sanat

 

 

 

 

 

 

Amerikalı halk şarkıcısı ve aktivist Pete Seeger 1973 tarihli pasajında1 resmin “oda içerilerinde asılacak dikdörtgenler” olma halinden özgürleşerek, sokaklarda halkın gündelik hayat içinde karşılaşabileceği duvarlarda yer almaya başlamasının öneminden bahseder; duvar resimlerinin insanlar arasındaki sözsüz ama dürüst bir iletişimin aracı olduklarını, bağımsız sanatçıların toplumsal ve politik konularda sisteme yönelttikleri güçlü eleştirilere olanak sağladıklarını ifade eder.

1970’li yıllarda Görsel Sanatçılar Derneği başkanı olarak pek çok kamusal sanat festivalinin örgütlenmesinde aktif olmuş ve sanatçı olarak duvar resimleriyle de festivallerde yer almış olan sanatçı Orhan Taylan ise duvar resimlerini sanat üzerine yazdığı metinlerde “Büyük nefesli çalışmalar” ve “başkaldırı sanatı” olarak sınıflandırır. Taylan’a göre demokratik ülkelerde “Büyük nefesli çalışmalar,” yönetimde görev alan demokrat ve ilerici hükümetlerin sanatçılara güçlü kamu kuruluşlarıyla destek vermeleriyle yapılabilir. “Başkaldırı sanatı” ise zaten oradadır; hak temelli demokratik talepleri olan ve eli fırça tutan herkesin etkinlik alanı olabilir.2

1970’li yıllardan bu yana duvar resmi kendini çoğunlukla “başkaldırı sanatı” formunda inşa etmiş, teknoloji ilerledikçe sanatçıların uygulamalarında estetik olanaklar gelişmiştir. Fikir, irade ve yaratıcı güç gibi yaşamın göbeğinden doğan unsurlar her zaman olmakla birlikte, iktidarın tahakkümünde olan izin ve para çoğunlukla yoktur. Adına “duvar resmi”, “mural” ya da “grafiti” ne derseniz deyin o kamusal sanat formu kentlerde kendi özerk alanını tutar. Kimseye sormaz. Öte yandan yerel yönetimler de kendi belirledikleri noktalara sanat eserleri ya da eser niteliği olmayan dekoratif uygulamalar sipariş etmeye devam ederler. Kimse kendi rotasından şaşmaz.

Geçtiğimiz yıl Ankara’da ilginç bir sapma oldu. Ardından bir karşılaşma, buluşmaya dönüştü. Ankara Büyükşehir Belediyesi Zabıta Daire Başkanı Mustafa Koç zabıtalar ile sokak sanatçıları ilişkisindeki ezberleri bozarak, sanatçılar Kara Gözüktü Kaptan, Cem Sonel, Devak, Brot, KidX ve Stak ile “büyük nefesli çalışmalar” gerçekleştirebilmeleri için bir araya geldi. Bu buluşmanın mimarı Arda Engin ile bu heyecan verici serüveni ve yeni AŞTİ duvarlarını konuştuk.


Arda Engin

Özgür Ceren Can: Ankara Büyükşehir Belediyesi (ABB) ve Ankara Kent Konseyi (AKK) iş birliğiyle 2021 yılında AŞTİ’de Duvar Sanatı Festivali düzenlendi. Bu festival fikrinin ortaya çıkmasında, olgunlaşmasında ve hayata geçmesinde önemli katkıların olduğunu biliyorum. Bu festivalin gerçekleşmesinde ve duvar resimlerinin AŞTİ’ye yerleştirmesinde nasıl bir karar alma süreci yaşandı?

Arda Engin: Bu soruya cevap vermek için kısaca “Sokaktaki Ankara”dan bahsetmek lazım. “Sokaktaki Ankara”; insanların birbirleri ile iletişime geçtikleri ve yaşadıkları kentin birer parçası oldukları ilk yer olan sokağı merkezine alan dünya başkentleri ile yarışan bir marka değeri oluşturmak amacı ile kurulan bir çalışma grubunun ürünü. Biz de Ankara Reklamcılar Derneği olarak bu çalışma grubunun etkin katılımcılarından biri olduk. İlk etkinliğimiz, “Sokaktaki Ankara” Ankara Mahalle Cadde ve Sokak Tabelaları, Bina Kapı Numaraları, Mimari Tanıtım Tabelaları ve Özgün Font Ulusal Tasarım Yarışması” oldu.3 Bu yarışma özellikle gençler olmak üzere Ankara’nın her kesiminden büyük ilgi gördü. Açıkçası jüri, seçmelerde bayağı zorlandı. Sonuçlar da Ankara Büyükşehir Belediyesi ve Ankara Kent Konseyi tarafından benimsenip hayata geçirildi.

Tabii “Sokaktaki Ankara” sadece bu yarışma ile sınırlanmış değil. “Sokaktaki Ankara”yı, başkentin 100.yılına kadar sürecek bir proje ve etkinlikler bütünü olarak tanımlamak doğru olur. Etkinlik başlıklarından birisi de “Ankara’nın Grafiti Dünyası”ydı. Bu başlığın temel amacı; Uzun zamandır dünya örnekleri ile eşgüdümlü grafiti ve mural üretmek için büyük mücadele veren Ankaralı sanatçıların yeteneklerini legal olarak ortaya koyabilmeleri, kentlinin sanat ile ücretsiz buluşmasının sağlanması, çağdaş bir iklim oluşturarak kentin sanat ihtiyacının karşılanmasına katkı sunmak olarak özetlenebilir. Projenin ilk adımı “AŞTİ” de atıldı. AŞTİ’nin seçilmesi benim fikrimdi. Burayı başkente gelen herkesi sanat ile karşılayıp, sanat ile uğurlayarak, “Sokaktaki Ankara”yı tüm ülkeye tanıtmak için bir fırsat olarak gördüm. Sevinç- hüzün, ayrılık- kavuşma gibi kuvvetli duyguların bir arada yaşandığı otobüs terminaline bir fon oluşturmak bana hâlâ heyecan veriyor… Tabi AŞTİ’yi yöneten BUGSAŞ4 Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Koç’un “Sokaktaki Ankara” çalışma grubumuza başkanlık ediyor olması ilk proje üzerinde oluşacak bürokrasi baskısının azaltılması gibi avantajları da yaşadık.

ÖCC: Politikacı, bürokrat ve sanat profesyonellerinden oluşan seçilmiş komisyonların kararları olarak kente dayatılan kamusal sanat eserleri ve etkinlikleri “paraşüt sanat” olarak eleştiriliyor. Kent sakini bu sürecin neresinde ve hangi nispette yer aldı? Sanatçıların bir kısmı Ankaralı ve onlar da kent sakini elbette ama AŞTİ de çalışan firmalarla nasıl bir ilişki kuruldu mesela?

AE: Dünyanın hemen her yerinde ve kamu tarihi boyunca “kamusal sanat”, kamu tarafından sipariş edilen haliyle günün iktidarının hoşuna giden işlerin yapılması olarak tanımlanabilir. Bunu tartışırken biraz geniş çerçeveli düşünmek daha doğru gibi. Sanat tarihinin en eski örneklerine -belki de kalıcı olan eserlerin büyük çoğunluğuna- baktığımızda da “paraşüt” etkisini görür müyüz? Mesela Michelangelo’nun Sistine Şapeli’nin tavanında yer alan “Ademin Yaratılışı” eseri “paraşüt sanat” olarak adlandırılabilir mi? Tartışmak lazım. Burada sanatçıyı da konuşmak lazım. Bence eserin başarısı, bu ve benzeri tanımlamaları ortadan kaldırır. Evet, kamunun imkân sağlarken yanında bazı dayatmaları da getirdiği açık bir gerçek. Çünkü kamu, sanatı bir iletişim aracı olarak kabul ettiği sürece bu çalışmalara imkân sağlıyor. Yurttaş ile sanat yoluyla iletişim kurmak istenmesi de abes değil. Sanatçı da yaratıcı gücü ve liyakati nispetinde bunu özgün, bağımsız ve çok değerli bir yapıta, evrensel bir mesaja dönüştürebilmekle beraber anıtsal bir gücü de yaratma şansını yakalayabiliyor.

Günün güncel olayı, Samsun’daki Onur Anıtına (Atatürk heykeli) yapılan saldırı. Yapımından yaklaşık 100 yıl sonra tüm ülke tarafından anıtın nasıl sahiplenildiğine şahit oluyoruz. Anıtın verdiği mesajın etkisini, toplum üzerindeki sarsılmaz gücünü görüyoruz. 1927 yılında Samsun valiliği tarafından Avusturyalı heykeltıraş H. Kriphel’e sipariş edilen anıtın sanatsal değeri de tekniği de tüm sanat otoriteleri tarafından bunca yıldır örnek gösteriliyor. Oysa, tipik bir “paraşüt sanat” örneği olarak karşımızda.

AŞTİ’deki çalışmaya gelince, Ankara’nın en iyi mural sanatçılarını davet ettik, büyük bir heyecan ile kabul ettiler. Bu çalışmada verdiğim en büyük mücadele, ortaya çıkacak eserlerin evrensel bir mesajı olan fakat özgün birer yapıt olmasını sağlamak üzere oldu. Evet, politikacılar ve bürokratlar bir iletişim aracı olarak yapılan işe ikna oldular fakat farklı beklentileri oldu. Kent sakinleri birer meraklı izleyici, fakat çekingen bir tavır ile takip ettiler. AŞTİ esnafı, önceleri çok garipsedi ve anlamlandıramadı.

Her açıdan da ezber bozan bir çalışma olması, sonucun olumlu etkisini de ikiye üçe katladı diye düşünüyorum. AŞTİ duvarlarını nitelikli bir çalışma olarak adlandıracaksak bunun tek sebebini sanatçıların yaratıcı ve özgün tavırlarında bulmak lazım. Bu çalışmayı bir iletişim fırsatı olarak gören ve sanatın gücünün özgünlüğünde saklı olduğuna ikna olan BUGSAŞ yönetimine de teşekkür etmek lazım.

ÖCC: Yerel yönetimlerin düzenlediği festivaller ya da böylesi projeler sanatsal merkezler dışında kalan kitleler için alternatif bir platform niteliğinde kuşkusuz ancak ülkemizde kamusal sanatın belediyelerle imtihanı bir tarafıyla hep problemli olmuştur. Sanatçıların bu projede yer almakla ilgili tereddütleri oldu mu?

AE: Maalesef çok doğru bir tespit bu. Sanat olgusunun doğru kullanılamaması, yapmış olmak için yapılması ya da ben yaptım oldu bakış açısı, birçok daldaki sanatçı için olumsuz tecrübeler, tatsız hikayeler ile dolu. Dolayısıyla sanatçı, kamu projesine ön yargı ile yaklaşıyor. Bu ön yargıyı kırmak öyle kolay olmadı. Ama sanırım, özgün olabileceklerine ikna oldukları gün projeye duyulan heyecan ve istek çok üst seviyeye ulaştı. Sanatçıların hepsine katıldıkları için ayrı ayrı teşekkür ediyorum bir kez daha.

ÖCC: Bir tema belirlendi mi? Temayı kim belirledi? Belediye ekibi bu süreçte eserlerin içeriklerine müdahale etti mi?

AE: Bir tema belirledik. Projeyi, “Sokaktaki Ankara” grubundan Ankara Reklamcılar Derneği’ni temsilen ben üstlendim. Bu süreçte ARD başkanı Bora Hızal ile bir iletişim kampanyası stratejisi hazırlar gibi çalıştık ve temayı “Ankara’nın yolculuğu” olarak belirledik. “Tarih öncesine dayanan bir yerleşimin yolculuğu” fikrini sanatçılar ile paylaştığımda bunu benimsediler ve yorumlarını özgürce çalışmaya başladılar. 6 parçaya böldüğümüz 2 km’lik duvara, Ankara’nın tarihsel yolculuğunu, geçmişten geleceğe taşıyan yorumlarıyla yansıttılar.

Belediye ekibine taslakları ilk sunduğumuzda direnç gördüğümüzü söylemem lazım. Beklentileri çok farklı, daha geleneksel, daha kısıtlı bir çerçeveyle sınırlıydı. Bunu bireyleri eleştirmek için söylemiyorum ama bürokrasinin kendini kör eden, tek taraflı politik bir geçmişi, dışına çıkmakta zorlandıkları kalıplaşmış sembolleri var. Oysa, bu köklü coğrafyanın sembol zenginliği göz ardı edilmemeli veya birbirleri ile yarıştırılmamalı. Türk siyasetinin parti istisnasız, yaralarından biri bu.

Fakat bunun yanında şunu vurgulamalıyım, bu bürokratların başında, 6 milyon Ankaralıya ayrım yapmadan kucak açan, sembollerle kendini kısıtlamadan çalışan bir Mansur Yavaş var. Onun tarafsız uygulamalarının açtığı kapı, benim sanatın özgünlüğüne olan inancım ve biraz da inatçı yapım, çok az bir müdahale ile taslağın onaylanmasını sağladı.

ÖCC: Bu müzakere arenasında kendine nasıl bir rol biçiyorsun? İp cambazlığı diyeceksin diye korkuyorum. Bir de şeyi sorayım bu rolü üstlenirken en çok zorlandığın yönü ne oldu?

AE: (Gülüyor.) Korkma kendime “ip cambazı” demeyeceğim. Evet kısmen öyle yapmış gibi olabilirim ama böyle tanımlamıyorum kendimi. Hatta kendimi nasıl tanımlarım diye düşünmedim desem yeridir. Şimdi düşündüğümde ise sanki sinema yapımcısı gibi çalıştım galiba, bütçesi, senaryosu, sanatçı seçimi, seti, dekoru, yemeği, ulaşımı, muhasebesi… Belki sanat yapımcılığı gibi bir tanım üretebiliriz ne dersin?

En çok zorlandığım demeyelim ama çok garipsediğim ve uygulatmakta zorlandığım bir konu olarak kamu kuruluşunun sanat eseri satın almasındaki yöntemi seçemiyor olmasını söyleyebilirim. Kurumun sanatçı ile hem aracı şirket olmadan hem de klasik inşaat ihalesi mantığı dışında çalışabilmesi, hukuki ve muhasebeleştirilebilir yönteminin bulunması gerekiyordu, bulundu. Düşünsenize Andy Warhol’un bir eseri için alım yapacaksınız ve ihale açıyorsunuz ya da doğrudan temine sıkıştırmaya çalışıyorsunuz. Sanatçı bir tane, eser bir tane. Kimi neyle yarıştıracaksınız? Hangi fiyat kırımından bahsedeceksiniz? Ben çıksam -ben de grafik tasarım okudum- Andy Warhol’un yaptığını daha ucuz yaparım desem olacak mı? Tabii ki olmaz. Ya da “İnce Memed” ile “Kuyucaklı Yusuf”u mu ihalede yarıştıracağız. “İnce Memed”i kim Yaşar Kemal den daha iyi yazabilir? Ya da “Kuyucaklı Yusuf”u Sabahattin Ali’den? Bu kıyaslanacak bir konu değil. O eseri ya alırsınız ya da almazsınız.

ÖCC: Senin için en heyecan verici tarafı neydi?

AE: Projeye kuramsal olarak yaklaşınca, bu büyüklükte çağdaş sanat temelli bir kamusal çalışmayı hayata geçirme fikri süper heyecan verici bir durum. Sürecin uygulama açısından bakarsak AŞTİ kullanıcısının, başka bir deyişle Anadolu insanının olaya bakış açısı, çok heyecan vericiydi. Meraklı gözleri ve yüzlerinde oluşan tatlı tebessümü gözlemleyebilmek, gerçekten çok değerli bir deneyim oldu benim için.

ÖCC: AŞTİ sakininin eserlerle etkileşimini izleme ve değerlendirme şansın oldu mu? Nasıl yaklaşıyorlar eserlere? Sahiplenildi mi sence?

AE: Çok ilginç bir deneyim de bu oldu. Esnaf öncelikle itici bir ön yargı ile yaklaştı bu duruma; “Ne gerek var?” diye soran bakışlar üzerimizdeydi. Çalışmanın ikinci gününde, devasa duvarda kocaman krokiler netleşmeye başladığında doğal olarak, yapılacak resimleri anlamlandıramadılar. Aralarında “Saçma sapan bir şey” diye konuşuyorlardı. Aslında öyle bir ilgi duydular ki AŞTİ’de rastgele gezerken böyle konuşmalara kulak misafiri olmamak mümkün değildi. Saat saat, gün gün çalışma ilerledikçe, yorumlar değişiklik gösterdi. Süreç ilerledikçe, halktan gelen ilgi ön yargıyı yıktı. Çalışmayı görmek için sanat çevresinden insanlar AŞTİ’ye geldikçe, esnafın da yaklaşımı olumluya döndü. Düşünsene yolculuk dışında bir amaç için belki ilk defa, insanlar AŞTİ’ye geliyor. Çalışmaları sahiplendiklerini düşünüyorum. Hep marjinal ve yabancı olduklarını düşündükleri sanatçıların da Ankara sokaklarında büyüyen gençler olduğunu, kendileri gibi konuşan, aynı yemeği seven, çay içen birer insan olduklarını gördükçe buzlar eridi. Aslında küçük de olsa, toplumsal bir barışı gözlemledim.

Tabii buna hala “mural art” olarak bakmıyorlar. Daha babacan bir tavır ve şive ile;

“Bizim çocuklar yaptılar işte, Kedi çok güzel oldu”

“Yok yahu, Keçi daha güzel”

“Ankara’nın 5 beyazını biliyor muydun?”

“Ankara’nın kaplanı da varmış meğer…”

ÖCC: Belediyede ya da herhangi bir yerel yönetim içinde yetkili bir kişinin açık fikirli ve sanatsever olması dışında bu tür sanatsal projelerin desteklenmesi için sürdürülebilir mekanizmalar yok. Ankara Kent Konseyi ve yarışmalar süreci iyi bir başlangıç olsa da uygulamalar ve koordinasyon konularında sistemsel sorunlar da olduğu görülüyor. Böyle bir projenin gerçekleştirilmesinde etkin rolü olan biri olarak senin gördüğün açıklar nelerdir?

AE: Sevgili Ceren, sorunlar gerçekten çok derinlerde, bu röportaja sığmaz. Sürdürülebilirlik en önemli sıkıntı, kişilerden bağımsız bir mekanizmanın oluşması lazım. Bürokratların, “iletişim” kavramı ile araları yok. “Ben yaptım oldu” öz güveni ile, bilmediklerini “küçümsemek” arasında gidip geliyorlar. Sanatın; müzikten, geleneksel sanatlara kadar her dalı ile çok güçlü bir iletişim aracı olduğunu bilmiyorlar. Önemsemedikleri bir konu bu. Özgünlük, yaratıcılık gibi kavramlar günümüz politik dünyasının kodlarında hiç yer almamış gibi. Oysa ki tarih boyunca yöneticiler sanatın gücünü anlamış ve desteklemiş. Örneğin; Fatih Sultan Mehmet, Atatürk, hatta daha eskilere gidersek Hitit, Sümer liderleri, yöneticileri vb.

Şunu bilmek lazım, sanatçı sanat yapabilmek için, “Ego” ya ihtiyaç duyar. Bu olmadan özgün, yaratıcı olamaz, mümkün değil. Kapris ile bu durumu ayırmak gerek. Bürokratın ise, “Politik ego”sunu bir kenara koyması, “özgün esere” ve “sanatçı”ya güvenmesi lazım. Seçilerek de olsa atama yolu ile de olsa bir makama gelmiş olmak kesin bir başarı demek değil. Temel olan sorumluluk, halka dürüstçe hizmet etmek. Başarı burada ölçülüyor. Yoksa bulunduğu makamın ona, onun da makama hiç katkısı olmaz. Üstüne üstlük hem kişi hem makam değerini kaybediyor. Bu tarz yaklaşım maalesef koordinasyonun sağlanmasındaki en büyük engel.

Çok olumsuzluk beni hep sıkar, pek sevmem bunları uzun uzun konuşmayı. Çözüme yönelelim, neler yapılabilir buna bakalım biraz: Bence Ankara’nın bir kültür sanat vakfına ihtiyacı var. Ankara kültür sanat dünyasını rant alanı olarak görmeyen, konuyu sosyal sorumluluk olarak ele alan bir anlayış, kentli ile iç içe, kentin tüm noktalarına erişebilecek bir mekanizmanın kurulmasının önünü açabilir. Bürokrasinin kısır çekişmelerinden etkilenmeden kültür sanat faaliyetlerine destek sunabilecek ABB’nin ve AKK’nin kurucuları arasında yer aldığı bir vakıf. Politik angajeden bağımsız liyakatli bir kurucular kurulu ile kabiliyetleri geniş, çağdaş bir vakıf birçok sorunu çözebilecektir. Bunu tartışmaya açmanın faydalı olacağını düşünüyorum. Bu gibi tartışmalar doğru yöntemlerin bulunmasına, sorunların çözümüne katkı sunar.

1 Metin Orhan Taylan’ın 1978 yılında Sanat Emeği dergisinin 6. Sayısında yayınlanmış olan Amerika’da Başkaldıran Duvar Resmi başlıklı yazısının giriş kısmında yer almaktadır.
2 Taylan, 0. (Haziran 1979). Amerika’da Başkaldıran Duvar Resmi. Sanat Emeği 4, 54-61 (Kaynak: SALT Araştırma).
3 Yarışmayla Ankara | Ankara Büyükşehir Belediyesi
4 Ankaray ve Ankara Metrosunu işleten bu şirket, 1990 yılında AGSAŞ adı ile kurulmuş ve zaman içinde faaliyet alanları genişlemiş ve 1995’de BUGSAŞ adını almıştır.