Bir kente, “en güzel” dediğinde öyle olmuyor. Kendini bir yere konumlandırmaya çalıştığında olmadığı gibi.
Fotoğraf: Can Mengilibörü
Otobüsten indi, burası hep böyle çirkin miydi?
Yürümeye başladı, hayatının dönüm noktasına doğru yürüdüğünü bilenlerin geceleri uykusuzdur. Öyle birkaç saat sonra hayatının baştan aşağıya değişeceğini bilmemenin huzuruyla güne başlayanlar gibi karşılamazlar güneşi.
Şimdi dört tarafı camdan, bir çay içeceğin balkonu bile olmayan bu “modern” binanın yerinde o zamanlar küçük bir çay ocağını dibinde barındıran eski bir Ankara apartmanı vardı. Bu şehre ilk geldiklerinde, işsizlikten umutsuzlukla kavrulduğu o gün, işte orada çay ısmarlamıştı sevgilisine; “boşver, beraberiz ya.”
“Yıkılmış, yerine de bunu mu yapmışlardı, fark etmemişim?”
Fark etmek gariptir. Birisi için artık başka bir anlama geldiğini, büyüdüğünü, okulun bittiğini ve artık kimseden sadece okuduğu için para alamayacağını, ölen birisinin gerçekten artık olmayacağını, dünyanın değiştiğini, daha önce mutluluk anlamına geldiğin birisinin kalbinde artık ışığı görebilmek için kurtulması gereken bir karanlık mağara olduğunu.
Ankara ayazı tam böyleydi, anımsıyordu. O zamanlar ayazı çok önemsemezdi. Sanki okuldaki kızlar ince paltosunun içine sadece gömlek giymesinden etkileneceklermiş gibi, bir kahramanlık yapıyormuşçasına giderdi okula. Kendine kötülükten başka bir işe yaramadığını, 10 yıl sonra gelen öksürük nöbetleriyle öğrendi. İnsan sonra sonra öğrenir.
Şimdi dipten budadıkları bu çınar ağaçlarının gölgesinde, çok değil daha beş yıl önce, yaşamını aşkla sürdüreceğine dair söz vermişti. Hangi hayal kırıklığından önceydi o? Kuğuların üzerine artık daha çok kar yağıyordu.
Uzaktaydı o zaman sevdiği.
“Daha gür çıkacak, yoksa ölecek” diye şimdi bu ağaçların tamamını gölgesiz bir ev gibi bırakmışlardı. Kim bilir, belki de daha gür çıkardı. Yaprağı aynı yaprak, dalı aynı dal olmazdı ama olsundu. Bazen gerekiyordu öleceği kısımdan kesmek.
Egemenlik Parkı, bak işte o hiç değişmemişti. Her geçtiğinde sanki bisiklete, kaykaya binen çocuklar bile hiç büyümemişler ve zamanın bir yerinde hep orada eğlenmekle ödüllendirilmişler gibi gelirdi. Şu bankta sigara içmişlerdi. Sonra bu parkta aldatıldığını sanmıştı sevdiği, ne komik.
Tomalar, çelik bariyerler, her köşe başında polis, artık önünde cam olmayan madenci heykeli. Kızılay’a doğru ne zamandır yürümemişti.
Heyecanla aranmak duygusu, birinin aklına gün içinde düşüp aranmak duygusu da telefonlar çalmamaya başladığında anlam kazananlardan. Yok, çalmıyor artık. Vereceği haber yok demek. “Her şey yalandı” demişti. Aradıkları da yalan mıydı, üzerinden ne kadar geçmişti ki? “Sen olmasan başkası olurdu” demek. Doğru mu söylemişti, doğru söylemişti.
90’lı yıllarda, Kızılay’ın ortasındaki yeşiller içindeki göbekten araçlar her yöne dönebilirdi. Eski beyaz ve komik şapkasıyla bir trafik polisi beklerdi muhakkak meydanda. Karanfil ve Konur’a girdiğinde seni kitapçılar karşılardı. Ortalıkta böyle garip kafeler, playstation oynatmak için kurulmuş dev ekranlı mekanlar, pavyonumsu barlar yoktu. Gitar çalan çocuklar, çiçekçiler ve aşıkların zarafetinde yürürdün Yüksel’e doğru. Yüksel, yasaklı değildi. Hatta kimse dokunmadan basın açıklaması yapılabilen belki de tek yerdi. Oradaki merdivenlerden aşağıya indiğinde, bir bahar kokusu gibiydi Kızılay.
“Sen mi yaşlandın yoksa her şey daha mı çirkinleşti” diye sordu kendine.
“Yok ama çirkin işte. Bu camdan işhanı çirkin, taksiler çirkin, bu kalabalık, içinde bize yer kalmayan bu meydan, ağaçsız, yeşilsiz…”
Hatırladığı biçiminin de başkasına çirkin geldiğini anımsadı. “Atatürk Bulvarı oğlum, buradan dere akardı, dere boyu ağaçlar olurdu, yanından yürür geçerdik” demişti bir teyze. Dere mi akıyordu gerçekten diye şaşırmıştı.
Çok eskiden derenin aktığı bulvarın bu köşesinde, beni bir başkasından kıskanmıştı. Yüzünü asıp, nasıl da kirlendiğinden söz etmişti aşkın. Birkaç hafta sonra sen kıskanmıştın. Sonra, bu kadar zaman sonra, kıskançlık yıkıcı bir karanlığa dönüşmüş, artık yüzünü asıp kapris yapacağın, içinden içinden sevgini körükleyen bir halden çıkıp, gerçeğin kendisi olmuştu. Artık başkalarının olabilirdi, olabilirdik, mümkündü, görüyorduk.
Bizi ve bu kenti ancak bir yıkım kurtarabilirdi. Yeniden ellerinle bir ev kurmak. Bu binalar, bu taşlar, bu meydan yıkılmalıydı.
Kumrular Sokak’taki ağaçlar ve eski evler dışında ne varsa yıkılabilirdi belki ama tam da oraya takmışlardı kafalarını. Kentin en çok aşık olunabilecek sokağıydı bir zamanlar orası. Üstünü örten devasa çınar ağaçları, kar, rüzgar ve iki kişi. Bundan ibaret kalınabilirdi Ankara’da. O köşede, küçük bir dolmuş durağı.
Sıhhiye’ye doğru yürüdü. Bu saçma demirden köprülerin yapıldığı zamanı anımsıyordu. Buradan otobüsleri tarif etmişti sevdiğine. Kenti bilmiyordu, sadece sen vardın o zaman. Kimseyi tanımıyordu. Sen burada olduğun için buradaydı, burada olduğu için buradaydın. Kent anlamlıydı o zaman. Demirden köprüler olmadığında da anlamlıydı.
Özlediğinin alışkanlık olduğunu sanmıştı. Anlatamamıştı. Bu kopup gitmeye karşı çıkışlarının her biri bir erkeklik sloganı gibi ünlüyordu beyninde. Kendine anlatabilmiş miydi? Yok, özlediğinin ne olduğunu bildiğinde, anlaşılıyor sanmıştı herhalde. Karşıdan anlaşılıyor, anlaşılır, kim anlayacak ki başka? O kadar çok öfkelenmeden hemen önce.
Fark etmek gariptir. Bu büyük binanın hep bir sonu ifade edeceğini hiç düşünmemişti. Fark ediyordu ki her şey sonunda aslına dönüyor. Bir gün yine aslına dönecek.
Bağıra çağıra, sözlerle kendini hayatın bir yerine konumlandırmaya çalışanlar var.
Bir kente, “en güzel” dediğinde öyle olmuyor. Kendini bir yere konumlandırmaya çalıştığında olmadığı gibi.
Mağdur olmanın o müthiş iktidar lezzetinden tatmak, sadece bunun için seni bir zalime dönüştürmek, hiç görmediği ilgilere bu şekilde kavuşmak, bunun için, sadece bunun için yaptıklarını, yapmadıklarını, günahlarını, dönüp bir daha yüzlerine bile bakmadığı hatalarını bir kutuya sıkıştırmak, ne büyük yalan değil mi? Varsın, olsun.
Hayaller olmasa kırıklıkları da olmaz. İstemeden, hayat bunu dayattığı için değil bir de bile isteye hayal kıranlar var değil mi? Varsın o da olsun. Belki sadece bunalmıştır, olamaz mı?
Fark etmek gariptir. Yol artık Ulus’a gidiyor. Bambaşka bir kente yolculuk. En iyisi bu.