Fotoğraf: Buse Kaynarkaya
Kötü uyandığım sabahlar vardır; hayatın koşturmacasının beynimin kıvrımlarında dolaşırken kimyamı bozduğu zamanlar… Evim sığınağımsa yatağım onun depreme en dayanıklı noktasıdır- sanki yorganı üzerimden fırlatıp parmak uçlarımı halıya dokundurduğum an o gerçekliğin içine düşüverecekmişim gibi gelir. Bazen içimde son bir kuvvet bulup kendimi mücadelenin içine yeniden bırakırım. O günlerden birinde bana bu bitimsiz karmaşayı reva gören kentle sohbete çıktım. Bu yazı, bazen benim gibi içindeki ışığı görmek için ufak bir ipucu dahi bulamayanların hislerine dokunmak amacıyla o sohbetten bazı fragmanları paylaşmak üzere yazıldı.
Bağlar Caddesi. Küçükesat ile Seyranbağları’nı bıçak gibi ikiye bölen cadde. Sakinlerinin deyimiyle Seyran, hâlâ çocukların sokakta bağıra çağıra oyun oynadığı, komşuların balkondan balkona sohbet ettiği, bahçeye açılan kot dairelerde insanların Alevi türküleri eşliğinde rakı içtiği bir semt. Çocukların alışverişinin genelde Samanpazarı’ndan yapıldığı, bunu mümkün kılmak için de kadınların Kahire Caddesi’ne veya Gaziosmanpaşa’ya temizliğe gittiği bir mahalle benim yaşadığım. Sokakları bir zamanın Erzurumlu yöneticisinden kalma Tortum, İspir, Narman, Aşkale; sakinleri ise analıkızlı çorbasına reyhan koyan Malatyalılar ve Anadolu’nun farklı yerlerinden gelen Aleviler ile buldukları minicik toprağa dahi karalahana eken Karadenizliler ağırlıklı olmak üzere ülkenin pek çok yerinden. Önceki yerel seçimlerde Çankaya oylarının toplanma yerlerinden birine ev sahipliği yaparak belki de en politik anını yaşasa da sonradan polis ablukasına alınıp kapatılana kadar bir Halkevi de vardı burada. Haziran Direnişi’nden sonra da Özgürlük Parkı Forumu olduğunu biliyorum ki neler yaptıklarına çok vakıf olduğumu söyleyemem zira o zamanlar öğrenci yurdunda yaşıyordum. Ara sokaklarda denk gelen birkaç mahalleli “Biz buradaydık” diyor gecekonduluların, ev sahibimin sesine destek vererek.
Diyeceğim o ki, burası göçerlerin semti. Kimi köyü yakıldığı için, kimi büyükşehir diye, kimi de benim gibi -Akdeniz’in tuz kokan pırıl pırıl bir kentini bırakıp- okumaya gelen insanlar evi bellemiş burayı. Şimdilerde bir göç daha aldı Seyran, İranlılar. Onlar da Hristiyan oldukları için, saçlarını özgürce rüzgarda savuramadıkları için ya da anadillerini rahatça konuşamadıkları için doğup büyüdükleri evlerini terk edip buraya geldiler. Basmati pirinci satılan küçük bir market, kimi esnaf arasında “Suriyeliler kapanan dükkanı şu kadara kiralamışlar” diye konuşulan da bir kafe açtılar.
Fotoğraf: Buse Kaynarkaya
Penceremden bakıyorum, güneş arada göz kırpıyor. “Dışarı çıkmalıyım, Kuğulu Park’a” diyor içimdeki ses ve kendimi Çıralı’dan aldığım adaçayını hazırlayıp bölmeli kabıma kahvatılık bir şeyler koyarken buluyorum. Apartmandan çıktığımda Şubat soğuğu yüzüme vuruyor, güneş bulutların ardına saklanmış. Olsun, bu şehirde kalmamı garantileyen işime gidebilecek gücü bulmamın tek yolu burayı ne kadar sevdiğimi hatırlamak. Bağlar Caddesi’ni geçip Belligün Caddesi’nden devam ediyorum. Sol tarafımda bir zamanlar iki kat olan Esat Pazaryeri. Çankaya Belediye başkanı Alper Taşdelen, Selda Bağcan konseriyle duyurmuştu pazarın yenileneceğini. Karın kışın yağmurun altında per perişan oldu tadilat bitene kadar pazarcılar ancak Taşdelen’in söylemediği bir şey vardı, pazaryeri artık tek katlı olacaktı. Bir süre pazarcılar yeni pazaryerine tezgah açmadı ancak mecburen sıkış tepiş yerleştiler yeni yerlerine. Pazarın üzerine de betondan bir park yapıldı. İnsanlar memnun görünüyor, ben uğramadım dahi. Bir beton yığınının ortasında tuhaf şatomsu bir oyuncak var, kaykay olmalı. Neyse, Bilir Sokak’tan mı Tahran Caddesi’nden mi çıksam Tunalı Hilmi Caddesi’ne, onu düşünüyorum. Tahran Caddesi’ni seçiyorum, Esat Caddesi ile Nenehatun Caddesi’nin kesiştiği yerdeki çok katlı Göksu Lokantası’nın ulaşılmaz görüntüsünü arkama alıp devam ediyorum yoluma. Dünya Ticaret Merkezi, eski İngiliz Arkeoloji Enstitüsü binası, Hilton Oteli, onun arkasında Sheraton Oteli, İran Büyükelçiliği ve Beymen’i geçip nihayet Tunalı’ya ulaşıyorum. Bu caddede Göksu Lokantası ile başlayıp Kuğulu Park’a dönene kadar beni geren bir şeyler var, saydım da bir kısmını sanırım, yine de önemsemiyorum.
Fotoğraf: Buse Kaynarkaya
Café Eclair, İlly kahveleri kullanan, ekleri meşhur minik kahve dükkanı. Şimdilerde Kahveciler Sokağı olarak bilinen Bülten Sokak’ta çeşit çeşit kahveci türemeden önce de vardı Eclair. Karşıya geçiyorum, elbette polis, olmaz mı, “Görme” diyorum kendime, parkın içine süzülüyorum. Tunalı Hilmi Bey heykeline selam verip havuza doğru yürüyorum, aklımda bir zamanlar buralardan geçmiş Edip Cansever’in “Manastırlı Hilmi Bey’e Mektuplar”ı. Birkaç kişi, birkaç çocuk, ellerinde bardak bardak buğday, güvercinlere atıyorlar. Bir ayaklık yer bulup aralarından geçiyorum. Ağaçlar, hani daha sağlıklı fişkermesi için -benim doğduğum yerde ağaçların yeni dallar vermesine fişkermek deriz, ne olduğu burada biliniyor mu emin olmadığımdan açıklamak istedim- budanan ağaçlar, gri bulutları apaçık görmemiz için “kesilmişler”, diyorum kendi kendime. Oturmayı en sevdiğim yere doğru yavaş yavaş yürürken Ankara’yı sevmeye başladığım Ayrancı’nın sakini tanıdıklarımı görüyorum. Böyle bir günde daha hoş bir karşılaşma dileyemezdim herhalde. Marmaris, Fethiye, emekli öğretmenlik ve dershane öğretmenliği derken onlar kalkıyor ve ben parkla baş başa kalıyorum.
Fotoğraf: Buse Kaynarkaya
Saatime bakıyorum, daha vaktim var, Ankara’yı sevmeye başladığım yere süzülebilirim. İdlib’in peynir helvasını Önder Mahallesi hariç bir yerde bulabilir miyim sorusunun beni ulaştırdığı yer de Hoşdere Caddesi zaten. Parktan Atatürk Bulvarı’na çıkıyorum her zamanki gibi otobüs durağına varan merdivenleri kullanarak. Karşıya geçiyorum, bir zamanlar bir büyükelçilik olan boş bahçe -nasıl kıymetli, giremiyoruz içine ama betonsuz bir bahçe- sağımda, kısacık Kavaklıdere Caddesi boyunca ilerliyorum. Bir kahveci, bir başka kahveci, bir bar, bir meyhane, bir başka bar, bir başka meyhane… Güneş Sokak ve Paris Caddesi’nin hemen hemen ortasında Şili Meydanı ve şimdinin gençlerinin çocukken dallarına tırmandığı büyük ağaç. Güneş Sokak, Ankara’da en sevdiğim sokaktı birkaç yıl önce, sadece fotoğraf atölyesi ve sonrasında Tatbikat Sahnesi varken. Şimdiyse sevdiğim bir sokak, hâlâ bu kalabalığına rağmen gürültülenmeyen bir aurası var. Geride bırakıyorum, Kuveyt Caddesi’nden devam. Kuaförler, boş bir dükkanda birkaç hipster görünümlü erkek -yeni bir kahveci açılıyor olmalı-, Gerede Sokak’ta Dem Kafe ve Mahal Dükkan; görmüyorum, varlar biliyorum. Güvenlik Caddesi; bir arkadaşımın Ankara’daki en iyi döneri yaptığını söylediği Asbaba kapandı, yerine yeni bir restoran açıldı. Karşısındaki Melis Pastanesi duruyor neyse ki.
Fotoğraf: Buse Kaynarkaya
Hoşdere’ye devam ediyorum. Hedefim Basbousa Hatay Şam Tatlıcısı. Şam tatlısı varsa İdlib tatlısı da olabilir, hayalim bu. Ant Başkanlığı, her seferinde ne olduğunu merak edip bakmayı unuttuğum yer. Bu sefer baktım ama, Akaryakıt İkmal ve Nato Pol Tesisleri İşletme Başkanlığı, hımm, peki. Kuzgun Sokak ve Kuveyt Caddesi kesişimi. Buradan sağa doğru ilerleyince Suriyeli arkadaşımın bir süre işlettiği kahveci vardı, artık yok, artık orası Türkiyeli ev yemekleri yapan bir yer. Onunla eski iş yerimde Arapça redaksiyon yapan birilerini ararken tanışmıştık. Anneannemi çok özlediğim bir gün, annesinin yaptığı mamüllerden ikram etmişti bana. Sadece Arabica kahve kullanır, Kolombiya veya Etiyopya kahvelerini dükkanına sokmazdı. Hatay’a taşındıktan sonra getirdiği İdlib’in meşhur peynir tatlısının peşine düşmemde onun hoş sohbetini özlememin payı da var sanırım. Örgü Sokak ve nihayet Hoşdere Caddesi. Sağa doğru gideceğim, Basbousa, evet. Dükkana koşarak giriyorum adeta. Yok, hayır, Şam tatlısı da yok, bu aralar işler çok yoğun, üç saate fırından çıkar. Mamül! Hurmalı, bademli, cevizli; elbette hurmalı. Kömbe diyorlar Hatay’da, diyorum, onaylıyor. “Siz Şamlı mısınız?” diye soruyorum, “Hayır, Hatay, siz Şamlı mısınız?”, değilim, Hataylıların kömbe dediği kurabiyeye mamül dediğimiz yerdenim.
Fotoğraf: Buse Kaynarkaya
Elimde minik bir kutu, mamüllerim ve ben dükkandan çıkıyoruz. Ömür Sokak’a kadar onları kemire kemire yürüyorum. Oraya geldiğimde tekrar Güvenlik Caddesi’ne inmeye karar veriyorum. Hâlâ vaktim var, bugün vakit çok bereketli, sevdiğim bir kahveciye oturacağım, Meclis’in tam karşısı. Esat Mutlu Lokantası, iki semti kesiştiren bir sembol gibi duruyor cadde üzerinde. Kahvemi içtikten sonra Milliyet’in binasını görmek için Nevzat Tandoğan Caddesi’ne kıvrılıyorum. Görmez olaydım. Merdivenlerinden kimi heyecanla, kimi hüzünle çıktığım binanın Milliyet ve Vatan tabelaları kalkmış, Demirören Grubu…, devamını okuyamıyorum. Paris Caddesi’ne dönüyorum, bir sevgiliyle yürümüştük ilkin. Ondan daha canlı bir anı, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’dan sertifikamı aldığım gün, Meclis Parkı’ndan zıplaya zıplaya geçtiğim. Alaylı bir gazeteci olmak isteyen olarak, sahip olduğum bir etiket, bir başarı, bir bir şey işte… Eskide kaldı. Park nasıl güzel, ötesindeki sahte duvarlara rağmen.
Fotoğraf: Buse Kaynarkaya
Sonrası, sonrası Ankara’nın çirkin yüzü. Eryaman’a kadar bina okyanusu, ucu bucağı yok.