Fotoğraf: Can Mengilibörü
1998 yılında temmuz ayı ortalarında bir akşamüstü, Tunus’tan yukarıya, Bülten’e doğru yürüyorum. Cadde olduğu ileri sürülen sokaklar sakin. Bahçe mi sulamışlar, kapı önü mü yıkamışlar yoksa bir yaz yağmuru mu dökülüp geçmiş şehrin üstünden hatırlamıyorum. Hatırladığım oynak kaldırım taşları arasından ayak bileklerime sıçrayan suyun ılık tekinsizliği. Apartmanların birinden beyaz keten gömleklerinin kollarını kıvırmış bir adam hızla çıkıyor. Ben ayakkabılarıma bakınırken ön bahçenin kaldırıma çıkan kapısında zınk diye duruyor. “Do excuse me!” diyor buyurgan bir tavırla. Bir iki adım geri çekiliyorum. Adam aşağıya, Kızılay yönüne doğru uzaklaşıyor. Giriş katındaki dükkânın kapısında kollarını kavuşturmuş bizi izleyen eczacı gülümseyerek hızlı hızlı konuşmaya başlıyor hemen sonra:
“Aldırmayın. Adam İngiliz yukarıda acentede kavga ettiler az önce uçak biletinde problem çıkmış. Bize iyi oldu valla macera. Ay herkes yazlıklarda şeyde. İn cin top atıyor şehirde. Bütün gün otur otur. Kavaklıdere Sinemasında tuhaf Kuzey Avrupa filmleri var hiç sevmem. Flamingo Pastanesi çilekli dondurmanın tadını bozmuş. Hava çok sıcak pasajlarda tütsü kokusundan durulmuyor. Hint işi gömlekler moda olmuş da. Güya ferahmış. Hiç bizim Şile bezinin yerini tutar mı? Alıp da nerde giyeceğiz? Buralarda olmuyor devlet daireleri, elçilikler, bankalar, şeyler. Ayvalık mı burası? Gelin silelim bileklerinizi, pistir o su.”
Bülten Sokağa girip Cafe Bien’in tuğla döşeli bahçe duvarından içeriye dar taşlığa bakıyorum. İnce bacaklı masaların bir kısmı dolu ama bizimkiler bahçede değil. Şehrin lümpenleri bu saatlerde gelir. Kimi Bilkent’in Tunus servisinden inmiş yaz okulu öğrencileri, kimi Kennedy’den inen mahalleliler, kimi mesaiyi bitirmiş büyükelçilik personeli, kimi akşam çalacak olan konservatuvarlı cazcılar… Sarmaşıklar dolanmış demir kapıdan bahçeye girerken bu kez içeriye göz gezdiriyorum. Gelmişler, içeride barın önünde, cam kenarındaki masadalar. İçeriye Edinburgh değilse de Boston havası hâkim. Steve Miller Band Circle of Love çalıyor. Gün batmak üzere bahçede akşam serini, içeride gündüz sıcağı hüküm sürüyor. Masaların arasında genç bir kadın garson, hafızalarda aşk acısı, gurbetlik yası, uzak memleketlere bağlanma sevdası dolaşıyor.
Pencere kenarındaki sandalyede oturuyor. Başını gözlerini kırpmadan baktığı saatinden kaldırınca göz göze geliyoruz. Yanındakiler Kavaklıdere Sinemasında filme geç kaldıklarını söyleyip, toparlanıp kalkıyorlar. Boşalan masada tam karşısındaki sandalyeye oturuyorum. Bir süre sessizce bekliyoruz. Garson kız geliyor. Gidiyor. Şu İngiliz rock gruplarının uzun ve netameli cümlelerle dolu şarkılarından biri çalarken “beautiful stranger” sözü kulağımda çınlayıp duruyor.
“İstanbul’a gidişim kesinleşti. İki hafta sonra taşınıyorum.” diyor.
Tek kelime etmeden masadan kalkıp, hızla Cafe Bien’den çıkıyorum. Bestekar’ı geçip Tunalı tarafına yürüyorum koşar adım. Kavaklıdere Sineması’na bir solukta varıyorum sanki. Bizimkileri kapı önünde bekleşirken görüyorum.
Fotoğraf: Can Mengilibörü
“Filme girmiyor musunuz?” diye soruyorum.
“Hayır, buraya seninle buluşmaya geldik” diyor uzun boylu, zayıf, kaygılı ve hep fedakâr olan. İçi içini yiyen ama hep soğukkanlı görünen. Gerçekten seven ama o da gidecek olan. Ankaralı. Sigara yakıyoruz. Kaldırımdan geçenlere yol vermek için oradan oraya sekip, kesik kesik cümlelerle konuşuyoruz. Hava serin. Neon ışıkların arasında Tunalı nazlı bir nehir gibi uzanıyor. Hayır, bize öyle geliyor.
Etrafta sohbet ederek yürüyen insanlar var, gökyüzüne bakarken bir başkasına çarpanlar, köpek gezdirenler, vitrinlere bakınanlar, kaldırıma oturmuş gitar çalanlar, derme çatma tezgahlarda incik boncuk satanlar, yoldan geçen taksileri durduranlar, karşıya geçmeye çalışanlar, dondurmasını külahından düşürenler, büfenin nerede olduğunu soranlar, zamanın geçmesini bekleyenler, zamanın geçmesini hiç istemeyenler var. Bürokratlar, memurlar, askerler, öğrenciler, politikacılar, sanatçılar, akademisyenler, mimarlar, doktorlar, emniyet mensupları, fotoğrafçılar, kuaförler, diş hekimleri, veterinerler, turizmciler, bankacılar, apartman görevlileri, garsonlar, taksi şoförleri var. Sinema girişinin yan tarafındaki dükkânın vitrinine dayanmış sigara içen bir tezgahtar var:
“Ölmüş de ağlayanı yok bu şehrin. Anadolu katılığı var üzerinde. Akşamında sabahında bir itidal. Şu insanlara bakın yaz mı gelmiş şimdi bir külah dondurmayla. Acınası bir sefa sefaleti. Orada buluşsunlar, burada buluşsunlar, nerede buluşurlarsa buluşsunlar, o nazik, mesafeli ve mesai dolduran resepsiyon görevlisi halleri. Herkes herkesi beklesin aman herkes herkese yol versin. İstanbul’dan mal almaya gittik. Caddeler mahşer yeri gibi. İtip kaktılar bizi, sövüp saydılar. Kan ter içinde yapış yapış kaldık ortasında. Kıyamet hazları var orada, başka bir heyecan var.” diyor.
“Nasıl konuşuyorsun böyle? Kimsin sen?” diye soruyorum. ODTÜ Felsefe öğrencisi olduğunu öğreniyorum. İşten çıkınca Kıtır’a uğramasını, mutlaka bizi bulmasını tembih ediyorum.
Gelmiyor.