Memlekette pek çok şey hızla değişiyor, dönüşüyor, sokaklarımız, şehirlerimiz, okullarımız, aslında tamamen hayatımız. Sağlık alanı da azade değil elbet bu değişimden, hatta belki de en çok “dönüşen” en çok da yitirenlerden bir tanesi. Biz Ankaralılar da yakın bir zamanda bu dönüşümün oldukça kritik bir evresine fiziken tanıklık edeceğiz; nur topu gibi iki şehir hastanemiz nihayet açılacak ve “hizmet” sunumuna başlayacak: Bilkent ve Etlik Şehir Hastaneleri.
Biz hekimler epeydir dönüşümün kara tahtası, neoliberal arzunun o belirli nesnesiydik aslında. Sağlık politikalarında müşteri memnuniyetinin ana belirleyen olduğu son 15 yılda, önce koruyucu sağlık hizmetlerini rafa kaldırdık, performansımızla sınandık, neredeyse üretim bandındaymışçasına tedavi üretmemiz beklendi, sonunda hastamızla aramıza paralar ve dağlar girdi.
Karlılık ve müşteri memnuniyeti mi, kaliteli sağlık hizmeti mi..!
Şimdi de hem hastalarımız, hem biz hekimler, hem de tüm şehirliler olarak dönüşüm dayatmasının ikinci evresini, mekansal ve işletimsel dönüşümü yaşayacağız. Ama tam olarak ne yaşayacağımızı tabii ki biz de bilmiyoruz, zira 2015 yılından beri Ankara’da yapımı süren şehir hastaneleri ile ilgili değil sağlık çalışanlarından görüş almak, ne yapıldığı bile bir sır gibi saklandı. Yakın zamana kadar hastanelerin nasıl işletileceği, kaç yataklı olacağı, hangi hastanelerin taşınacağı gibi konular hakkında tam bir bilinmezlik söz konusuydu, bilgi olmayınca da ortaya çıkan boşluk, kulaktan kulağa aktarılan bilgi kırıntıları ve fikir yürütmelerle, bilgisizce ama endişe ve korkuyla dolduruldu. Geçen sene açılan görece büyük Mersin ve ardından Adana Şehir Hastaneleri ile ilgili aktarılan deneyimler ve bakanlık ve inşaat firması tarafından yapılan açıklamalar ise sağlık çalışanlarının kötümser öngörü ve endişelerini doğrular nitelikteydi. Kamu özel ortaklığında hastaneler planlanırken yine farazi bir müşteri memnuniyeti kıstası ve karlılık ön planda tutulmuş, hizmetin nasıl sunulacağı üzerinde çok durulmamış, sunana fikir soran da tabi ki olmamıştı.
Fotoğraf: Ayşe Gülkızı
Ankara dışında açılan ilk şehir hastanelerinde çalışmaya başlayan hekim grubunu en çok şaşırtan ve zorlayan konu, hastanelerin devasa büyüklüğü olmuştu. Normal şartlar altında hastanelerin uygun çalışabilmesi için optimum yatak sayısı 100-600 yatak iken, Mersin Şehir hastanesi 1250 yatak, Adana Şehir Hastanesi de 1550 yatak ile açıldı (Ankara Bilkent Şehir Hastanesinin 3660 yatak ile, Etlik Şehir Hastanesinin 3566 yatak ile açılması planlanmakta, ki her iki hastanedeki toplam yatak sayısı da Numune Hastanesi, Hacettepe Hastanesi ve İbni Sina Hastanesinin toplamından fazla!). Hem hizmet kalitesini arttırmak için mekanların büyütülmeye çalışılması, hem çeşitli ticari işletmelerin (marketinden tutun da pastanesine kadar) mimari plana eklenmesi, hem de şehir içinde hizmet veren tüm hastanelerin tek bir alana toplanmasının sonucunda ortaya sonu gelmez koridorlar ve katlarla, bir birimden diğerine ulaşmanın neredeyse imkansız hale geldiği devasa kaotik bir bütün ortaya çıkmıştı. Sabit yerlerinde sabit poliklinik hizmeti vereceği farz edilen hekimlerin acil müdahale veya konsültasyon istenen durumlarda acil servislere, yataklı servis ve yoğun bakımlara bu dev mesafeleri aşarak nasıl ulaşacağı düşünülmemiş, bu durumda geçecek vakit kaybı sonrası hastaların göreceği tıbbi zarar öngörülmemiş, belki de önemsenmemişti. Doktorların birbiriyle iletişim kurma, fikir sorma, hasta danışma ve görüşme olasılıkları da mekansal olarak böylece yok edilmiş, sisteme uygun şekilde tek tek odacıklarında tek başına birimcikler halinde çalışan hekimciklerin yeni sisteme pek de uygun olduğu düşünülmüştü belli ki, ne de olsa hekimler dayanışınca illa tatsızlık çıkıyordu, ayrılıktan huzur çıkardı belki.
Hastanelerdeki birimlerin sadece birbirine uzaklıkları değil tek tek kullanımları da zordu, aciller ve yoğun bakımların tıbbi müdahaleler öngörülmeden düzenlenmiş olması, ambulans giriş-çıkışlarının sorunlu olması, hatta bazen olmaması(!), açılışta malzeme alımındaki yetersizlikler, hekimlerin tıbbi müdahalelerini zorlaştırdı, var olan eksikler dile getirildiğinde ise hekimlerin çözüm bulmaları istendi, sorumlulukları olmadığı halde şartnameler ve toplantılarla soruna çözüm arayan hekim arkadaşlarımız ise çabalarının önemli bir kısmının sonuçsuz kaldığını gördüyse de havanda sular dövülmeye devam edildi, “siz yine başvurunuzu yapın”lar, “hele sene başı olsun bakarız”lar ile vakitler geçirildi, bazı kervanlar yolda düzülürdü çünkü.
İki başlı yönetim, doktorlar bakanlığa, hizmetliler şirkete bağlı…
(nedense) Hekimlerin çözmesi beklenen bir başka konu da yardımcı sağlık personeli ile ilgili sorunlar oldu. Şu an kullanılmakta olan hastanelerdekinin tersine şehir hastanelerinde yardımcı personel hastanenin değil hizmet veren şirketin personeli olarak görev yapmaktaydı, personel sayısı yetersiz ve personel deneyimsiz idi, üstelik görevlendirilmesi de hastane değil işletmeci şirket tarafından yapılıyordu ki bu da işleyişte uyumsuzluklara, zorluklara ve aksamalara yol açıyordu. Her hizmet için personelin çağırılması gerekiyor, bir personelin görevlendirilip gerekli birime ulaşması kimi zaman 15-20 dakikayı buluyordu. Bu nedenle özellikle acil durumlarda yaşanan tıbbi aksaklıkların muhatabı da, sorumlusu da, düzeltmesi beklenen kişiler de aslında personelin idaresi konusunda herhangi bir yetki sahibi olmayan hekimler oldular. Pek çok durumda hekimler tek başlarına tüm sağlık hizmetini vermek durumunda kaldılar, hastanelerin hem hekimi, hem yöneticisi, hem sekreteri, hem postası oldular da yine yaranamadılar.
Fotoğraf: Ayşe Gültekingil
Hastanelere atanan hekimlerin özlük koşulları ise hiç konuşulmadı, hekimler atandıkları yerde çalışmaya başlayınca parlak paketli şehir hastanelerinin paket kağıdının parasının kendi ceplerinden çıktığını fark ettiler. Hastanelerin firmalara yapması gereken ödemeler yüzünden döner sermaye azalıyor, randevulu hizmet vereceği söylenen hastanelerde kamunun özele olan borcunu ödeyebilmesi için planlananın çok üstünde randevusuz hasta bakılması hastane yönetimleri tarafından zorlanıyor, yeterince hasta bakamayan hekimler maaşlarında belirgin düşüklük olduğunu fark ediyorlardı. Yemekhaneye verilen ücret bir anda 3 katına çıkmış, kantinden çay içmenin bedeli herhangi bir lüks kafe ile eşdeğer olmuştu, hastane sol eliyle verdiğini sağ eliyle geri alıyordu zaten. Ekonomik sorunların yanında çalışma şartları da vaat edildiği gibi iyileşmek şöyle dursun kötüleşmişti. Pek çok birimde hekimlerin dinlenme odası mevcut değildi, zaten dinlenmek neydi? Birimleri birbirine zaten fiziken uzak olan hekimlerin bir de yönetimler tarafından rekabete zorlanmasının sonucu izolasyon ve yalnızlıktı. Çalışanlar için çalışma koşullarının zorlaşması nedeniyle iş bırakma ve yüksek maliyetleri karşılamak için küçülme sonucu işten çıkarılma oldukça yakın ihtimaller haline geldi, gidenlerin ardından kalanlara iş yükünden daha büyük bir dilim düşecekti elbette.
Uzman hekimlerini düşünmeyen şehir hastaneleri asistan hekimlerin varlığını bile unutmuştu. Araştırma görevlilerinin buralarda nasıl eğitim alacağı veya çalışacağına dair herhangi bir planlama yapılmamış ve şimdiye kadar açılan hastanelerin işleyişine asistanlar dahil edilmemişti. Ankara’da açılması planlanan şehir hastanelerine ise eğitim araştırma hastanelerinin büyük bir kısmının taşınacağı öngörülmekte, ancak burada eğitim alan asistanların bundan sonraki durumunun ne olacağı sorusunun cevabı şu an için tamamen meçhul.
Hastanelerin şehir merkezlerine uzaklığı ise tüm şehir hayatını ilgilendiren ve şehirde yaşayan herkesin hayatını zorlaştıracak kadar ciddi bir konu olarak ortaya çıkmıştı. Şehir içinde kendilerine yakın sağlık merkezi bulamayan hasta kişilerin upuzun mesafeler giderek sağlık hizmetine ulaşması bekleniyordu, özel aracı olanlar trafik çilesi çekseler ve vale otopark ücreti ödeseler bile yine bir parça şanslıydılar, zira toplu taşımla hastanelere varmak uzun ve zorlu bir yolculuk gerektiriyordu, bu yolculuğa çıkamayacak kadar hasta olanlar için çözüm yine yoktu. Acil sağlık hizmeti sunan ambulansların da hastaneye varmaya çalışan bu insan ve araç trafiğini aşıp hastaları nasıl müdahale için zamanında yetiştirecekleri yine planlamada üstünde durulmayan konulardan idi. Ankara’da açılacak şehir hastanelerinin de büyüklükleri ve ne kadar trafik yoğun bölgelerde konumlandıkları düşünüldüğünde hem şehirliye, hem de hastaya vereceği zararı tahmin etmek hiç de zor değil.
Önümüzdeki yıl itibariyle, yaşam alanımıza yakın bazı hastaneler kapanacak ve uzak iki büyük hastaneye gitmek zorunda kalacağız.
Ankara Şehir Hastaneleri önümüzdeki sene açılacak, 13 hastane birden orda bir hastane var ya uzakta, işte oraya taşınacak ve artık arka sokağımızda bir hastane olmayacak, öte binada bir doktorumuz olamayacak. Artık hastaneye gidip hizmet satın alacağız, hastaneye gideceksek ya arabamız ya kocaman bir sabrımız olacak. Artık toplumun bakıma muhtaçları bakıma daha da muhtaç olacak, artık hekimler daha yoksul, daha mutsuz ve daha yalnız olacak. Hakkımız olanı bizden bir defa daha alacak, bir defa daha ulaşılmaz olanı güzel gösterip kandırmaya çalışacaklar, oysaki elimizdeki avucumuzdaki kum taneleri giderek azalacak. Azaldıkça kum taneleri, umudumuz da azalacak mı? Yine duyulmayan sesimiz, bize dair, şehrimize dair sorulmayan fikrimizle baş başa mıyız? Bu şehir her gün biraz daha mı gri olacak?
Olmayacak. Olmaması elimizde. Ne derse desin muktedir, bizi hangi hayallerle kandırmaya çalışırsa çalışsın, hala gerçeği gören gözlerimiz, itiraz edecek sesimiz ve az buçuk yüreğimiz oldukça bu şehir benim demeye ve itiraz etmeye devam edeceğiz. Çünkü hala varız, hala buradayız.