herkes ortalıktan çekildikten sonra, ağacın yanına gidip, koca gövdesine sarılır, kulağı varmış gibi gövdesine sırlarımı fısıldardım.

Sır falan yoktu ortada elbette, çocukluk gizemleri, efsunlu olduğunu sandığım işaretler, beyinde yaratılan maceralar. Sanki o hikâyeden bir diğerine atlayıp duruyordum ve tüm bunların içerisindeki beni anlayabilecek dünyadaki tek varlık o ağaçtı.

O zamandan bu yana, yapraklar, dallar hep dünyamda oldu. Hep ağaçlara baktım.

Gittiğim her şehirde, yaşadığım her mahallede bir ağaç işaretledim kendime. Sırdaş bir ağaç. “O kabul eder mi, ister mi beni” diye düşünmeden.

Ağaçların bizleri duyabildiğine hep inandım.

*

Dilek, ismi gibi tılsımlı insanlardandı.

Hayır, öyle büyük masalarda, kalabalıkta tanımadım ben Dilek’i. Uzun sohbetlerle, uzun yolculuklarla vakit geçirmedik birbirimizle.

Yıllar boyunca süren, ne zaman arasam orada olacağını bildiğim, ne zaman arasa burada olacağımı bildiği bir arkadaşlıktı.

Bir bölümünü yapıp, bir bölümünü hep ertelediğimiz planlarla dolu bir arkadaşlık. Göz göre göre öldürülen çocukların hikâyelerini Gündem Çocuk için bir araya getirirken, istediklerimizi yapabildik misal.

Ama çok istememize rağmen Roman çocukların dünyasına birlikte girmeye vakit bulamadık, keşke yapabilseydik.

Şimdi bunları yazarken, yıllar boyu süren kimi uzun kimi çok kısa yazışmalarımıza bakıyorum…

Her seferinde, “Gökçer, Gökçer, Gökçer” diye neşeyle beni uyarıp, kimi zaman yazımdaki bir hata, kimi zaman hal hatır sormak için seslendiği mesajlara.

Kiminde hastalığı ile ilgili attığı bir adımı anlattığı, kiminde çaresiz hissettiği bir çocuğun yaşadıklarını aktardığı uzun, kısa mesajlar.

Keşke sesler de o mesajlar gibi istediğimizde yeniden duyabileceğimiz şekilde durabilse bir yerde. Çekip getirebilsek neşeli, üzgün, coşkulu, hüzünlü sesleri.

Bir keresinde, “seçme şansım olsaydı ağaç olmak isterdim” demişti, ben de ağaçlarımdan söz etmiştim Dilek’e. Sonra, her şeyden sonra sosyal medya hesabında bir ağaç fotoğrafının altına da bunu yazdığını gördüm.

O gün, ortak masalarda oturmasak da uzun yolculuklara çıkamasak da ne çok konuştuğumuzu fark ettim. Sevdaları, hayalleri, hayal kırıklarını, yaşam kırıklarını, fay hatlarını… Ne çok şey bildiğimi ve daha çoğunu bilebilmek mümkünken, akıp giden hayatın içindeki ihmaller bir yana, zamanın ne zalim davrandığını.

Öyle ya, genç bir insan veda ediyorsa bu dünyaya, mutlaka ortada bir kusur vardır. Hayata ve bizlere ait büyük bir kusur.

Hayır, öyle az zamana ne çok şey sığdırdığı, kimilerinin uzun bir ömürde yapamadıklarını, kısacık bir zamanda başardığı tesellileriyle avutamıyorum kendimi.

Bütün karanlıklarına, zalimliklerine, edepsizliklerine, çıkarcılıklarına, hesaplarına, hesapsızlıklarına rağmen bazılarının hiçbir tökezleme yaşamadan uzun bir hayat sürdürürken, küçücük de olsa bir şans bulamayan ve o şansı sadece kendi için değil, bütün benzerleri için yaratmak adına mücadele edenlere kapıların kapanması adil gelemiyor bana.

Ama küçük bir tesellim var. Herkesin inanmayacağı, inanmak istemediği gizlere, tılsımlara hâlâ inanabilmek tesellisi.

Mutlaka ağaçlarladır Dilek, mutlaka bir yapraktır, bir arıdır, bir denizdir, mutlaka…

Belki ağaçların sırdaş olması bundandır. Dünyaya ağaç olarak geliyordur bazılarımız ve öyle kalıyordur belki.

Ve bir ağaca fısıldadığımızda, sırları duyacaktır.

Bir Dilek ağacım olacak bundan sonra… Ve o ağaçla daha önce olduğundan çok daha fazla konuşacağım…