Küçükken Pazar günlerine dair derin bir kasvet geliştirmiştim. Yaşıtlarımın aksine okulun açılacağı Pazartesi günleri, sabırsızlıkla beklediğim yeni bir başlangıçtı. Bu kasvete o dönem TRT’de yayımlanan [adını anımsayamadığım] yabancı bir dizi neden olmuştu. Amerikalı bir aile Mısır’a tatile gider. Onlara Piramitleri gezdiren kılavuz kötü niyetlidir ve yolun yarısında anlaştıkları paradan fazlasını ister. İsteğini kabul ettiremeyince aileyi Piramit’in içinde bırakır ve ortadan kaybolur. Tam o esnada gezegenler tarihte son derece nadir yaşanan bir dizilime geçer. Farklı bir evrenin kapıları açılır ve aile kendini çok daha derin bir labirentin içinde bulur. Kaç bölüm sürdüğünü hatırlamadığım bu dizi boyunca ailenin diğer evrende başına gelenleri izleriz. Maceraların alt metninde [muhtemelen] o dönem Amerikan toplumunun tartışmakta olduğu eşitsizliklere dair mesajlar da geçer. Sonra aile zor olanı başarır ve kendi [zaman] evrenine geri döner. Hem de kendi normal dünyalarından tam ayrılmış oldukları ana. Dizi boyunca yaşanan onca şey aslında hiç olmamış gibidir. Zamana dair bu tedirgin edici kırılganlığı duyumsamak benim için Pazar günlerini zamanın beyhude akışına tanıklık ettiğim bir durağa dönüştürmüştü. Sonra geçti.
Mart’ın ortası itibariyle içine savrulduğumuz, günlerin yavaş fakat haftaların hızlı geçtiği ve bizi nereye çıkaracağını kestiremediğimiz garip bir zaman tünelinde yol almaya başladığımızda, kendini bir süredir hissettiren çocukluğumdaki o kasvet duygusu üzerine düşünmeye başladım. Takip edebildiğim kadarıyla bu bekleyişe dair en büyük sancılardan biri evinde kalma imkânı olanların hayata dokunabileceği bir köprü olarak dışarıya açılan bir mekâna [balkon, teras, bahçe] sahip olup olmadığıyla ilgili yaşanıyor.
Ankara’ya ilk taşındığımda bu kenti bana sevdiren en önemli şeylerden biri teraslar olmuştu. Kızılay’da toplantı yaptığımız o küçük ofis-dairelerin camlarından bakarken; Bülbülderesi’nden, Kennedy’den, Nenehatun’dan, Cebeci’den, Maltepe’den onlarca farklı rotadan Kızılay’a yürürken gözüme ilişen, bir dönem apartman mimarisinin özgün şapkası teraslar. Ankara’ya taşındıktan yıllar sonra ilk kez Gülseren Sokak’ta [Maltepe] çok da özgün bir terasta kalmıştım. Apansız evsiz kalışımızın denk geldiği okuldan bir arkadaşımla birlikte, eski bir apartmanın en üst katındaki bu evin benim için en olağanüstü yanı “müstakil teras” olmasıydı. Ev kutu gibiydi [1+1,5] ama çevresinde dört dönebildiğimiz bir terası vardı. Apartmanın kiremit çatısının içine oturtulmuş olduğundan yan binalardan gözükmeyen, gökyüzünün tam da altında bir teknede gibi yaşadık iki yıl. O zaman bu şehirde neden bu kadar teras olduğu bana anlaşılır gözükmüştü. Evet, Ankara’da deniz yoktu ama birbirinden güzel gökyüzü-güvertelerinden bir filo taşıyordu şehri maviliklere.
Sonra [gitmeler ve gelmeler] arasında biraz daha geçti yıllar. Temelli olmasını umarak döndüğümde ve tercih etme şansım olduğunda tekrar teraslı bir ev bakmaya başladım. Bazıları bunun gençlik yıllarına faydasız bir öykünme olduğunu söyledi. Bazıları yazların sıcak ve kurak, kışların ise soğuk ve yağışlı geçeceğinden bahsetti. En anlayışlısı nasılsa bir iki yıla hevesimi alacağıma güvenip destekler oldu. Hepsine kısmen hak veriyordum. Sonra tam da istediğim gibi mahalle dokusu yaşayan bir semtte yine oldukça özgün bir terasa denk geldim. Müstakil değildi ama gördüğü yeşil boşluk ve arkasından yükselen Ankara Kalesi manzarasıyla benim için geçmişte kalan o güverteye bir dönüş olmuştu.
Ömrümün ikinci terasında iki yılı geride bırakmaya hazırlanırken evle kurduğum mekânsal ilişkide hala yolunda gitmeyen bir şeyler vardı. Teraslı bir ev bakınırken nostaljik bir salınım peşinde değildim, ama Ankara’yı yine bir güverteden izleme düşüncesi bana iyi gelmişti. Sonra kendini gerçekleyememiş bu beklentinin ev ve benim dışımda memleket gibi yapısal nedenleri olduğunu anlamaya başladım. Bir şeylerin ruhu [Behzat Ç.’nin deyişiyle] çürümüştü ve bir gökyüzü-güvertesinde olmak dahi beni Ankara’da yaşıyor hissettirmiyordu rtık. Taşındığımın ikinci haftası çaprazdaki eski bir bina yıkıldı ve yerine yenisi yapılırken sadece kendi bahçesindekileri değil terasa dokunan bizim bahçedeki bir ağacı da götürdü. Birinci yılın sonunda bu defa yandaki bina bahçesindeki yabanileşmiş gül ağacı ve benim terasımın yaslandığı bir duvarı da götürerek yıkıldı. Yeri hala bir mezar gibi boş duruyor. Çocukluğumdan zamana dair duyduğum o kasvetli his kendini yeniden hissettirmeye ilk defa o zamanlar başladı. Yaşıyorduk ama zaman geçmiyordu. Bir şeyler mütemadiyen yıkılıyordu ve yerine gelenler boşluğu soluğa yer bırakmaksızın dolduruyordu. Bekliyorduk ama bu labirentten bir çıkış olup olmadığını öngöremiyorduk.
Sonra salgın baş gösterdi. Başlarda ne olduğunu çok anlamadım. Evlere kapanmamız gerektiğinde ilk birkaç hafta derin bir kaygıyla yaşadım. Sonra başımıza ne gelmekte olduğunu kavradıkça yeni “normal” koşullara dair bir akış oturdu yaşamımda. Evle kurduğum ilişki de [mecburen] bir hukuka kavuştu. Şimdi karaya ne zaman çıkacağımızı pek kestiremediğimiz ama umutsuzluğa da teslim olmadığımız bu yolculukta güverteyi temiz tutuyorum. Evin diğer sakini Müzeyyen [kedi] ile birlikte gün döngüsüne göre güvertede bolca vakit geçiriyoruz. Sabahların erken vakitleri ve ikindilerimiz çok kıymetlendi. Endişelerimizi hissettirmemeye çalışarak sevdiklerimize uzaktan el sallıyoruz. Bu tuhaf kapanmayı; balkonlara, teraslara, apartman ardı/arkası bahçe ve kot farkı kuytulara hala sahip olabilen bir kentte yaşadığım için kendimi kutlu sayıyorum.