Pencere ve balkon, otomatikman beni anneanneme götüren iki dış bağlantı. Bir gün gelip benim için de iki dış bağlantı olacağını düşünemezdim bile.
Anneannem rüzgârların, güneşin, ağaçların, bahçelerin, çayır, çimenin kadınıydı. Niğde’nin uçsuz bucaksız bağlarında geçen çocukluğuna doyamadan 15 yaşında gelin gittiği evde bağı bahçeyi unutmuş, kumalarla, çilelerle geçen bir kadınlığa adım atmıştı. Yıllar yıllar sonra kocası ölüp de Ankara Yenimahalle’de, ömrünün sonuna kadar yaşayacağı sosyal konuta yerleştiğinde orta yaşa ilk adımlarını atmıştı.
4 katlı, 24 daireli bu konutun her bir dairesinin dış kapısı aynı ortak balkona açılıyordu, haliyle mutfak ve yatak odası pencereleri de bu balkona bakıyordu. O yüzden pencereler yüksek ve boyları kısa tutulmuştu. Anneannem dördüncü katta, merdiven sahanlığına bakan dairenin kurasını çekmişti. Asansörsüz bir binada seksen küsur yaşında ölene kadar o merdivenlerden inip çıkmaktan hiç şikâyetçi olmadı, evinin, balkonunun ve Yenimahalle panoramasına bakan penceresinin meftunuydu.
Eve taşınıp da eşyalar yerleştirilme aşamasına geldiğinde balkona bakan odaya girmiş ve ilk sorduğu “Ben dışarıyı nasıl göreceğim?” olmuştu. Haklıydı, pencere anneannemin baş hizasından yukardaydı. Babam kolları sıvadı, ahşaptan, yüksek bir sedir çaktırıp pencerenin önüne yerleştirdi. Annem oraya uygun örtüler, yastıklar dikti, anneanne sultanın tahtı hazırdı. O tahtın üzerinde ömrünü geçireceğini ne o, ne de biz biliyorduk o zamanlar. Yıllarca tüm kışları o sedirin üstünde, kâh dışarıyı izleyerek, kâh yemek yiyerek, kâh misafir ağırlayarak geçirdi. Yaz sezonunda ise balkonu mekân tutardı, yine ahşap bir kerevet dış kapının yanına yerleştirilir, üstüne bir minder atılır ve anneannem kışın sedirde yaptığı her şeyi bu defa bu ahşap kerevetin üstünde gerçekleştirirdi. Hele apartman yeniyken dikilen kavak ağacı büyüyüp anneannemin balkonuna ulaşınca keyfi katlanmıştı. Esintiyle hışırdayan yapraklar onu çocukluğuna, ilk gençliğine götürür, “Es kara bağrıma es” diyerek rüzgârı adeta yönlendirirdi.
Anneannem başka bir âleme göçeli uzun yıllar oldu ama bu süreç başladığından beri onu daha sık anıyor ve benzediğimi düşünüyorum. Gün içinde ayaklarım beni mutfak balkonundan salon balkonuna, salon balkonundan mutfak balkonuna taşıyıp duruyor. İkisinin de izin verdiği kadarıyla yetinmek zorundayım. Anneannemin kavak ağacının yerini bizim apartman yapıldığında dikilen ve şimdi son kata kadar uzanan çınar alıyor. Onunki kadar geniş bir panoramam olmasa da kumruların mekân tuttuğu ağacın yemyeşil yapraklarına bakmak, cıvıldayan serçeleri dinlemek, komşu bir balkondaki hayata uzaktan iştirak etmek, radyodan yükselen melodiye kulak vermek, bir ufaklığın üflediği sabun köpüğünden balonla gökyüzüne yükselmek, ayın ışığını, rüzgârın ferahlığını saçlarımda hissetmek iyi geliyor. Ahmet Muhip Dranas’ın “Olvido”sunun dizelerini değiştirip mırıldanıyorum:
“Bir el çıkarmaya başlasın bohçamızdan
Bu kolonya kokan kederleri”