18:40 Çıkış. Misafirliğin iyisi kısa olanıdır. Daha da iyisi hiç olmayanıdır. Sahi, niye geldik biz buraya?
Descartes dualizmi, Kant rasyonalizmi derken, birtakım “baba”ların söylediklerine hapsolmuş durumda mıyız? Elbette hayır. Çünkü seni, ister fiziksel ister zihnen, hangi dar çerçeveye sıkıştırmaya çalışırlarsa çalışsınlar, soru sormaktan korkmuyorsan kendine tüneller açabilirsin.
Bir Ankara Şehir Hastanesi zorunlu ziyareti hikâyesi anlatacağız size ancak öncesinde aklın/mantığın karşısında duygunun olduğuna, hele hele duygunun kadınlarla özdeşleştiğine inanmadığımı söylemek isterim. Duygular benim bedenimden, yani zihnimden bağımsız olmadığı gibi onları fiziksel ifadeye dökmem etrafımda olup bitenden bağımsız değil. Akademide bu konuyla duygular sosyolojisi ilgileniyor. Daha önce hiç duymayıp merak edenler için Ayrıntı Dergi’nin “Duygular” sayısını, Sara Ahmed’in Duyguların Kültürel Politikası kitabını öneririm. Şimdi konuya geri dönelim: bir Ankara Şehir Hastanesi zorunlu ziyareti.
Özet geçmek gerekirse, bu ziyaretin arka planında Kızılay’dan Anayasa Parkı’nda inilmek üzere binilen 413’te sıcakla birlikte zihnimde kabarcıklanan öfke, üzüntü karışımı bir kokteyl var. Bir miktar da erkek parfümü kokuyorum, onu da ekliyoruz. Ankara, yazı yağmurlu ve serin geçireceğine bizi inandırmışken tam da yaza veda etmek üzere mevsimin hakkını vermek istediğinden olsa gerek, yanıyordu. Otobüsten indiğimden aslında başka yönde olan öfkem gözümün içinden beyin kıvrımlarıma ulaşmaya çalışan güneşe yöneldi. En azından gözlerime perde çekip önümü biraz da olsa görebilmeyi sağlamak istediğim sırada çantamda güneş gözlüğümü ararken kendimi yerde buldum. İlk yaptığım telefonuma bakmak oldu çünkü yakın zamanda neredeyse bir telefon parasına kendisini tamir ettirmiştim. –Hadi canım, ne telefon parası? O fiyata eski usül tuşlu bir telefon alınabiliyordur bu piyasada!- Sonraki adımım, çok mahrem yerlerimin görünmemesi için eteğimi düzeltmek oldu. Fakat o da ne? Düşme konusunda doktora yapmış biri olarak bu sefer pek de diğerleri gibi hissetmiyordum. Bir adam beni kaldırdı, biraz yanımda durdu. “İyiyim” derken dilimin dönmediğini fark ettim. Sorun yok, geçebilecek bir şey bu. İnsanın dilinin dönmediği zamanlar vardır! İtalya’ya öğrenci gönderiyoruz, tam da planladığım gibi erkenden gidip akşamki parti için yemeklere yardım edeceğim. Tabii, yemek, benim en iyi olduğum şey. Adı “Tükkan” olan bir dükkan hayalim var, en sevdiğim yerde, siz de gelin. Bilinç akışı böyle devam ederken kendimi bir bankta buldum. Sonra kafamı kaldıramadım. Bir kadın geldi, bir adam koştu, “Ankara, seni seviyorum, insanların ne kadar düşünceli”. Dilim hâlâ dönmüyor, insanların endişesini seziyorum ama yüzlerini de görmek istiyorum. “İyiyim ben, öyle olmam gerekir, kötü olduğumu düşündüren ne ki?” Göremedim. Güneş birkaç dakikada bu kadar parlaklaşmış olamaz, bu tersine bir dünya hareketi olurdu, güneşin yavaş yavaş yok olması gerekiyor. “Her şey çok parlak, hatta bembeyaz” diyebildim. Sonra su istedim, su geldi, Erhan arandı, ambulans arandı. “Ambulansa gerek yok! Su içince geçer.” Bunu neden söylediğimi size anlatacağım. Lisedeyken ciddi bir vesileyle hastaneye gitmem gerektiğinden beri hastane fobim var. Aklıma bir köşede ağlayan ve günlerce gözlerinin altı mosmor kalan annem geliyor çünkü.
Ambulanstan önce konuşma ve görme yetim yerine geldi, kendisi 45 dakika sonra yetişti. Öğrencisi olduğum üniversitenin hastanesine dahi gidemedik. Gerekçe, devlet hastanesi olması gerektiği. “Ankara Üniversitesi özel okul değil ama” deyiverdim fakat Ankara Şehir Hastanesi bizi çağırıyordu, kaçış yoktu. Hikâye boyunca şişen ayak bileğime dokunan tek insan, ambulans doktoru, sağlık sigortamın ne olduğunu Erhan’a sorup kafasına göre karar veriyorken ben içeride yanımda duran adama iyi olduğumu ispatlamaya çalışıyordum. Biliyorum kan almaya çalışacaklar, serum takılacak belki veya ağrı kesici iğne yapılacak en azından; vücudumda herhangi bir delik açılmasını istemiyorum. Bu esnada işlerin nasıl gittiğini sorduğumda aldığım cevap bu yazının filizlerini verdi diyebilirim: “Yetişemiyoruz. Çok kötü. Her şey yetersiz. Etlik’tekini yapmayacaklar o yüzden. Çuvalladılar.” Gazeteci olmak kaşın gözün ayrı oynuyorken bile detaylara tutunmak biraz da, kendi kendime kıkırdadım. Fakat ikna edici olamadım iyi olduğum konusunda yeterince ki adam hem kan şekerimi ölçmek için parmağıma iğne batırdı hem de koluma serum iğnesi taktı. Koyverdim tabii, ambulansın içinde ne işim olduğunu kendime sorup sorup ağladım varana kadar. Telefonum çaldı ama. Telefonda gerçekten endişeli bir ses duydum üstelik. “Madem yalnız değiliz, bize bir şey olmaz” çalıverdi ambulansın sireni yolun geri kalanında.
17:27 Kırmızı acil bölümden yeşil bölüme giderken. Kapı genişliği ~130 cm. Sedye pilotları için süper bir hedef egzersizi.
17:25 civarı sedyeyle acile bırakıldım. Ambulansta kaç yıllık bölüm bitirdiğini, benim neden yüksek lisans yaptığımı dahi konuştuğumuz görevli ayak ucuma bir kağıt bırakıp gitti. Kırmızı bölümde olduğumuzu psikiyatrik bir kriz geçirdiği belli hastanın halinden anlamadıysam da bıyığı, uzun boyu ve iri yapısıyla sevimli görünen doktorun “Bu ikincil aciliyette, yeşile gideceksiniz” demesiyle hastane içinde yolculuğumuz başladı. Narkoz falan verilmediğinden abartmadığım konusunda çok berrak bir ifadeyle bunu diyorum. Yoldan çevrilen sağlık görevlisi beni yeşil bölüme sürerken Erhan’la hayretler içerisinde birbirimize bakıyor, ara ara kahkaha atıyorduk. Sedye kapılardan neredeyse geçmiyor, yani sığmıyor, bizimle birlikte kıvrıla kıvrıla sürüklenmekten başı dönmüş gibi davranıyordu. Bembeyaz duvarlar korku filmlerindeki akıl hastanelerini andırıyor, girdiğin kapıdan bir daha asla çıkamayacaksın hissi veriyordu. Bu arada kırmızılık hasta olmadığımdan sedyede değil tekerlekli sandalyede olmam gerekiyordu ancak tekerlekli sandalye “kalmadığından” sedyeyi işgal etmeye devam ettim. Yoldan çevrilen görevli nereye gideceğini tam olarak bilmiyor, sorduğu kişiler de “galiba”lı cevaplar veriyordu. Biz yine hayretler içerisinde kahkahalara boğuluyorduk tabii.
17:28 Yeşil bölümün girişi. Kapının kenarlarında göçükler oluşmuş. Demek ki her sedye pilotu hedefi tutturamıyor. Kapıları biraz daha daraltsak mı?
Yoldan çevrilen görevli sonunda pes edip sedyeyi bir doktorun odasına sokup gitti. Erhan’ın başına kalmıştık sedyeyle ben. Ne yapmamız, nereye gitmemiz gerektiğini anlamaya çalışırken Erhan “Bu sedyeyi taşımak benim sorumluluğum mu? Kimse bir şey bilmiyor. Ayakta kırık olabilir, çatlak olabilir, vakit geçiyor. Siz de bu sistemi savunuyorsunuz yani. Allah akıl fikir versin” diye -veya çok benzeri- bağırıp beni aldığı gibi odadan çıkardı. Sedyeyle beni yani. Biraz daha dolaşıp nihayetinde gitmemiz gereken yeri bulduk. Yeşil acilde sıra alınıyormuş meğer. İnsanlar ayakta, gözler buğulu bakıyor. Tek ayağının üzerinde sekenlerden bir kısmıyla aynı dertten mustarip olduğumu anlıyorum. Sedyeyi paylaşsam mı diye düşünürken birden elimdekinden olmaktan korkuyorum. Bir ara sedye sallanıyor. Ne olduğunu fotoğraf anlatsın:
17:53 Yeşil bölümde bekleyiş. Doktorun odasından çıktık, danışma bankosundan numara aldıktan sonra fuaye/koridor alanında sedyeyi sağa çektik, bekledik. İyi ki çektik, oturacak yeri olmayanlara yaradı.
Bu esnada kıyafetinden güvenlik görevlisi olduğunu sandığım bir kadın, hafif mahçup gülümseyerek bana yaklaşıyor. Bence komik göründüğümden ne olduğunu soracağını falan sanıyorum. Çok ayıp bir şey söyleyecekmiş de kimsenin duymaması gerekiyormuş gibi sesini olabildiğince kısarak “Eteğin, için görünüyor” dedi. Bir an donakaldım. Kadın ilerledikçe kahkaha geldi. Evet, tek derdim buydu. Bilinçakışıma düştüğümde yaptığım ikinci hareketle birlikte Iris Marion Young’un “Throwing like a girl” makalesi geldi. Belki de derdim bu oluyordur zaman zaman.
18:04 Yeşil bölümde bekleyiş. Hastane müşterileri deneysel klonlama çalışmalarının meyvelerini topluyor, muayene odalarında.
Neyse, hasta isimlerinin yazdığı ışıklı ekranlarda dikkatimizi çeken bir şey oldu: birden fazla muayene odasında aynı ismin yazması. “Dolly, klon, ben de istiyorum, yerime işe gidip çocuklarla uğraşacak bir sürü Buse’ler.” Çiçeği burnunda yakışıklı doktorumuz ayak bileğime bakmak ne kelime, yüzüme bakmadı. Röntgene gönderdi, orada da aynı isimle birkaç yerde birden olan biri. Bu insanlar birer tane, şimdi emin olabiliriz. Benim de çoğalma hayalim suya düşmüş oldu böylece. Daha önceki şiş diz röntgeni tecrübemden biliyorum ki röntgeni çekecek olan kişi vücuduma bastıracak ve beni bağırtacak. İşimi kendim yaptım, dediği şekillerde koydum ayağımı alete ve bağırmadan bu adımı da atlamış olduk. Doktorumuz yine ayak bileğim ne kelime, yüzüme bile bakmadı. İlaç falan yazmaya da gerek görmedi. “Bilmem bir şey odasına gidin, bandaj yapılsın” dedi. Alçı odası, sanırsın yüz yıldır kullanılıyor, öyle katmanlı iz kalmış üzerinde. Bir şaşkınlık da burada yaşadık tabii. Bugün şaşırmalara doyamıyoruz. Biter mi? Bitmedi. Kolumda kullanılmayan bir serum iğnesi var. Çıkarmak için bilmem yere gitmek gerekiyor. Nasıl gideceğiz? “Galiba şuradan, ben de tam bilmiyorum.” Birkaç yer dolaştıktan sonra, asla aynı kapıdan ve koridordan ikinci kez geçmediğimize emin olarak bir isyan narasına hazırlanırken birisi kolumdan iğneyi çıkardı.
18:21 Röntgen işlemi. Doktorun uzaktan muayenesi sonrası ayak bileği röntgeni işlemi. Klonlama burada da işliyor.
Nihayetinde “Ben iyiyim” dememe inanmayan iyiliksever Ankaralılar “sayesinde” yaptığımız bu Ankara Şehir Hastanesi zorunlu ziyaretini, aramızda kurulan duygusal bağdan dolayı sedyeyle ayrılmam zor olsa da, bir hatıra fotoğrafıyla ölümsüz kılmak istediğimizde saat 18:40’ı vuruyordu. Ortalama 2,5 saate yayılan bu süreç –hiç fena değil- bize hastane ilk açıldığında “Bir gün otobüsle Şehir Hastanesi’ne muayene olmaya gidip süreci ve oradaki gözlemlerimizi yazalım” dediğimiz yazıya bir giriş vermiş oldu.
18:27 – 18:31 Alçı odası. Yıpranmamız yıpranacağımızın göstergesidir.