edebiyat

Elmas Pazarı ya da orijinal adıyla Diamonds Bid Ankara’da geçen bir polisiye. Ben kitabı daha ziyade 1962 Ankara’sına dair ipuçları bulma umuduyla okudum ve beklediğimden fazlasını buldum. Kentsel ve toplumsal ayrıntıların yanı sıra, dönemin politik atmosferinin hikayenin temel bileşenlerinden biri olduğunu keşfetmek sürpriz oldu.

Julian Rathbone üç yıl Türkiye’de İngilizce öğretmenliği yapmış bir İngiliz; 1960 sonrası bir süre Ankara’da yaşamış. Nur Arslan ve Alp Vural adında iki üst düzey polisin sabit karakter olduğu, Türkiye’de geçen bir dizi polisiye yazmış. İngilizce olarak 1967-1975 arasında yayınlanan beş kitap, 2001-2002 arası Oğlak Yayınları tarafından Maceraperest Kitaplar serisi kapsamında Türkçe’ye çevrilmiş: Elmas Pazarı, Ölüm İlacı, Bıçak Atmada Üstüme Yoktur, Sonuncu El, Tuzak. Serinin ilk kitabı olan Elmas Pazarı, 27 Mayıs’ın ikinci yıldönümünü kutlamaya hazırlanan Ankara’da başlıyor, bir ara İstanbul’a uzanıyor ve geri dönüp finali Ankara’da yapıyor.

Kitabı okurken film noir ya da Türkçe’de yerleşmiş tabirle kara filmler canlandı gözümde. Elleri pardösüsünün cebinde, ağzından sigara düşmeyen dedektifler, türün klasiği haline gelmiş ‘femme fatale’ kadınlar, kıskanç kocalar, rüşvet yiyen polisler, gece kulüpleri, kötü oteller, 57 Chevrolet’ler, takside, trende geçen aksiyon sahneleri…

Elmas Pazarı’nda bunlara ek olarak bir de Türkiye’ye özgü politik bir katman var. Adalet Partisi’nin Demokrat Parti ile organik bağı, ordu-devlet-organize suç örgütü üçgeninde kirli ilişkiler ve diyaloglara yansıyan politika: “Modern Türkiye’de bile siyasal amaçlarla gerici hocalara destek veren bir politikacınız vardı.” der başkarakter; üst düzey polisin yanıtı şöyledir: “Ve bir adada asıldı.” Tüm olay kurgusu 27 Mayıs’ın ve devletin önemli figürleriyle örülü bir suikast hikayesine bağlanır. Kitabı okumak isteyenler için sürprizini kaçırmayayım ama, kitabın kapağında yer alan eski Kızılay Binası’nın finalde başrolü üstlendiğini belirtmek isterim.

1950’lerde Kızılay. Kaynak: BYEGM Arşivi

Romanın başkarakteri Smollet de, yazarın kendisi gibi, DTCF’de İngilizce öğretmenliği yapan bir İngiliz. Bir gece aşırı hızdan karakolluk olduğunda, tesadüfen tanık olduğu bir rüşvet olayı yüzünden kendisini politikacıların ve askerlerin de karıştığı çok daha büyük bir komplonun içinde bulur. Bu kaçma, kovalama, avken avcı olma sürecinde Smollet, Ankara’da birçok semtte ve mekanda dolanır. Yazarın bir süre Ankara’da yaşadığı için kenti iyi bildiği açık. Hikayede mekanların sadece fiziksel tasvirleri değil, ekonomik, politik, sınıfsal kimliğine dair ifadeler de var. Bahçelievler, üst düzey bürokratların ikamet ettiği yeni bir semttir. Gençlik Parkı nezih ortamıyla Ankara’nın gurur kaynağıdır. Atatürk Bulvarı bir kurdele gibi uzanarak şehri ikiye bölmektedir. Ama tüm bu yenilik ve nezihlik yan yollara sapıldığında sona ermekte, kaldırımları kırık yollar gecekondulara veya doğrudan bozkıra uzanmaktadır. Bulvar, resmi dairelerin yorgun memurlarının, kaleiçi yoksul çocukların mekanıdır. Dikmen ve Ayrancı bağları yavaş yavaş yerini müteahhit işi apartmanlara bırakmakta, yaşlı bağ sahipleri dirense de çocukları ranta teslim olmaktadır.


27 Mayıs 1960 Kızılay

Atatürk Bulvarı Ankara’nın olduğu kadar kitabın da ana aksını oluşturur. Çevresinde şekillenen ve o bölgeye adını veren Bakanlıklar, bulvar boyunca sıralanan büyükelçilikler ve nihayet Cumhurbaşkanlığı Köşkü ile son bulan bu ana aksın politik kimliği, 1961’de TBMM binasının tamamlanması ve meclisin de taşınmasıyla iyice pekişir. Devletin yeni ikametgahı ve siyasetin merkezi artık burasıdır. 27 Mayıs öncesi Demokrat Parti protestolarının, 555 K eyleminin, polis müdahalelerinin, gözaltıların mekanı olan Kızılay, 27 Mayıs sonrası bu kez kutlamalara ev sahipliği yapar. Başkarakter Smollet kitapta o güne dair gözlemlerini şöyle aktarır: “O akşam sokağa çıkma yasağı kalktıktan sonra eski rejimi deviren askerleri öpüp tebrik eden kalabalığın arasına karışmıştım. Bunların haftalar önce aynı kalabalıkları süngülerle, göz yaşartıcı bombalarla, hatta ateş açarak dağıtan aynı askerler olduğunu düşünmüştüm.”


Kızılay Binası ve Soysal Apartmanı, 1959

1962’nin Kızılay’ında, şimdiki Kızılay Avm’nin yerinde eski Kızılay binası ve bahçesi vardır. Karşısında şimdiki Soysal İşhanı’nın yerinde Soysal Apartmanı yer alır. Diğer köşede gökdelen diye bilinen Emek İşhanı henüz inşa halindedir. Güvenpark’ın ağaçları daha küçük, Atatürk Bulvarı üç şerit ve göbekten sağa sola her yöne dönülebilir durumdadır. Elmas Pazarı’nda Kızılay civarındaki birçok mekan başkarakterin uğrak yeridir: British Council, Haşet Kitabevi, Divan Otel’in restoranı, Süreyya Gece Kulübü, Bulvar Palas, Modern Palas ve karşısındaki sinema (adı belirtilmemiş).

Sevgi Soysal’ın on yıl kadar sonra oturup kavak ağacının devrilişini izlediği ve Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’ni yazdığı Piknik de, başkarakter Smollet’in sıkça gittiği yerlerden biridir. Öğlen gidip büyük açık pencerenin kenarındaki küçük masalardan birine oturur, midye tava ve bira sipariş eder: “Ayakkabılarını boyatan düzgün giyimli işadamlarını, badem gözlü memur kızları ve alışverişten dönen orta yaşlı ev kadınlarını seyrederek oyalandım.”

Ankara’ya ulaşma, kavuşma veya ayrılma noktası olarak simgesel değeriyle birçok romanda yer alan Ankara Garı, Elmas Pazarı’nda da başkarakterin İstanbul’a gitmek için kuşetli trene bindiği yerdir: “Gar’ın giriş salonu büyüktür ve bir başkente uyar. Asıl istasyon ise küçüktür ve trenler ya batıya ya da doğuya gider, yalnızca iki platforma ihtiyaç vardır.”


Gar Gazinosu. Kaynak: BYEGM Arşivi

Yaz gelince Ankara terk edilir, tozlu, sıcak bir hayalet şehre dönüşür. Meclis kapanır, büyükelçilikler ve büyük firmalar İstanbul ofislerine taşınır, eğlence yeri sanatçıları sayfiye kentlerine gider. Ama yaz başında, Mayıs sonları gibi, Gar Gazinosu hoş bir yerdir. Kışın kötü aydınlatılmış bir ambara benzeyen, milyonerin bir altı Türk işadamlarının uğrak yeri olan Gar Gazinosu’nda, yaz başında masalar bahçedeki taraçalara taşınır. İtalyan orkestrasının çaldığı dans müzikleriyle başlayan taraça geceleri, sırasıyla oryantal dansöz, donuna kadar soyunan erkek striptizci ve akrobatların gösterisiyle devam eder; çaça, twist ve slow dansla sona erer.

Başkarakter Smollet, bir İngiliz olarak Türkiye’deki çayı; “Kahverengi, sıcak, sütsüz ve bakır çay tabağında iki kesme şeker ile” küçük bardakta içilen çay olarak tarif eder. Üst düzey polis Nur Arslan’ın Bahçelievler’deki evine giden Smollet, konuk ağırlamaya ilişkin gözlemlerini de aktarır: Misafir odasına alınması, odadaki en büyük koltuğa oturtulması, önüne konan küçük sehpa, kolonya, kahve, tatlı bisküvi, lokum, sigara ve bazen likör ikramı, reddetmenin zor olduğu ısrarlar… Bir başka vesileyle de “Bir Türk’ün size kahve ya da çay ikram etmemesi, sizden gerçekten nefret etmesi anlamına” gelir demektedir.

Julian Rathbone kitabın başına tüm karakterlerin ve resmi kurumlara ait anlatımların kurmaca olduğu notunu düşmüş. Ama birçok detayın gözlemlere dayandığı ve dönem Ankara’sıyla ilgili ipuçları içerdiği açık. Elbette hikayenin üst-orta gelir grubundan bir yabancının gözünden anlatıldığını ve tanık olduğumuz Ankara’nın onun Ankara’sı olduğunu unutmamak gerek.


*Polisiyeler için kullanılan sinema terimi “film noir”e atfen.