dilek

“Sevgili Dilek,

Bazen nasıl başladığını bilmeyiz. Kimin söylediğini de unutur, kendimizinmişçesine sahipleniriz önerileri… Çoğu zaman da ‘hazır bulunuşluluk’la açıklanabilir birbirini tetikleyenlerin, iteleyenlerin, dürtenlerin, sürükleyenlerin ve birbiriyle yol almak isteyenlerin hikayesi… Belki de… Tam da… Ancak… Zamanı gelebildi….

Bizimkisi 5 yılı aşan bir arkadaşlığın, sırdaşlıktan politik gıybete, bitmeyen konuşmalardan ortak raporlara, aynı çatı ‘Yüce Meclis’ altında bir aradalıktan görünmeyen gecelere, devralınan ağrılara, yitip gidenlerin ardından kurduğumuz o güçlü bağa, “kendi” olmakta bu kadar direten 2 ayrı karakterin nasıl olup da tuz yerine kül basarak onardığı yaralarına tutunarak yeniden var ederken ‘yazarak’ sustuklarımızı çağın suratına usturuplu küfür niyetine ‘kusma’ pratiği…

Nehir söyleşi yapalım önerisini sunan sanırım bendim. Kendi hayatını yazacak cesareti bulmazken benim yazı tutkuma, uzun ve karmaşık cümlelerime her nasılsa güvenerek ‘izin’ verip yazmamı, hayatını “geriye bırakmana aracılık yapmamı teşvik için miydi yazışalım demen?

‘Kıymeti kendinden menkul’ değerli hayatlarımızı avuçlardan akıp giden ‘toz’a dönüştürmeye ve yitirmeye niyetimiz yoktu… Elvermeyen deli gönül… Yazmalıydık. Birbirimize verdiğimiz önemi, özeni, kıymeti kimsenin gözüne sokacağımız bir tercih değil bu… Görünür kılma, bir gün bir yerlerde birilerine cesaret olma… Sızısı olana nasıl yaşanır sızıyla, ağrıyla, güçlendirerek kendini ve karşındakini… Önerebileceğimiz yegane miras budur… İki kadının birbiriyle kurduğu eşsiz bağın kendisidir ki dayanışabilmenin en mavi tonuyla gökkuşağı gibi rengarenk bir yaşama meylimizdendir…”

23 Ocak’ta Dilek’e yazdığım, pandemi koşullarında Büşramız aracılığıyla zarfla gönderdiğim mektupların ilkiydi. Sevgili Dilek’le yıllardır süren konuşmalarımızı, susmalarımızı, tartışmalarımızı, politika önerilerimizi, içimize sindiremediklerimizi, kabına sığdıramadıklarımızı yazmaya karar verişimizin sevincindeydik. Ard arda mektuplar yazdım, ne güzeldir ki bir bölümünü okudu, üstüne konuştuğumuzda ben de sana yazacağım dedi ama bir türlü yazamadı.

Yazamamasının mahcubiyetinden öptüm onu… Uzaktan görüntülü konuşmalarla geçen günlerimizden… Öksürük nöbetlerinin uyutmadığı gecelerden, korkunç diye nitelediği ağrılarından, kesin ve net kurduğu cümlelerinden, “mecliste kimseye güvenilmez” derken bana bahşettiği dostluğundan, açtığı yüreğinden ama sanırım en çok o kıvrak zekasından, o berrak zihninden, zımbaladılar beynimi diyerek çıktığı ameliyat sonrası neşesinden, yaşama kattığı onca güzel şeyden, beni değil gözettiği Uygar’a her fırsatta anlattığı hak ve özgürlüklerinden… Öptüm onu, hayatımda ilk kez girdiğim cenaze yıkama anında kaskatı bedenindeki o kırık kalpli kuş dövmelerinden.

Mektup türüne dair tarihsel örnekleri, edebiyatçıların mektuplaşmalarını okumaya başlamıştık, yazışmanın pratiğini, nehir söyleşiyi, kafasında kurguladığı kesişen hikayeleri, kendimizi değil ilişkileri, insan ve toplum hallerini, politik gıybetleri… Ufak bir defter aldım sonra kendime, Dilek’e o minik defteri ulaştıramadan gitti. Evet gitti, kimse inanmadı, uzun süredir yan yana gelmeyen nice dostu hala varmış gibi demek dışında teselli bulamadı, biliyorum hala kabullenemedi… Bilgece dostluğumuzun, aylardır her gün her gece konuşmamızın, gülüşmelerimizin, dertleşmelerimizin görüntülü sohbetlerle uzun telefon konuşmalarıyla son günlere dek sürmesi yüzünden belki de beni gittiğine, yokluğuna daha çabuk inandırdı… Beni benle bıraktı…

Yokluğuyla dahi var eden kadındı Dilek… Zarif bir hamleydi, salon kadını çizgisini bozmadan… Konserlerde pür neşe çılgınlıkları kimselere bırakmadan… Nazikçe, usulca, gitmeyecekmiş gibi bunu da aşar dediğimiz bir zamanda… Her ölüm erken ölüm evet… Dilek’in yokluğu, ölüm değil… Yokluğuyla dahi var eden bir güzel gülüş… İçimde boşluk… Şimdi görse amma da duygusala bağlamışsın diyecek gibi… İçerikten yoksun bir yazıya, laf olsun raporuna çekinmeden çizikleri atacakmış gibi… Terslenecek bir şey bulduğunda temellendirerek net şekilde rest çekecekmiş gibi… Bana nazı geçeceğini bildiği için beni önemsemiyorsun diyecekmiş gibi… Evet hala kendi kendime konuşmayı bana ceza olarak bırakmış gibi… Boşluğum benim. Can eriğimden Dilekim’e, sayın Kumcu’dan avkat hanıma sana nasıl seslensem bilemiyorum. Cesaret edebildiğimde yazmaya, yazdıklarımızı, konuştuklarımızı sevgili dostlarınla paylaşmaya, yarım kalmış bir projeyi tamamlamaya gayret edeceğim…

Yeter ki sen uykusuz gecelerimde düşler arasında gel ve konuşmaya, o güzelim kahkahalarını atmaya devam et…

Sevgiler.