balkon

 

 

 

 

 

 

 

Shakespeare, Goya, Medici Florensası ve çok daha fazlasını içeren bir yolculuk. Bu karantinanın kahramanı olduğunu kanıtlayan mimari öğeye hürmetle.

Çeviri: Halil Can İnce ve Duygu Gören

İster bir zanaat işi, ister bir mekân, isterse de (türlü sosyal münasebet için her daim mükemmel bir yeri temsil ettiğinden) özel bir yer olsun, balkon; karantinanın, mecburi kapatılmanın ve keyif kaçıran hashtaglerin mahzun zamanında bir başkahramandır. Dahası balkon, kaçışın imkânsızlığıyla karşı kaşıya kaldığımızda, kendi evimizin içinde otururken aynı zamanda dışarıyla ve ne kadar uzakta olsalar da diğer insanlarla temasta kalmamızı sağlayan, duvarın hemen eşiğindeki bir ara mekândır. Üstelik tam da burada hareketsiz, sınırlandırılmış, sabit dururken “Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana karşılaştığı en büyük meydan okumaya” tanık olmaktayız. Şimdi bir balkonu olanlar öncesinde hiç ona sahip değillermişçesine keyfini sürerken bir balkonu olmayanlar da her şeyden çok onun özlemini duyuyorlar.

Balkon: bir yapının üst katlarından dışına eklenmiş etrafı duvar veya korkuluk ile çevrili yer (Cambridge Sözlük)


Figure 1: Balkondan konuşan komşular, 2020, EPA

Bugün bir balkona ya da terasa sahip olmak hiç olmadığı kadar bir ayrıcalık göstergesidir. Yalnızca temiz hava solumamızı ve şehri (dünyayı!) gözlememizi sağladığından değil, aynı zamanda “gözlem”in bir anda –tılsımlı bir biçimde- “katılım”a dönüşmüş olmasından dolayı. Oldukça kısıtlı bir katılım elbette fakat yine de bugünün imkânları ölçüsündeki en etkin müdahil olma biçimi.

Balkon, en modern ve demokratik işlevini birkaç günde geri kazandı: katılımcılık işlevi. Akıllı haberleşme bolluğu arasında şimdi bir kez daha onu “kablosuz telefon” gibi kullanırken, birbirimizin gözlerinin içine bakma ihtiyacını hissetmeye başladık. İtalyan karikatürist Makkox’un da söylediği gibi, ne de olsa “balkonlar ilk sosyal medya mecralarıydı” ve kendimizi komşularımızın meraklı bakışlarından korumak için kullandığımız sarmaşıklar ile bölme duvarlar ilk “kapak fotoğrafları” idi.

Pers’ten Sicilya’ya


Figure 2: Balkondaki Majalar,
Francisco Goya, 1808-1812

İlk kez İran ve Mısır’da tasarlanan balkon, minberinkine benzer kendine has törensel ve aynı zamanda hiyerarşik bir işleve sahipti: balkonun altında kalan kitleler üzerindeki bir kimsenin hâkim mevcudiyetini göstermek. Zamanla balkon ve onun büyük kardeşi olan teras yeni işlevler ve amaçlar edindiler. Localar gibi benzer mekânlar Antik Yunan ve (maenianum olarak adlandırıldıkları) Roma’da temelde rekreasyonel amaçlarla yaygınlaştılar: Forum civarındaki kamusal etkinliklere katılan yurttaşlar ne olup bittiğine ilişkin bu sayede daha iyi bir görüş alanına sahip olabiliyordu. Bununla birlikte, Orta Çağ’dan itibaren, kanalizasyon sistemlerinin yetersizliğinden de kaynaklı olarak balkon başka bir temel işlev de üstlenmişti: Benigni ve Troisi’nin başyapıtı “Nothing left to do but cry” filminin de hatırlattığı üzere, tuvalet işlevi.

Rönesans sırasında balkonlar gururla sergilenecek birer sanat eserine dönüştü. Balkonlar, başlıca hedefi işlevden ziyade estetik olan birer “statü sembolü” haline geldi.

Rönesans döneminin birçok sarayını, Vasari ve Raffaello’nun eserlerini; Floransa’nın, uzun kornişleri, korkuluklarının küçük sütunları ve tüm süslemeleri ters inşa edilmiş baş aşağı balkonlarını bir düşünün. Bu ters balkonlar, 1530’da, Alessandro de’ Medici’nin Floransa’nın dar sokaklarını daha uyumlu ve işlevsel hale getirmeye çalıştığı düzen ile alay etmek amacıyla inşa edilmişlerdi.

Veya daha sonrasının, 1500’lü yılların Venedik mimarisini, Palladio’yu, Scamozzi’yi bir düşünün…

Barok dönemde balkon nihayet heybetli cephelerin kompozisyonunu tarif etmede merkezi bir rol edindi: bilhassa karmaşık ve süslü demir korkulukların kullanımı giderek yaygınlaştı (mesela, Sicilya balkonları birer göz ziyafetidir!)

Göstermek ve kapatmak


Figure 3: The Balcony, Edouard Manet, 1868

Kendini üstün bir konumda göstermek daima yaygın bir pratik olagelmiştir ve ne yazık ki modern ve çağdaş zamanın en karanlık dönemlerinde kolayca yozlaşıvermiştir: kim bilir, kaç diktatör ve iktidar sahibi kimse her dem hürmet görmek için yüksek zeminlerden faydalanmıştır.

Ve biz mağluplar, aşağıdan yukarıya doğru bakarız: şöyle bir göz at, hayran ol ve dokunma.

Bu, Goya’nın 1800’lerin başlarından kalma ünlü tablosu Balkondaki Majalar‘a bakarken yaşadığımıza benzer bir duygudur. Balkonda dikilmek fahişeler için sıradan bir etkinliktir: doğrusu, “majalar” muhtemelen arkalarında belirsiz gölgeler gibi beliren namussuz kişiler veya itici ve kendini beğenmiş pezevenk “Celestina” tarafından balkonda “sergilenirdi”.

Kolektif belleğimizde yer etmiş, balkondaki diğer bir kadın örneği Shakespeare’in ünlü hikâyesidir. Romantik sevginin sembolü, önlenemez ve gururlu, her şeye ve herkese karşı savaşa hazır Juliet’in hikâyesi esasen balkonun başka bir işlevini de anlatır.

Burada, Juliet kendini göstermez: anne ve babası ile dadısı tarafından evde kalmaya zorlanan Juliet, Romeo’yla buluşmak için gizlenmeye, itaatsizliğe ve kendisi için katılımın ve itirazın mümkün olduğu tek yer olan balkonda bir sığınak bulmaya zorlanmıştır – o da tıpkı bizim gibi iradesinden bağımsız olarak eve kapatılmıştır.

Buna karşılık eve kapatılmak, pek çok hikâyede balkonlarda karşımıza çıkması tesadüf olmayan kadınlar için sıradan bir durumdur. Öyle ki, ante-litteram bir feminist olan yazar Christine de Pizan, Livre de la Cite des Dames’te (1405) kadınların özgür ve “erkeklerin erişiminden ve görüşünden uzak” olabileceği, kati suretle mutfağı bulunmayan ve bizim modern balkonlarımıza çok benzeyen bir dizi “galeri” ile birbirine bağlanan evler tasavvur eder.

Manet’nin 1869 yapımı ünlü eseri Balkon’da resmedilen yeşil korkulukların arkasındaki Parisli karakterler, bir yandan sokakta olup biteni gözlerken aynı zamanda seyredilmenin keyfini sürer. Bu balkon korkulukları bize dört karakterin de sosyal statüleri hakkında elzem bilgiler sunar. Balkonlar, Paris’in Haussmann tarafından cüretkâr biçimde yenilenmesinin ardından orman yangını gibi yayılmıştı. Islah edilmiş bir hıfzıssıhha namına 1853’ten 1870’e kadar Seine’nin valisi olarak hizmet veren Haussmann, şehrin eski, dolambaçlı sokaklarını yıkarak Paris’i 19. yüzyılın burjuva şehrinin zarif bir oturma odasına benzetecek bir biçimde, anıtsal cephelere ve balkonlara sahip şatafatlı binalar ile geniş düz bulvarlar yaratmıştı.

Hepsi farklı yönlere bakan, düşüncelere dalmış ve etrafta olup bitene aldırış etmeyen bu dört figür, sanki bir tiyatronun balkonundaymışçasına gösteriyi izlemekle yetinmeyip, utanmazca kendilerini de sergilemektedir.

Yirminci yüzyılın balkonu


Figure 4: ?, Kandinsky, 1924

İspanyolca’da olup bitene dâhil olmaksızın balkondan dikkatle seyretmek anlamına gelen “balconear”2 diye bir sözcük vardır. Balkonun uzunca bir süredir sahip olduğu işlevin ispatı niteliğinde bir manadır bu.

Bu davranış, genç nesillere “balconear (seyreyleyen) olmayı” değil “İsa’nın yaptığı gibi yaşama karışmayı” salık veren bir zamanların umulmadık devrimcisi Papa Francis tarafından da eleştirilmişti.

Ayrıca Boccioni’nin 1911’de, devrimci çağda, sembolik bir başlığa sahip bir resim yapması da tesadüf değildir: Sokağın bütün gürültüsü içinde3. Resim, bir balkonun korkuluklarına yaslanmış bir kadının sırtını göstermektedir; fakat tasvirde içerisi ve dışarısı tek bir varlıkta birleşir. Bu varlık, renklerin ve şekillerin binaları bükebilecek, gözlenen ve yaşanan hayat arasındaki boşluğu kırabilecek güçte muazzam bir duygusal coşku açığa çıkarır. Sanayi devrimiyle ortaya çıkan yeni tarihsel toplumsal bağlam göz önüne alındığında bu, artık kaçınmanın mümkün olmadığı, çok açık bir müdahil olma davetidir.

Birkaç yıl sonra, 1924’te, Moholy-Nagy, bazı Profesör dostlarından (Kandinsky, Klee, Schlemmer, Muche ve Feininger) Bauhaus’un kurucusu Walter Gropius’un doğum günü münasebetiyle Alman gazetesinde yayımlanan bir fotoğrafı gözden geçirerek düzeltmelerini önerir.


Figure 5: Dessau’da Bauhaus binası balkonunda
öğrenciler, Fotoğraf: Stiftung Bauhaus Dessau

Plastik ve kompozisyonal özelliklerin ötesinde görsel, balkon pervazına yerleştirilmiş megafonlu bir radyo alıcısının seçim sonuçlarını meydanda toplanan dikkatli ve endişeli bir kalabalığa yayımlayışını tasvir etmektedir.

Bu görselde rahatsız edici bir şeyler vardır: bir yandan Almanya’daki siyasal, ekonomik ve sosyal durum pek de iyiye işaret etmiyordu; diğer yandan, bir makinenin konuşmasını duymayı bekleyerek bir araya gelmiş kalabalık, makinelerin insanlığı yukarıdan kontrol edeceği yabancılaştırıcı ve canavarlaştırıcı bir geleceğin habercisiydi. Dünyanın dört bir yanındaki gazetelerin salgını durdurmak için cep telefonları ve uydular aracılığıyla toplumun olası bir kontrolünü tartıştığı bugünü düşündüğümüzde, bu oldukça ürperti vericidir.

Her halükarda, betonarmenin yaygınlaşmasıyla Art Nouveau’nun yüzyılın başındaki çiçekli desen açılımında açıkça görülebilen bir sonraki ihtişam döneminden sonra, daha az cömert, daha sade ve titiz formlar ile balkonu daha da yaygın bir hale getiren tam da bu dönemdi. Dessau’da bulunan Bauhaus’un yeni genel merkezinin balkonlarındaki profesör ve öğrencilerin ünlü fotoğrafları da bunun ispatıdır.

Kabul etmeliyiz ki bu her zaman yasal bir yaygınlaşma da değildi: İtalya’da 20. yüzyıl boyunca kim bilir kaç adet ruhsatsız balkon inşa edilmiştir.
Ortak balkon, yeni bir tür toplumsallık

Balkonun “üvey kardeşinin” -ortak balkon- iç alanda yaygınlaşması tam da 20. yüzyıla denk düşer. Bir binanın genellikle dış duvarının hemen dibindeki bir geçit yeri olarak işlevsel bir bağlantı öğesi olan ortak balkon, yeni bir sosyal konut türü olarak tanımlanıyordu. İtalyanca “casa di ringhiera”, mealen, bireysel konutlara erişim için ortak balkonların kullanıldığı “korkuluk evleri”, topluluklar arası sosyal ilişkilerin esas yeri haline gelmişti. Giysileri asmak, sigara içmek, malumat ve dedikodu toplamak ile avluda toplu etkinlikler düzenlemek için kullanılan bu yerler, mimari bir tipolojiden çok daha fazlasını ifade eden toplumsal yaşamın bir modelini tanımlamaktaydı: ortak balkon yaşamı.

Bu model, modern hareketin işlevselci modelinden kopan ilk ekip olan Team X’in doğduğu hareketli 60’larda revize edilerek köklü bir değişikliğe uğradı. Bu hareketin kurucuları arasında, başka muazzam şeylerin yanı sıra, balkona ve “sosyal makine” olan ortak balkona övgüler düzen Urbino University Colleges’in de yazarı olan bizim Giancarlo De Carlo da bulunuyordu.
Milenyumun balkonu


Figure 6: A casa di ringhiera in a picture
by Paolo Monti (Milano, 1970)

Bununla birlikte, 21. yüzyılın başlangıcında balkon (ve onunla birlikte teras), küstahça kapitalist ve giderek artan bir şekilde bireyci bir yönde dönüşen toplumun bir aynası haline geldi. Balkon artık diğer sakinlerle buluşulan bir yer olarak değil, özel bir şey olarak, evin içine dâhil olan ama aynı zamanda sokağa da bakan, kendinizi meraklı gözlerden ve nahoş seslerden koruyabileceğiniz bir yer olarak görüldü: ayrıcalık ve ihtişam ile eş anlamlı oldu. Küresel çağda genellikle biyo-iklim alanı olarak tanınmaz hale getirilen balkon, Milano da dâhil olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki şehirleri işgal eden bir yığın emlak tanıtım kampanyalarının başrolü hâline geldi.

Ve şimdi kendimizi evimizin içine hapsolmuş bu acıklı durumda bulduğumuza göre, sonunda [balkonun ne denli önemli olduğunun] ayırdına varıyoruz çünkü sözü edilen o toplumsal ilişkileri duyumsuyor ve istiyoruz.

Böylece, bir kez daha dışarıya, ıssız şehirlerimize yukarıdan bakıp “seyreylemek” değil; insani temas için gözü kara bir girişimde bulunmak, müdahil olmak istiyoruz.

Evden kurtulmak için balkondan atlamak istemeyeceğimiz, bunun gibi ya da bundan daha kötü durumların tekrar gerçekleşmeyeceği bir geleceği hayal etmek ve Koronavirüs sonrası hayatı inşa etmek için bize yardımcı olacak bazı iyi fikirleri duymaya ihtiyacımız var.

Öyleyse, Napoli merkezli video yapım ekibi The Jackal tarafından oluşturulan bir hashtag’i buradan yineleyelim: #restiamoaibalconi – #stayonthebalcony – #balkondakal


1 “A brief history of the balcony, from ancient Persia to the COVID-19 pandemic”, https://www.domusweb.it/en/architecture/2020/04/03/a-brief-history-of-the-balcony-from-ancient-persia-to-the-covid-19-pandemic.html
2 Kelimenin Türkçe anlamını tam karşılamıyor olsa da, metin bağlamında ‘seyreylemek’ (Bir şeyi seyretmek, geriden gözlemek -TDK) olarak okumak mümkün görünüyor, ç.n.
3 Yazının orijinalinde The Street enters the window olarak ifade edilen bu resim The Street Enters the House olarak da biliniyor. Resmin özgün ismi ise La Strada Entra Nella Casa (ç.n.)