Fotoğraf: M. Zelal Taştan
Durduk, ilk defa hep birlikte “durduk” ya da “durdurulduk”. Çalışmak zorunda olanlar ve zaten duranlar dışındakiler olarak duruyoruz, durmaya da devam ediyoruz. Hızlanamıyoruz -yasaklandı-… ve durduğumuz evlerde –genelde- görmediğimiz, unuttuğumuz yer/ler birdenbire mekanlaştı ve değerlendi: Balkonlar ve Pencereler.
Fotoğraf: Ayşe Gülkızı
Halbuki hep değerliydiler, biz azaltmıştık o değeri. İkinci kapı, ikinci güneş idi yaşadığımız yerlerde ve düşüncelerimizde balkonlar ve pencereler. Yavaşlayabildiğimiz ve kendimiz olabildiğimiz yerdi içi, yanı, yöresi. İşte şimdi yeniden değerlendiler ve başrole soyundular.
Zıtlar olarak, hep birlikte giriştik ve yaşadığımız yerlerin balkonundan/penceresinden bir dizi üretmeye çalıştık.
Sizlerden de bekliyoruz yazılarınızı…
– konuttaki/sizdeki yeri, önemi, değeri, farkı ve yaşama katılımı
– felsefesi, varlığı, varoluşsal etkisi…
– salgın zamanı hayata oradan bakmak…
– yaşarken, balkondan şehre/semte bakmak.
Adresimiz: meydan@zitlarmecmuasi.com
Yuva
Özlem Mengilibörü
Penceremden görünen kavak ağacı, üzerinde bir yuva, içinde bir saksağan. Belki henüz uçamayan bir yavru, belki de kuluçkada bir ebeveyn, bilmiyorum. Ama şu an #evdekal’dığı kesin. Bir saksağan daha var yuvaya gidip gelen, 20 yaş üstü, 65 yaş altı olsa gerek ki dışarı çıkabiliyor. Kim bilir belki de evde kalamayıp çalışmak zorunda olanlardandır. Market alışverişinden o sorumlu, yuvaya bir şeyler taşıyıp duruyor. Maske takmadığını fark ettim ama hijyen on numara; göğsü kar beyaz, siyahı pırıl pırıl. Yuvadaki, arada bir yer değiştiriyor, salondan odaya, odadan mutfağa, evin içinde dört dönüyor. Arada pencereden bakıyor. O da beni görüyor mu bilmiyorum ama ben yakın takipteyim. Yuvadakinin kanatlanıp uçacağı günü bekliyorum.
Olağanüstü Zamanlarda Olağan Günler
Dilek Kumcu
Hayal ettiğim hiçbir şeyi yaşayamadım ama hayallerimde bile aklıma gelmeyecek günler geçirdim bu evde.
Bu eve 3 yıl önce taşındım. Kızılay’da önü açık olan nadir apartmanlardan biri. Hani alttaki 93 yaşındaki komşumun anlattığına göre Ankara’da onlar geldiğinde bir bizim apartman bir şimdiki Milli Eğitim Bakanlığı olarak kullanılan bina varmış. Google’a sorunca Giulio Mongeri’nin eseri olan 5 binadan biri diyor beni mutlu eden o binaya, hani şu fotoğraftaki iki katlı bina erken dönem cumhuriyet eseriymiş
Buraya oturduğumda, bu açıdan bu binayı gördüğümde şanslı günümdeyim demek. Çünkü öksürük krizlerinden zaman kalmış da uyuyabilmişim birazcık, dayanılabilecek seviyede ağrım olmuş da kahvaltımı yapabilmişim ve kahve içebiliyorum demek bu binayı bu açıdan görmek benim için…
Corona günleri yani nispeten şanslı olanların eve kapandığı günler, bazılarımız için olağan günler. Her gün gösterilen istatistik tablolarındaki “zaten yaşlıydı”, “zaten altta yatan hastalığı vardı” vurgusuyla paylaşılan hayatlar bakımından evde olma hali olağan ve hatta sadece evde olabilmek insana kendini iyi hissettiren bir şey.
Mutluluk, hani önemsiz gibi söyleniveren ama ancak olmadığında anladığın şeylerse eğer benim için yüzüme gülümsemeyi hastane yerine evde olmak, rahat ve ağrısız bir derin nefesi şuracıkta almak, kahvemi içmek yerleştiriyor.
Balkon hem içerde hem dışarda, aklım da balkonda
Hülya Demirdirek
Günleri saymak çok tür engellenmişliğin ortak ritüeli olsa gerek, sadece hapislik değil, kayıplar, özlemler. Koca penceresi balkona açılan küçük bir yatak odasında geçirdiğim karantina günlerini sayarken, baktım ki ev günlerinin bitim vaktini bilmeyenler de sayıyor. Benimki 14 günlük olduğu için her güne adıyla seslenir gibi saydım. Ne zaman biteceğini bilmesem sayar mıydım acaba?
Solumda geniş bir pencere, pencerenin arkası balkon, balkonun arkası ağaçların ve binaların tepesi. Ama hepsini çevreleyen gökyüzü var. Oturduğum yerden yolu göremiyorum ama görsem de biliyorum her zaman bu yoldan çok az insan, bi de nadiren tren geçer. Uzaktan o eski moda çan sesini duyunca köpek gibi kulaklarım dikiliverir hep. Tren yoluna paralel, az ötede nehirde kütükleri çeken filikalar her zamanki gibi gidip geliyorlar. Onların da ritimleri değişmemiş gibi.
Gün içinde ışınların açısı ve tonları değişiyor. Galiba balkondan gördüklerim de evimin parçası, fon. Nehir de mekanımın parçası, gökyüzü de. Önceden de böyleydi. Karyolada uzun oturmak çok konforlu. Karantina sonrası da burada oturuyorum. Kucağımda balkon, pardon bilgisayar. Balkonum bilgisayarımın ekranıymış meğerse. Oradan Türkiye’ye bakıyorum, güney komşu ABD’ye bakıyorum. Koronanın günlükleri yazılıyor, say say bitmeyen canlar ve cansızlar var. Canımın suyu çekiliyor okudukça. İnat için de, azapta olmak için de enerji gerek. Yoksa balkona çıkmak işime yaramıyor. Neyse ki devranın mevsimleri var.
Balkon Komşuları
Rubabe
Bu evin balkonu biraz hayat demek biraz koca bir gökyüzü. Parka bakan tarafta olsa içinden çıkmayacağım yer. Apartman yanı olunca sanki bütün manzaraya, bütün Ankara’ya yanlamasına bakma zorunluluğu. Bu balkon yan apartmanda, bizden bir üst katta oturan abla ve kanser tedavisi gören eşi demek biraz da. Nasılsınız diye sorduğumda duyamayıp içinden geçenleri döküveren bir kadın o abla: “Kocam tedavi görüyor, ilerledi. Kemoterapi de aldı. Gidip geliyoruz doktora.” Bu tür anlar bana hep Çehov’un Acı adlı öyküsünün kahramanı yaşlı at arabacısı Iona’nın gamlı halini hatırlatır. Genç oğlunu belki hummadan belki bilemediği bir başka dertten kaybetmiş Iona yolcularına, handa kaldığı sırada yan tarafta konaklayan adama ve dinleyecek kimsesinin olmadığını iyice idrak edince yoldaşı atına derdini anlatarak uyuyakalır.
Balkonum hep böyle hüzünlü değil. Alt kattaki yaşlı çiftin bize Amazonlardaki sesleri tek başına taşıyan muzip papağanı gün içinde hayatı güzel yapan bir varlığıdır oranın mesela. Siz yukarıdan bakınca o da aşağıdan size bakmaya çalışır. Islığınıza cevabı bahar günlerinde gün ışığı da bolsa bol yankılı bir hoş sesler çağılı olur. Bizim evin kedisiyle dalga geçmeye çalışıp onun aklını da karıştırmışlığı vardır ıslıklarıyla.
Balkonumuzun en azametli komşularından biri de yan apartmanın bahçesindeki uzun ve güzel köknar çamı. Etrafında birkaç köknar, birkaç meyve ağacı daha var. Ama dalındaki saksağan yuvasıyla, kışın kendisine yakışan karla komşuluk vazifelerinden en güzelinin dünyaya hoş bir dokunuş bırakmak olduğunu hatırlatır, Virginia Woolf’un şu sözlerindeki gibi tıpkı: “Ne hoş bir güzelliği vardır, hafif adımlarla, dünyadan gülümseyerek geçenlerin”.
Bir de güvercinler, bizim bina bir gün durduğu yere yığılırsa bilin ki sorumlusu onlardır. Balkonu onlar da sever. Alt kattaki papağan, güvercinler, bizim kedi, apartman bahçesindeki köpek ve onun civarında dolanan kedilerli, köknarlı serin bir dünya bizim balkon. Bugünlerde özellikle nefes açan bir dünya. Kocaman bir gökyüzüne açılan kapım.
……
“Ankara’nın en çok neyini seversin? Dostluklarını, simitini koy bir yana. Eveet gün batımını. Bisiklet üstünde yüzün batıya dönük akşam pedallamalarını özledin, biliyorum. O günlere daha var ama o günler gelecek. Şimdi gün batımı kızıllığını komşu pencerelerden izleyip göğe bakma zamanı.” (Günbatımı / Rubabe)
İki Kişilik Balkon
Ayşe Gülkızı
Benim balkon maceram anneannemin dizinin dibinde başladı. Her zaman içe kapanık bir çocuk olan ben evin içinde oyuncaklarımla pek mutlu bir çocukluk geçirirken yol arkadaşım anneannemdi.
Bir zamanların ses sanatçısı olma hayalleri kuran güzel kadını, iki çocuk ve iki torun sonrası evi mekan edinmişti ama içindeki sahne onu terketmediğinden olsa gerek ruhu evi aşıyor, illa dışarı çıkmak istiyordu. Ama o asla sokakta boş boş gezemeyecek bir Cumhuriyet kadınıydı da aynı zamanda. Huzur bulamadığı ev, özlediği sokak ve asla çıkmadığı sahne sonunda onu mekanların arafına sıkıştırmıştı:O tam bir balkon insanıydı.
Benim seksek oynamaktan başka yapacak pek bir şey bulamadığım balkon onun dünyasıydı, saatlerini geçirir, çayını içer, şarkı söyler, misafir ağırlardı. Ama en çok da seyrederdi, geleni, geçeni, oyun oynayanı, mısırcıyı, bahçelerdeki gülleri, dut ağacının bu sene nasıl büyüdüğünü, karşı komşunun torununu, herşeyi… hem içinde hem dışında olduğu herşeyi…
Yıllar geçti, yolda oynayan çocuklar büyüdü, dut ağacı kesildi, ben özgürce dolaşan bir kadın oldum. Her geçen sene yaş alan ve balkonuyla ilişkisi gittikçe azalan annneannemle bağımız hiç kopmadı ama sokakların peşinde olan ben balkonu hiç özlemedim, hayatın bir adım dışında olmaktansa tam içinde olmalıydım çünkü.
Ne zamanki hayat hepimizi evlerimize savurana dek. Ama çocukken yaşadığım saf huzur yoktu artık evde, bugünün endişesi, geleceğin endişesi, kaybettiğim sokak, kaybettiğim hayat beklenmedik deliklerden çıkıveriyor, bastırılması zor huzursuz sancılar haline geliyordu. Ben de araftaydım artık ne sokakta olabiliyor, ne eve sığabiliyordum, sonunda ben de teslim oldum, çıktım, derin bir soluk aldım; sessizdi, güneşliydi, kumrular karşıdaki ağaca yuva yapıyordu, oturdum, çayımı içtim ve izledim, yaşamdı işte.
Şimdi iki kişilik oturuyorum balkonda, artık balkonsuz bir bakımevinde karantinanın bitmesini bekleyen anneannem için ve ancak yıllar sonra onu anlayabilen torunu için…
Sesler
Ada Yağan
Uyanan şehrin uğultusuyken ilk sesleri günün, şimdilerde, coşkulu cıvıltılarıyla “serçeler başlatıyor sabahı.”* Erik ağacının dallarında gamsız cıvıldaşan bu sabah şarkıcılarına bir de tenor ekleniyor üstelik, bir horoz… Şaşkınlık, sevinç ve eser miktar da olsa eksik olmayan bir tedirginlik veriyor insana bu aldatıcı cümbüş.
Geç olmadan başka sesler de duyuluyor. Dağılıyor birden cümbüş havası. Çekiç sesleriyle bir başka şarkı söyleniyor her sabah karşıdaki binadan, kim bilir hangi tedirginliklerle.
* “Güneş değil, inandım.
Serçeler başlatıyor sabahı…”
Şükrü Erbaş
Öğlen Oldu Bak
Özgür Ceren Can
Yaz gelsin. Hava ısınsın iyice. Balkona hırkasız, terliksiz çıkacağım. Taşlarına basacağım çıplak ayak. Ferah. Bahçede oynayan çocuklar yerine motorlu kuryeleri seyredeceğim. Fen işleri emekçilerini ve apartman görevlilerini bir de. Ay hep sokakta bu adamlar. Sütçü geldi sabah, sanırsın laborant; beyaz önlük ve beyaz maske takmış, ellerinde beyaz eldivenler. Almıyorlarmış yoksa sütünü. Öğlen oldu bak, komşulardan kimseleri görmedim. Köpekleri, kedileri, güvercinleri, saksağanları ve serçeleri gördüm. Meydan bunlara kaldı. Şunlara ekmek kırığı atayım. Yaz gelsin bunlara yolunu şaşırmış arılar, uğur böcekleri, kelebekler eklenecek. Çiçekler açtı mı? Bazısı açmış. Alt kattaki komşunun balkon saksılarına bak sen. Hangi ara gitmiş almış, bahar kapıdan yüzünü göstermesin hatun çiçekçide! Para da buluyor, maşallah gözümüz yok. Şu duvara bir raf çakayım, üzerinden Parlak Mustafa çiçeği sarkıtırım ben de. Arsız olur serpilir hemen. Plectranthus australis ya da İsveç sarmaşığı ama nedense memleketimizde Parlak Mustafa diye anılır cinsi. Kadınlar derler ki bulunduğu evin “bey”inin ismini alırmış. Evin beyi… Hakikaten arsız bir sarmaşıktan başka nedir? Ah zaman nasıl da suyun üzerinde sendeleyen yağ tabakası gibi sıvılaşıyor balkonda. İçim bulandı. Ütüler, bulaşıklar, sehpaların üstünde koltukların altında toplaşıp bekleşen tozlar, içeride balık istifi birbirini eziyor. Dışarıda kursaktaki hevesler gibi bekleşiyor katılaşıp havada asılı kalmış olasılıklar. Başım döndü, balkon değil Araf sanki. Kalkayım bir çay demleyeyim.
Penceremdeki Çocukluk
Buse Kaynarkaya
Evimi sevmemin sebebi Kuğulu Park ve Seğmenler’e yakın olması, biraz yukarılara çıkınca Papazın Bağı’nda şehrin gürültüsünden hayret verici bir şekilde uzaklaşabilmem veya gecenin karanlığında önümü görecek halde değilken sallana sallana her noktasını ezberlediğim yolları tırmanıp eve ulaşabilme olanağından ziyade sokakta ve bahçelerde hâlâ çocukların oynaması oluyor bu mevsimde.
Odaklanmam gereken bir şeyler olduğunda rahatsız olduğum çocuk seslerini, itiraf edeyim, gözlüyorum her sonbahar sonu çünkü ilkbaharın ve yazın müjdecisidir, bir nebze de olsa doğayla iletişime geçmektir. Zerdali ve vişne ağacının altında anlamsız oyunlar oynayan çocukların kahkahası, “Artık tek başına yapamıyorum bazı şeyleri” yorgunluğumu alıp götürür başka diyarlara.
Karantina, benim için hiç de zorlayıcı bir şey değil zannediyordum çünkü zaten zamanımın çoğunu evde geçiririm. Kimi zaman bir süreliğine zorunlu, kimi zaman zorunluluğa bağlı olmadan evde olmak kendime seçtiğim yaşama şeklinin bir uygulama alanı benim için. Bunu “Markete giderken kaç kat eldiven taksam, kimyasaldan yara olan ellerime ne yapsam, ah şimdi bir parkta çimlere uzansam” gibi iç seslerle harmanladığımda keyif aldığım şeyden uzakta bir yere düştüm. Şu an ev benim için sirkenin fayda etmediği bir virüs yüzünden çamaşır suyu kullanmak zorunda kaldığım, eve giren her şeyi birkaç farklı şeyle yıkayıp silip bolca plastik torba ve eldiven israfına katkıda bulunduğum sinir bozucu bir yer.
Sokağa çıkmam gerekmese burada son derece güvenli ve mutlu hissedeceğimi biliyorum ama bazı şeyleri benim için yapabilecek kimsem olmadığından kalıcı farkındalıklar bırakan birtakım endişeli anlar geçiriyorum. Sonra bir çocuk sesi geliyor bahçeden, daha önce görmediğim bir kadın, birlikte toprağa dokunuyorlar ve ben yukarıda kendi çocukluğumu hatırlayıp mutlu oluyorum. Böyle bir karede yer almış olmanın verdiği huzur çöküyor içime ve fark ediyorum ki dünyamı değiştirecek olan şey sevginin ta kendisidir.
balkon yok pencere yok kaşık yok
betül mahmure onaran
gurbetteki karantinaya ne denir bilemiyorum ama korunması mecburi mesafeleri perçinleştirdiği kesin. küçük odamın utangaç penceresi de sosyal mesafe kuralını çok iyi biliyor. kuralı ondan öğrendim denebilir. yüksek tavana dokunmak için uzağa tırmanmış bir halde, apartmanın gizli avlusuna açılıyor (daha doğrusu aralanıyor). odanın kalıcı loşluğu migrensiz bir hayatı garantiliyor ancak hizmet kapsamına güneşi ve gökyüzünü almıyor. zemin katta sinsi bir yöne bakan cephede saklanmış dairenin balkonu da yok. “güneş ve gökyüzü için lütfen terasa tırmanınız.” bu son yönlendirme yeni bir güncelleme. daha önceleri, “güneş ve gökyüzü için lütfen evden çıkın ve istediğinizi yapın” diyordu. durumlar değişti. peki güneş doğrudan değmiyorsa yüzümüze, gerçekten doğmuş mudur?
sürekli matrix’te miyiz sorusunu düşündürten bu sanal simülasyon deney paranoyasında canım iki kat sıkılıyor. eğer bu matrix ise, bu bölümü kodlayanı, ajan smithler kovalasın. bu kadar sıkıcı ve düz bir sanal gerçekliği 1950lerden beri mobilyası değişmemiş hantal bürokrasiye aşık bir devlet dairesi üretebilir. gerçek matrix bu değil. teessüf ederim gerçekten. özlemini duyduğumuz matrix bu değil. itiraz dilekçemi ilgili mercilere gönderdim. yanıt bekliyoruz.
sakinleşmek için terasa tırmanınız.
temsili: (00:19-00:36 arası)
Balkon Zamanı
Sibel Durak
Temmuz ayının ortası. Camdan yazın geçişini izliyorum. Pencereyi açabilsem bu uğurlamaya katılacağım ama yasak. Bu tek göz odada her şey yasak. Dışarı çıkmak yasak. Maskeyi çıkarmak yasak. Başka hasta varken salona çıkmak yasak. Refakat edilen hastayla aynı anda yemek yemek yasak. Çatal, kaşık dahil metal her türlü eşya yasak. Temmuzun en sıcak günleri ve içerde üşüyorum. Klimanın derecesiyle oynamak o da yasak. Nakil olmuş hastayı en ufak riskten sakınmak için bu yasaklar. Belki bir ay belki daha uzun süre bu odada yasaklara uyarak, dış dünya ile bağları kopararak geçecek zaman. Geçiyor da olanca haşmetiyle. Dışarıyı unutup içe bakmak ve saati boşlamakmış bu işin birinci kuralı. Mekan kendi ölçü birimini yaratıyor nasılsa. Evde, okulda, işte, hastanede, hapishanede yoksa nasıl geçer zaman. Yemek getiren görevli, vizite çıkan doktorlar, günde on iki defa kontrole gelen hemşireler bu odada zamanın ölçü birimleri.
Nisanın başı. Baharın gelişini, belki de gidişini izliyorum. Görünmeyen bir virüsün yaratacağı tahribatı en aza indirmek için bu sefer yasaklar. Belki bir ay belki daha uzun süre yasaklara uyarak, dış dünya ile bağları kopararak geçecek zaman. O tek göz odadaki kadar sıkı değil kurallarım. En azından sıkıldığımda yer değiştirebileceğim üç oda daha var. Üstelik deneyimli de sayılırım. Biliyorum dışarıyı unutmak ve saati boşlamak gerektiğini. Evin ölçü birimlerini baz alıyorum kendime. Ve geçiyor olanca haşmetiyle zaman. Bu hıza dur demek istediğimde açabilecek pencerelerim var ve daha fazlası balkonum. Balkonun da kendi zamanı.
Mekanın içindeki hıza karşın daha durağan bir zaman akıyor burada. Sandalye değil yer minderi tercihim. Orda oturup apartmanları değil, ağaçları, kuşları değil; kaldırıp başımı az yukarı gökyüzünü izliyorum. Sahil kasabası rehavetine kapılarak. Zaman ve mekan değil, önemli olan bu hissin kendisi.
Balkon Günleri
Fahri Aksırt
Bir bahçeden başka bir bahçeye atlayabildiğimiz, kocaman bahçelerin bir kenarında evlerin küçücük yer kapladığı, sokakta lastik çizmelerimizle su birikintilerinde oynamanın büyük keyif verdiği yıllar. Annemin ekmek almaya gittiğinde önceden biriktirdiğimiz bozukluklarla bakkaldan aldığı minik şeyler. (O zamanlardaki en büyük sevincimiz) Biraz büyüyünce mahalledeki diğer yaşıtlarım gibi ekmek ve evin diğer küçük ihtiyaçları için bakkala gitmeye başlayışım. Akşama kalırsam şayet ekmek kalmayacağını zaten bakkalın da çoktan kapanacağını öğrenişim…
Bir vakit İsviçre’ye gittiğimde hafta sonu akşam 6’dan sonra civarda ekmek alacak bir yer bulamamıştım ve çocukluk günlerimi anımsamıştım.
Halbuki çoktandır bizim buralarda gecenin 11’ine kadar açık AVM’ ler, akşam 9.30’ a kadar açık marketler, 24 saat sipariş verilebilecek dükkanlar. Vuhuuu!…
Yoksa bizim kapitalizmimiz evcil değil miydi!
Şimdilerde insanlar evlerine çekildi ve sokaklar tenhalaştı. Ne araba ne de insan sesi, artık daha çok köpek havlamalarını duyuyorum geceleri. Sabahları daha çok çalınıyor kulaklarıma kuşların sesi.
Balkonsuz bir evde geçti çocukluğum. Lakin ne vakittir “Balkon Konuşmaları” yla şekilleniyor hayatımız. Ve biz de ancak balkondan bakabiliyoruz hayata. (Gezi hariç) ????
Bugünlerde en azından sokağımızın bakkalıyla (o aşağıda ben balkonda) çay bardaklarını gülümseyerek kaldırıp çayımızı yudumlayabiliyoruz.
Şişşt
Can Mengilibörü
Balkon: Düşlerinde Özgürlük
Tanju Gündüzalp
İçimizi de günümüzü de kapatıyor(muy)uz dışarıya… ardına da “yalnızlık” serenadları döşeniyor(muy)uz. Sanki evi içimize, içimizi de eve kapatıyoruz. Esaretten ve zincirlerimizden kurtuluşun bir yolu: Balkon.
Çocukluğum ve eğitim hayatım (4 yıl yaşadığımız akasya ağacına bakan Türk-İş bloklarındaki ilk öğrenci evimiz hariç) hep bahçe katı evlerde yaşandı. Son bahçe katı evimizde 16 yıl yaşadıktan sonra, 2 yıl önce ev arayışına girdiğim(iz)de hedef belliydi, bahçe katı ya da önü bir park, balkonlu bir ara kat. Şanslıydık, şehrin tam da merkezinde ama dev bir bahçeye (Fransız elçilik bahçesi) ve şehir ışıklarına bakan bir yer bulmuş pek sevinmiştik. İlk iş ön yüzünü olabildiğince şeffaflaştırmak, ikinci iş balkonu bahçeye çevirmekti. Düşü göze taşımak gerekiyordu.
Tanım: “Yapının genellikle dışarıya doğru çıkmış, çevresi duvar veya parmaklıkla çevrili bölümü, çıkma”. Evin içinden özgürlüğe adım attığımız yer, balkon. Koşmayıp durmak zorunda kaldığımız ve düş(ünce)lerimizi büyüttüğümüz yer.
Neden mi: Sesler, hayal, görüntü, sokaktaki kedi, gökyüzü, kumrunun yuvası, örümceğin ağı, peygamber devesinin eksik ayağı, … hepsi oradalar ve aklımızın sınırlarını genişletiyorlar. Tebessümün, sınırsızlığın, hayalin, doğanın olduğu yerde ancak iktidarlar ölürler.
Birdenbire karşımıza çıkan, doğaya baskımızın karşı yanıtı –gibi duran- bu öznel ve travmatik salgın günlerinde yeniden bulabiliriz düşlerimizi, o balkonda, o pencerede. Salonu yıkıp balkona katma zamanı.