kültür

Dokuz yaşındaydım. Ablam evlenip Antalya’ya yerleşmişti. Tüm yaz ve sömestr tatillerini (ki o zamanlar on beş tatil derdik ona) orada geçiriyorduk. Ablama çok düşkündüm. Bir yanım istiyordu oraya gitmeyi. Yazları, annem ve ablamla kendimizi sokağa sürüklüyor, fırından çıkarılıp serin mutfak tezgahına sürülmüş gibi girdiğimiz klimalı mağazalarda oyalandıkça oyalanıyorduk. Kışın ise rüzgar bizden yana dönüyordu. Turunç ve portakal çiçeklerinin kokusuna eşlik ederek mutedil dalgalı deniz kenarlarına iniyor, zeytin ağaçlarının mavi-yeşil yapraklarına, yasemenlere parmak uçlarımızı sürüyorduk.

Antalya konukluğu on-on beş günü geçince başlıyordu burnumun direğindeki sızı. 12 Eylüle sürüklenen memleketin karanlık hikayelerinin anlatıldığı tek kanallı ve tüplü televizyonun karşısına oturup “başkent kulislerinden haberler”e kulak veriyormuş gibi yapıyor, siyah beyaz ekranın iyice kararttığı ama rengine aşina olduğum lacivert takım elbiselerle gri tayyörlerin, el örgüsü atkılarla apartman topuklu çizmelerin aceleyle katettikleri, tayyörlerle aynı renge sıvanmış devlet dairelerinin kapladığı Ankara sokaklarına bakıyordum. Bir sevgiliyi özler gibi özlüyordum bu isli puslu şehri. Dokuz yaşımın neşesiyle, içinden deniz geçen, yere tükürdüğünüz erik çekirdeğini ağaca dönüştüren şehri sevmem beklenirken…

Henüz yeniyetmeyken gönlüme düşen bu şehri, ilerleyen zamanlarda hep savunmak, sahiplenmek ve kollamak durumunda kalacaktım.


Fotoğraf: Funda Şenol Cantek

Henüz yeniyetmeyken gönlüme düşen bu şehri, ilerleyen zamanlarda hep savunmak, sahiplenmek ve kollamak durumunda kalacaktım. Önceleri nefesim yetmiyordu bunu yapmaya. Sonradan göğsüme doldurdum kömür dumanıyla tütsülenen havasını. Sıkletine hiç de denk olmayan eski payitaht karşısında pek tıknefesti şehrim de benim gibi. Gençlik aşısı yapılmıştı ona oysa. Başkentliğinin evveli görünmez edilmişti. Doğup büyüdüğüm için sevdiğim Ankara’yı, saklı coğrafyasının izini sürerek tanımak niyetim, büyüdükçe işte böyle bir tasallut karşısında kuvveden fiile çıktı.

Yenimahalle’den Çankaya’ya

Bir başıma dolaşabilecek çağa gelene kadar, annemin avucunun içinde sürüklendiğim Ulus’u, özellikle de Anafartalar Çarşısı’nı, Hal’i, Çıkrıkçılar Yokuşu’nu hatırlıyorum ilk. Kavrulmuş kahve, karabiber, pastırma, kelle paça, kalay, işlenmemiş deri ve hela kokan bir semt. Ev kadınlığını meslek edinen her kadın gibi annemin de avucunun içi gibi bildiği birkaç yerden biriydi Ulus. Bir sel baskınıyla Mamak’tan kopup yolunun düştüğü Yenimahalle’nin Seylap Sitesi’ni iyi bilirdi ama.. Orada kapılar hep aralık durur, kucaklar hep açık olur, gözler üzerinizde gezinirdi. Bir Babil kulesiydi orası. Her milletten, her sınıftan, inançtan insan yaşardı bir arada, aynı koridor üzerine sıralanmış nohut oda bakla sofa dairelerde. Düğünler için sinagoglara, cenazeler için kiliselere mi gitmedik, ölülerin kırkında okutulan mevlitlere mi katılmadık, Muharrem orucu tutan komşulara yemek mi götürmedik o sitede. Bulgur pilavı, ağda, şekersiz Türk kahvesi ve pandispanya kokan bir siteydi orası.

Annemin avucunun içinden ve komşuların nazarından uzağa kaçmam çok zor oldu. Orta sınıf muhafazakarlığı gibisi yoktur. Kız çocuklar öyle başıboş bırakılmaz, aylaklığa göz yumulmaz. O sebeple şehirde ilk cevelanım, doğup üç yaşına kadar yaşadığım ve ananemin kanatlarının altına sokularak gidip gelmeyi sürdürdüğüm Yenimahalle’ye doğruydu. Seksenlerin Yenimahalle’si, ilk gençliğinin taravetini yitirmekteydi fakat mihrabı da hala yerindeydi. Bir memur gettosu olarak inşa edilmiş mahalle, artık şehir merkezine çok yaklaşmış, nüfusu homojenliğini yitirmişti. Gösterişli Ragıp Tüzün Caddesi, 5. Cadde, Alemdar Sineması, Çalıkuşu Meyhanesi, önündeki kuyrukların artık eridiği Gima, bahçesi genç kızların kahkahalarıyla bezeli Halide Edip Lisesi ve Atatürk Orman Çiftliği’ne doğru, evcilik oyunlarına, pikniklere mekan teşkil eden göz alabildiğine yeşil kırlar, pisi pisi otları, karahindibalar hala çocukluğun anılarını taşıyordu. Fakat kaçınılmaz olarak bir genç kız büyürken, doğduğu semt küçülürdü.

Yenimahalle’den çıkınca yolunuz Ulus’a düşerdi o zamanlar. Ama benim babam Sıhhiye ile Yenişehir’in hududunda, adını doğru yazabilmenin bir gurur vesilesi olduğu Dr. Refik Saydam Hıfzıssıhha Enstitüsü’nde çalışıyordu. Önce aşı laboratuvarında, sonra idari kademede. Onunla “daire”ye gittiğimde beyaz önlüğü ve siyah peleriniyle babamın avcunun içinde olurdum bu kez. Bahçesinde şen danalar gibi koştururdum. Yorulunca, içeri girer, bol şekerli paşa çayı yahut gazoz eşliğinde babamın daktilosunu tıngırdatırdım. Daktilo çok kıymetliydi. Herkeste bulunmaz, dışarıyı, meslek sahibi olmayı, okur-yazarlığı ima ederdi. Babanın “daire”sine gitmek, anneyle alışverişe gitmekten daha itibarlıydı haliyle. Meslek sahibi, para kazanan baba, anneye galebe çalardı o yaşlarda. Hem Anafartalar’daki yürüyen merdivene alışmıştık, eski heyecanı duymuyorduk onunla yukarı çıkıp aşağı inerken. Daktilo ise hep muteberdi. Leylak, daktilo mürekkebi ve aşı laboratuvarındaki lizol kokusu babamın dairesinin alamet-i farikasıydı.

Gençlik Parkı’nda çarpışan araba sırası beklerken kalbi heyecandan yerinden çıkacak gibi olan, Anafartalar Çarşısı’nda çok düşkün olduğu ablasının nikahında giyeceği elbisenin altına isteksizce ayakkabı seçen, Küçük Tiyatro’da bir çocuk oyununun neşesiyle kanatlanan bir kız çocuğuydum.

Biraz daha büyüyüp bir zamanlar anneyle gidilen mekanlara tek başınıza gelebiliyor olmanız başlı başına bir maceraydı. Bağımsızlığınızı kutlar gibi kokularını, dokularını, seslerini boca ederlerdi bu mekanlar üstünüze. Ulus, erkek gözleri, sözleri ve ellerinin tasallutuna rağmen sizi kendine çekerdi. Her köşede bir yaşdönümüme rastladım yıllarca oralarda. Gençlik Parkı’nda çarpışan araba sırası beklerken kalbi heyecandan yerinden çıkacak gibi olan, Anafartalar Çarşısı’nda çok düşkün olduğu ablasının nikahında giyeceği elbisenin altına isteksizce ayakkabı seçen, Küçük Tiyatro’da bir çocuk oyununun neşesiyle kanatlanan bir kız çocuğuydum. Heykel’in önünde arkadaşlarını beklerken sabırsızlanan genç kız, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nde gözleri kamaşan genç kadındım.


Fotoğraf: Funda Cantek

Zamanla Yenişehir’in görünmez sınırları muğlaklaştı, iğretilik hissi hafifledi. Ulus’un cinsiyeti ise değişmemekte direniyordu. Bundan sonra aylaklığın mekanı Sıhhiye Köprüsü’nün öte tarafı olacaktı. Küçükesat’taki yeni eve yerleşeli çok olmuştu. Ulus’tan Yenişehir’e yol alırken yüzler, sözler ağır ağır değişmişti. Sokaklar daha ışıltılı, kadınlar daha şen, vitrinler daha Avrupaiydi. Liseli genç kız, iki adım ötedeki Tunalı Hilmi’ye oralara aşina olan akrabalar ve arkadaşlarla gidebiliyor, ama yıllar önce görünmez sınırlarını aşıp geldiği Yenişehir’den sonra, kapısında tedirgin beklediği bu ışıltılı yokuşa kendini yakıştıramıyordu. Parfüm, pasta, pesto soslu spagetti kokusu dolanıyordu havasında Tunalı Hilmi’nin.

Gelecek diye bir şey vardı, çok parlaktı ve bu şehirde yaşanacaktı.

Bu dünyanın eşiğini atlayamadan rotasını Cebeci’ye kırmıştı artık üniversiteli genç kadın. Amfiler, kampüsler, kitapçılar, kahvehaneler, pastaneler ve sinemalarla birlikte aşk da girmişti hayatına. Yeni Türkü şarkıları mırıldanılarak Cebeci’den Kızılay’a yapılan aheste yürüyüşlerde şehir kendini daha çok açıyordu ona. Artık biraz da sevgilisinin avcunun içindeydi şehir. Ufukta eşsiz günbatımı, turuncu, sarı, kırmızı tonlarında eşlik ediyordu ona. Omzunda dönemin modası kilim heybe, sağ kolunda ders kitapları, defterler… Gelecek diye bir şey vardı, çok parlaktı ve bu şehirde yaşanacaktı. Memleket halleri, acılar, kıyımlar kantinde ağır abilerin anlattığı kadardı. İsli kömür, ter, akasya ağaçları, saç jölesi kokuyordu bu yıllar.

Aşk, acısıyla birlikte hayatından çıktığında artık bir mesleği vardı genç kadının. Üniversite hocası olmaya hazırlanıyordu. Bu uzun, haksızca uzun hazırlık dönemine Emek 8. Cadde eşlik edecekti. İsmiyle müsemmaydı o yıllarda Emek. Yaşlı, emekli nüfusu, tenha sokakları, küçük dükkanlarıyla şehir merkezinin hayhuyundan kendini sakınabilmiş bir yerdi. İşinde mutlu olmasına izin vermeyen mobbingden, tacizkar erkek gözlerinden kaçıp, bazen kendi başına kederle, bazen de birbirlerini yurt edindikleri birkaç kadın arkadaşıyla adımlıyordu Emek’in sokaklarını. Henüz metronun sert rüzgarını estirmediği, şehirlerarası otobüs terminalinin çığırtkan telaşıyla gelip konmadığı bu semtin ara sokakları, Bahçeli 7. Cadde’nin cazibesine çağıran kestirme yolları, artık para da kazanabilen kadına başka bir dünyanın kapısını açmıştı. Kendi evi ve düzeni olmalıydı ki, şehirle daha yakın bir ilişki kursun. Karanlık çökmüş halini de görsün şehrin, zamanın geçişi dert olmasın.

Genç kızlığa geçerken yaşadığı aile baskısından eli para tutunca da kurtulamayacağını biliyordu. Bu sebeple, birçok genç kadının yaptığını yapıp nikah dairesinin yolunu tuttu. Şimdi Balgat’taydı. Hiç içinin ısınamadığı bu semte işyerine ve eş ailesine yakın diye yerleşilmişti. İçine kapanık bir köyden zoraki bir semte dönüştürülmüş Balgat, bu sayede zenginleşmiş ama yeni gelenlerle uzlaşamamış, muhafazakar ve hoyrat sakinleriyle hiç de daha özgür bir hayatın kapısını aralamamıştı. Bir zamanlar şehir dışında sayılan parti merkezlerinin, hastanelerin, okulların olduğu bu semt, şimdi şehir merkezine on beş dakika mesafedeydi. Hala bir kısmı gecekondu semtiydi ve iyi kötü yeşil alanları, pazar yerleri vardı. Ne kadar düşünseniz başka iyi tarafı da yoktu. Kadın, oturdukları apartmanın hemen yanı başındaki gecekondudan çok iyi dostlar edindi. Pazara gitme alışkanlığı kazandı. Evini sevmeye çalıştı. On dört yıllık Balgat zorunlu hizmetinden geriye sobada yakılan çaput, çürümüş meyve-sebze ve tezek ve bir bebeğin masumiyetinin ve onunla eve kapalı geçirilen ayların kokusu kaldı.


Fotoğraf: Funda Cantek

Artık kendi evlerine sahip olduklarında yerleştikleri ve kadının daha önce hiç adım atmadığı semt, ömrünün 26 yılını geçirdiği semte öyle yakındı ki, buraya neden hiç gelmemiş olduğunu uzun uzun düşünmesi gerekti. Sonunda buldu: iğreti duracaktı o bu semtte o zamanlar. Yaşam tarzı, beden dili, halet-i ruhiyesi ile bu semt görünmez sınırlarını iyice tahkim etmişti. Artık semt de değişmişti, kadın da. O semte ruhunu üfleyenler kenara, yine kendilerinden olmayanlara karşı tahkim ettikleri sitelere kaymış ve merkezdekilere yer açmışlardı. Eskilerin nezih, yenilerin medeni dedikleri bir yerdi burası, Çankaya’ydı. Eski bağ evlerinden kalma asırlık çınarlar, kapıcılı apartmanların bakımlı bahçeleri, çocuk kahkahalarından ve sokak satıcılarından arındırılmış sokaklar, alarmlı balkonlar, kameralı apartman girişleri… Daha iyi değil ama daha konforlu yaşamak daha zenginlerin işiydi. Bunu bir kez daha idrak etti kadın. Burada aylaklık edebilir, banklarda oturabilir, yakındaki parklarda çimenlere yayılıp biranızı içebilirdiniz. Gece yarısı sokakta olmanız tehlike yaratmazdı. Sokağın hemen başındaki bara gidip bir tek atabilirdiniz.

Kadın artık birçok görünmez sınırı aşabilecek durumdaydı. Ama buna hiç niyeti yoktu. O kendi saklı coğrafyasını, nişlerle, patikalarla bezeyerek inşa etmişti.

Kadın artık birçok görünmez sınırı aşabilecek durumdaydı. Ama buna hiç niyeti yoktu. O kendi saklı coğrafyasını, nişlerle, patikalarla bezeyerek inşa etmişti. Şehir giderek büzüşüyordu onun için. Anlamıştı ki, bir zamanlar Ulus’ta hissettiği yabancılığı, şimdi sakini olduğu bu semtte de hissedecekti. Pahalı parfüm, benzin, evcil köpek kakası ve anason kokan, sakinlerinin en büyük derdi otopark olan ve her vesileyle balkonlara bayrak asılan Çankaya sokaklarında…