barınma

 

Çankaya’da yaşayan biri olarak mültecilerle karşılaşmam sanıyorsunuz ama yakın zamana kadar Hoşdere’den geçen bir otobüsün veya dolmuşun içindeyseniz Göç İdaresi’nde işi olan Suriyeli mültecilerle yolculuk ederdiniz. Bu aks, Göç İdaresi Tunalı’ya taşındığından beri oraya evrilmiş durumda. Üstelik kayıt ve birtakım işlemler için Oran ve Çankaya’nın başka uzak yerlerine giden diğer ülkelerden mülteciler de Birleşmiş Milletler’in sorumluluklarını devriyle artık sadece Göç İdaresi’ne gidiyorlar. Kuğulu Park’a soluk almaya çıktığınızda, çimlere bırakılmış bir hırkanın üzerinde ellerini ayaklarını kuşlara sallayarak güneşlenen bir bebek ve ailesinin hemen yanındaki bankta okuyabilirsiniz yani kitabınızı.

Ben mültecilerle ilk, iş ararken karşılaştım. Kendi mesleğimi yapamayacağımı fark edip başka alanlara yöneldiğim bir zamandı ve Ankara’nın hangi yönü olduğunu hiç bilmediğim bir yerine iş görüşmesine çağırılmıştım. Siteler’den, Önder Mahallesi’nden geçtim; gördüklerim dün gibi aklımda hâlâ. Yıkıntıların arasında siyah boyayla Arapça bir şeyler yazan duvar, bir sene öncesine kadar orada dimdik duruyordu, şimdi ne durumda bilmiyorum. Bir yerlerde indim, ulaşmak istediğim yerden çok uzaktaydım. Belli saatlerde geçen otobüsü beklerken bakkalla sohbet etmeye başladık. Bir kız çocuğu geldi bir ara ve dondurma dolabının içindekileri incelemeye koyuldu. Ardından gelen oğlan çocuğu “Suriyeli, ıyy” dedi. Kalbimin eriyen asfaltı donduracak kadar buz gibi kestiğini hissettim. Bir çocuğun başka bir çocuğa bunu demesi beni çok yaraladı o an. Sohbet, mahallenin kültürünün Suriyelilerle birlikte değiştiği ve benzeri cümlelerle kirlendi. Ben o afallamış halimle iş görüşmesine gittim ve elbette işveren en azından şimdilik benden öğretmen olmayacağını anladı.

O uzun ve hüzünlü yolda gördüğüm Arapça-Türkçe tabelalı sivil toplum kuruluşlarından birinde çalışmaya başladım kısa süre sonra. Yanımda “Iyy” denilen o çocuklara “Suriye bombası” diye bağırılarak taş atıldığını öğrendim. Okulda yemek saatinde çatalını annesinin yaptığı yemeklere batırarak yiyen çocuklara “Aaa sen çatal tutmayı biliyor musun?” ünlemleriyle şaşırıldığını işittim. Resimleri; parçalanan insan bedenleri, dağılmış çitler, fışkıran kanlar, gökten düşen kırık kanatlı kuşlar, şarapneller ve askerlerin süslediğini gördüm. Hüngür hüngür ağladım günlerce kadınları dinledikçe, benden daha çok hikâye dinleyen diğer birimlerdeki iş arkadaşlarımın geceleri nasıl uyuduğuna şaştım.

Proje başkaları için devam ettirilip benim için bitirildiğinde, ilk yapmam gerekenin kadınların hikâyelerini anlatmak olduğuna karar verdim. Ankara’nın hiç bilmediğim yerlerine gitmeyi, tanıdıklarımı boşverip tanımadığım insanlarla bir araya gelmeyi ve onlardan yardım almayı iş edindim kendime. Dinledim, dinledikçe yazdım, yazdıkça daha çok sarıldım her birine. Ne o insanları Önder Mahallesi veya Solfasol gibi yerlerden çıkarıp İncek’te yaşayan bir başka kadınla buluşturabileceğime inandım ne de ortalıkta dolaşan yüzlerce yanlış bilgiyi düzeltebileceğime,  ben sadece konforlu alanımı terk etmeyi göze aldım. Ayrancı’daki Suriyeli arkadaşımın kahve dükkanı iş yapmadığı için kapanıp o Hatay’a yerleştiğinde, dükkanın önünden her geçişimde, bir gün buralarda birlikte yaşayabileceğimizin hayalini diri tutmak istedim.


desen: Erhan Muratoglu

Bu süreçte, iyi görünen şeylerin altında neler döndüğünü, parmakla sayılacak kadar az yerel birkaç oluşum, gönüllü topluluğu ve bazı araştırmacılardan başka kimsenin derdinin aslında mülteciler olmadığını fark ettim. Mültecilerin yoğun olarak yaşadığı Altındağ ve Mamak’la hiçbir teması olmayan takım elbiseli ve topuklu insanların onlar adına günlerce konuşmalar yaptığını, başkentte yaşayan 92.073 mültecinin sayıdan ibaret varsayıldığını ve hayata dahil edilmemelerinin aslında sorunsallaştırılmadığını, “entegrasyon” ve benzeri kelimelerin sadece havada uçuşturulduğunu gördüm.

Bütün bunlardan çok uzakta olduğunu sandığım Eryaman’da yeni işime başladığımda, çalıştığım çocukların mülteci çocuklarla temas halinde olmayacaklarını düşünerek nefret söylemine maruz kalmayacağımı varsaydım ancak elbette öyle olmadı. Çoğu polis ve asker çocuğu olan 13-14 yaşındaki bu çocuklar, saçları çirkin bir sarı olan çocukla “Suriyeli sarısına boyamış” diyerek dalga geçtiler sene boyunca örneğin. Çalışma arkadaşlarımdan biri Keçiören’de yaşadığı yerde artık çok fazla mülteci olduğunu, kız kardeşini dışarı ekmek almaya bile gönderemediklerini, taşınmak istediğini anlattı bir gün çay içerken. Belediye seçimlerinde Türkiye’de yaşamak zorunda kalan bu kadar insanla ilgili neredeyse hiçbir başkan adayının söylemi olmaması kimseyi rahatsız etmedi ancak işverenim baklava ısmarladı hepimize seçim sonuçları belli olduğunda.

Mülteciler Günü’nde kalplere dokunacak birtakım acıklı hikâyeler paylaşmaktansa kendi hikâyemi anlatmaya karar vermem, yapılması gerekenin daha temelde olduğunu ve benim gibi tekil çabaların sistemi değiştirmeye yetmeyeceğini çok iyi bildiğim halde “bir şey yapmak gerektiği”ni vurgulama isteğiyle alakalı. Hepimize aynı güzellikle parlayacak günleri ne diye umalım böyle bir kaosun ortasında yoksa?