Balkonları severim. Özellikle bir manzarası olan etrafı açık, rahatlıkla oturup zaman geçirebileceğiniz balkonları. Bir gecekonduda büyüdüm. Üniversite öğrenciliğime kadar, büyükçe bir ortak bahçesi olan ve kelimenin düz anlamıyla seksenlerin başında bir gecede inşa edilmesine tanık olduğum iki odalı bir evdeki yaşamın, bana öğrettiği çok fazla şey oldu. Özellikle bir mahallenin, bir evin mekan olarak ne demek olduğu. Bir mekan, en çok çocuklar için anlamlıdır çünkü. Mekan, çocuğun dünyasıdır, belki aileden daha fazla. Aile, imkan yaratır, verir, sağlar; mekan tüm bu imkanların hayata geçirildiği özgürlük alanıdır. Yaşadığınız mekan ile özgürlüğünüz ya da bağımsızlığınız arasında doğru orantı var denebilir belki de.
Öğrencilik hayatımın sonuna kadar, ev ve mahalle, sosyal dayanışmanın bana kattıklarını kültüre dönüştürdüğüm yer oldu. Sonra çalışma hayatıyla birlikte ev bir apartman dairesi, mahalle yaşadığım hayata giderken içinden geçmek zorunda olduğum bir mekandan ibaret olmaya başladı. Özgürlükten, toplumsallığın imkan ve sınırlamalarına dönüş. Belki bu yüzden, güzel bir balkonu, bir apartman dairesinin özgürlüğü soluduğum yeri olarak düşündüm genelde.
Başı biraz derde girmiş Ankaralı polisiye yazarımızın dediği gibi, “munis insanların” yaşadığı Ayrancı’daki evimin balkonu, altı apartmanın arka bahçelerine bakıyor. Bu apartmanlardan birinin sakinleri, binanın arka bahçesini otoparka çevirmiş ne yazık ki. Kapitalizmin, doğayı nasıl sömürdüğünü görmek için Afrika veya Amerika kıtasına, Akdeniz ve Ege kıyılarına ya da Karadeniz yaylalarına uzanmaya gerek yok, evinizin etrafına bakmak da yetebiliyor. Otomobilin ekolojisi, hayatlarımızdan çok şey alıyor, kattıklarına kıyasla.
Hemen balkonun dibinde büyükçe bir incir ağacı var. Yaz sonunda dalları incirden aşağıya eğiliyor. Birkaç yıldır toplama hevesimi, yeterince olgunlaşmasını beklemeyle dizginlerken, binanın küçük bahçesinde yeşillik ve domates yetiştiren kapıcı, hepsini silip süpürmüş oluyor. Bana da yeşilin farklı tonlarıyla bezeli iri güzel yapraklarının fotoğraflarını Instagram’da paylaşmak kalıyor. Balkonun doğu yakasının baktığı üç bina bahçesinde iki kiraz, bir sümbül, birkaç çam, bir kayısı ağacı ve bir dizi çalıdan oluşan mini bir orman var. Baharın ilk haftalarında hepsi çiçek açıyor ve şahane bir renk cümbüşü oluyor. Onların meyvelerine hiç sulanmadan direkt Instagram’a koşuyorum.
Balkonumda birkaç küçük saksı da var çiçek, domates ve biber yetiştirmeyi denediğim. Başarılı olmuştum ama bu arka bahçelerin bir de kargagillerden sakinleri var. Özellikle bu nezih semtimizde ses tonlarını kontrol etmeyle ilgili hiçbir kaygısı olmayan saksağanların efeliklerini görseniz sahibi bile diyebilirsiniz. Saksı topraklarında kurtçuk ve yiyecek aramaya bayılıyorlar. Madem öyle, ben de balkonu sadece oturmak, düşünmek, güneşlenmek, bitkileri izlemek, bir şeyler okumak, demli bir çay eşliğinde satranç oynamak için kullanırım diyerek uzlaştım kendileriyle. Ara sıra çaktırmadan paparazilik yapmaya devam ediyorum tabi. İktidar ve direniş her yer ve sahada sürüyor anlayacağınız. Unutmadan anmam gereken, bir de Ayrancı’nın sokak -ya da bahçe mi demeliyim- kedileri var. Turuncu, siyah, beyaz, gri pamuk kümeleri gece gündüz sinsi sinsi geziniyorlar otların, çalıların arasında, ağaç dallarında. Bina duvarlarının dibinde “temiz kalpli” insanların oluşturduğu açık büfelerinde su ve hazır mamalar keyiflerini bekliyor. Ben de arasıra tavuk kemik ve parçalarıyla beslemeye çalışıyorum ama kapitalist gıda endüstrisi kedilerin de damak tadını bozmuş anlaşılan, abur cuburu pişmiş tavuk etine tercih ediyorlar. Bir işe yetişme telaşıyla geçerken gördüğüm kağıt oynayan kahvehane emeklilerine, bir kampüste öğrencilerin etrafa istiflediği mamayla doyurdukları karınlarını güneşe çevirerek uyuklayan köpeklere, bir de şu bizim arka bahçede telaşsız ve sükûnetle gezinen kedilere çok özeniyorum bazen.
Balkonları seviyorum. En kentsel yerlerde bile duvarları aşıp biraz bağımsızlık, biraz özgürlük solunabildiği için. Salgınla mücadele için alınan, önerilen, dayatılan önlemlerden tutun her türlü idari kısıtlamalara karşı biraz olsun kendi hayatınızı kurma imkanı sağladığı için. Belki koca hayat binasında bir iki tuğla, yaşam denizinde bir iki damladır.
Olsun. Hiç yoktan iyi değil mi?