yerel yönetim

Toplumbilimlerinde önemli bir etkisi olan ve Türkçe’ye kimi zaman “buradalaşma” olarak da çevrilen Heidegger’in “dasein” kavramı, bizlere, herhangi bir konumda, belli bir toplumsal alanda var olma bilincine sahip olmanın anlamını hatırlatır. Çoğunlukla, belli bir kitlenin, belli bir zamanda, belli bir amaçla yaptıklarına ilişkin bir süreklilik hissine sahip olmaları son dönemin Gezi Parkı başta olmak üzere pek çok toplumsal olayında karşımıza çıkmaktadır. Yani insanlar gündelik yaşamlarının dışında ilk defa gerçekleştirdikleri bir davranış biçimini sanki sürekli o şekilde davranıyorlarmış gibi kabul etmeye başlamışsa yeni bir durum ortaya çıkmaktadır. Yaşanan deneyime ilişkin olarak o toplumdaki herkesin orada olması beklentisi, yaşanan deneyimi daha da ilginç hale getirir. Oysa, çoğunlukla insanlar bilinen siyasi, iktisadi ve sosyolojik bağlara sahip kişiler toplumsal değişime ait bu ilginç anlarda bildikleri ezberlerin dışına kolaylıkla çıkamazlar. Yaşanan toplumsal olaya ilişkin olarak “orada olmak” hissi belki de zaman zaman bu sebeple aşınmaya uğrar. Yerini bir yabancılaşma hissiyle birlikte yeni bir durumla karşılaşan bir yolcu gibi “oraya varmak” duygusuna bırakır.

Andy Merrifield1, Lefebvre’in kent hakkı kavramını açıklamak için James Joyce’un “herkes buraya geliyor” (here comes everybody) kavramını alıntılarken belli ölçülerde bunu anlatmaya çalışmaktadır. Joyce’un ilginç edebi yaklaşımına göre “herkes” hem belli bir toplumsal güce hem de bir kişiye denk gelir. Eğer toplumsal yaşamın belli anlarında herkeste “herkesin orada olması gerekliliği” duygusu ortaya çıkmışsa, gelmesi beklenen kelimenin tam ve gerçek anlamıyla herkestir. Ancak, bu duygu zayıflamaya başlar ve aslında gelenlerin kanlı-canlı, duyguları, arzuları ve beklentileri olan gerçek insanlar oldukları hissi baskın gelirse “herkes” bir kişiye dönüşür. “Herkesin orada olması” yerine belli kişilerin ve birilerinin “oraya varması” düşüncesi baskın hale gelir. Bu iki uç arasındaki gidiş gelişler aslında modern dünyada pek çok kez karşımıza çıkan, mevcut durumun değişmesine ilişkin bireysel tercihlerimiz ve içinde bulunduğumuz kolektif gerçeklik arasındaki çelişkiler açısından önemli bir kavramsallaştırma sağlamaktadır. Ancak, unutulmaması gereken önemli bir şey var. Joyce’un “herkesi” her zaman aynı İrlanda publarında ve Dublin sokaklarında olduğu gibi beklenen bir olgudur. Oysa, o pubları ve sokakları değiştirebilecek gelişmeler herkesi beklenmedik şekilde “orada olmaya” ve herkesi beklemeye, çağırmaya yönlendirebilir.

 

 

Sanırım öncelikle neden böylesi bir akademik girişe ihtiyaç duyduğumu açıklamam gerekir. Uzunca bir süredir, Türkiye’de katılımcı yönetim deneyimlerini ve özellikle de kent konseylerini yakından izliyorum. İzlemekle kalmadım, neredeyse çağıran her kent konseyine gidip fikirlerimi, bakış açımı aktarmaya, onların katılımcılıkla ilgili vizyonlarının gelişimine katkıda bulunmaya çalıştım. Bu süreçte Türkiye’de kent konseylerinin iki üst örgütü olan Kent Konseyleri Platformu ve Kent Konseyleri Birliği ile de yakın temaslarım oldu. Kent Konseyleri Birliği’nin bir dönem akademik kurul üyeliğinde de bulundum. Türkiye’nin katılımcılık deneyiminin önemli bir kısmına tanık olurken, sıklıkla bir akademisyen kimliğinin dışına çıktım, geçmişten gelen uygulamacı kimliğimle bağdaşan roller de üstlenmeye çalıştım. Çünkü benim gözümde akademik araştırma geçmişe dönük bir değerlendirme ise, politika seçeneklerini belirleme geleceğe yönelik bir faaliyet ve Türkiye’de bir şeylerin değişmesine vesile olacaksak, bu ikisini bir araya getiren bir yaklaşım geliştirmek zorundayız. Araştırmamız, araştıranların elde ettikleri sonuçları dinlememiz, geleceğe yönelik öngörülerde bulunmamız, bunun için de insanlarla temasta olmamız, yeri geldiğinde esin kaynağı ve söylem unsurları paylaşmamız, teşvik etmemiz, hatta yeri geldiğinde utangaç da olsa önderlik etmemiz gerekiyor. Sonrasında tekrar kenara çekilip büyük resmi görmeli ve tüm süreci baştan yaşamalıyız. Çankaya Kent Konseyi’nin ardından yeni maceralara koşmadan evvel böylesi bir değerlendirme yapma aşamasında olduğum için, en başta olayın oturduğu kuramsal çerçeveye ilişkin görüşlerimi paylaşarak söze başlamak daha doğru olur diye düşünüyorum. Yazacaklarım ağırlıklı olarak yapısal-işlevsel bir değerlendirmeye denk düşeceği için de yazıda isimlere gerekmedikçe yer vermemeye karar verdim.

Bunları paylaştıktan sonra işin pratiğini tüm açıklığıyla biraz daha açarak paylaşmak yerinde olacaktır. Çankaya Kent Konseyi süreci benim için yerel seçimlerden birkaç ay önce başladı. Çayyolu Semt Meclisi, Çankaya’nın belediye meclis üyeleri, mahalle örgütlenmelerinden dostlarla sıklıkla paylaştığımız bir eksiklik olan, Çankaya’nın etkin ve dinamik bir kent konseyine bir türlü kavuşamamış olması sorununa ilişkin bir açılım olanağı ortaya çıktı. Bu olanağın ortaya çıkmasında başta Çayyolu Semt Meclisi olmak üzere Üniversiteler ve Kırkkonaklar Semt Meclisi ile Çiğdemim ve Bahçelievler Derneklerinin ciddi katkısı olduğunu da ifade etmek gerekir. Yerel seçimlerden hemen önce CHP Çankaya Belediyesi Başkan Adayı Sn. Alper Taşdelen’in Çayyolu Semt Meclisi’ni ziyaretinde bu talep dile getirilmiş ve hatta Mayıs ayı sonunda kent konseyinin yeniden canlandırılması konuşulmuş. Bu gelişme bana daha sonra aktarıldığında kent konseyi sürecinin hiç olmazsa bu kez farklı bir şekilde ele alınması gerekliliğini ifade ettim. Çayyolu Semt Meclisi’ndeki arkadaşlar da bu konudaki heyecanlarını ve umutlarını benimle paylaştılar. Kısa süre içerisinde Çayyolu Semt Meclisi’nden arkadaşlar diğer semt meclisleri ve mahalle örgütlenmelerini de bir araya getirerek bir düşünme süreci başlatmamızı sağladılar. Çankaya Kent Konseyi Genel Kurulu’na gidene kadar ciddi bir düşünsel hazırlık yapılması gerektiğini önerdiğimde onların da bu fikri paylaştığını gördüm ve sevindim. Konsey genel kuruluna yerel örgütlerle, o tarihte kent konseyi genel sekreteri olan arkadaşımızın, muhtarların ve hatta başka şehirlerden gelen deneyimli kent konseyi emekçilerinin katılımıyla gerçekleştirdiğimiz bir çalıştay ve ciddi birkaç toplantı ile hazırlanıldı.


Fotoğraf: Çankaya Kent Konseyi Çalışma Grubu

Tabi neden Çankaya Kent Konseyi’ne böylesi bir hazırlıkla gidildiğini açıklamak için de Çankaya Kent Konseyi’nin kısa tarihini anlatmakta fayda var. Çankaya, özellikle Yerel Gündem 21’in etkisindeki 90’lı yıllarda kısa ömürlü katılımcı deneyimlere sahip olmakla birlikte mevcut mevzuata göre Çankaya’nın ilk kent konseyi 2009 yılında Belediye Başkanı Sn. Bülent Tanık döneminde kuruldu. O tarihte kent konseyi genel kurulu çağrısını alan Çankayalılar gerçekten heyecanlanmışlardı. Melih Gökçek’in uzun yıllardır süren anti-katılımcı yönetim yaklaşımı karşısında bir umut ışığı olabilecek böylesi bir girişim o dönemde Ankara’da yer alan meslek odalarını, sivil toplum örgütlerini ve yurttaşları ciddi anlamda hareketlendirmişti. Ancak, genel kurulun katılımcıların beklentisini karşılayacak şekilde örgütlenememesi ve daha ilk seçimde Sn. Tanık’ın kent konseyi başkanı seçilmesi bu heyecan ve beklentiyi kesintiye uğrattı. Daha sonra Sn. Işıkhan Güler başkanlığı devralıp özellikle mahalle düzeyinde örgütlenmek için ciddi çaba harcadıysa da ilk kuruluştaki katılımcılık etiğine pek uymayan başlangıç sonrasında Çankaya Kent Konseyi gerekli ivmeyi yakalayamadı. 2014 yılında Sn. Alper Taşdelen’in göreve gelmesinden sonra ise Sn. Tevfik Kızılkaya Kent Konseyi Başkanı seçildi. Ancak, gerek yine genel kurulun geniş katılımla örgütlenememesi, gerekse de sonrası dönemde belediye yönetiminin çalışma odağının daha çok hizmet süreçlerine yönelmesi sebebiyle Konsey belirgin bir varlık gösteremedi. Hatta, mevzuatta yer alan düzenli genel kurulların ve benzeri çalışmaların gerektiği gibi yürütülememesi pek çok Çankayalıda bir kent konseyi bulunmadığı intibaını uyandırdı. İşte Çankaya Kent Konseyi’nin böyle bir geçmişi bulunduğundan dolayı, kent konseyine ilişkin süreçlerin esasen bir tartışma süreci olarak başlayıp devam etmesi gerektiğine inanıyordum. Çünkü kent konseyi türü bir yapının her şeyden önce kentsel konulara ve katılımcı pratiklere ilişkin bir tartışma sürecini önce kendi içinde sonra da tüm kentte örgütlemesi ve sürekli kılması gerektiğini düşünüyorum.

Bu arada, neden böyle düşündüğümü yıllar önce Marshall Berman’dan2 bizzat dinlediğim bir benzetme ile açmaya çalışmalıyım. Kendisine, yerel düzeyde demokratik temsiliyet ile katılımcılık arasındaki farkı ve eleştiriyi sorduğumda şöyle bir yanıt vermişti. “Yerel yönetimler yetki alanlarının her noktasında hazır ve nazır olması gerekli yapılar olarak görülürler yurttaşlar tarafından. Bu sebeple de daha çok sorunsuz yürüyen işler değil, sorunlara odaklanırlar. Çünkü kamusal güç ve kaynaklar temsili demokrasi yoluyla onlara teslim edilmiştir. Ancak, katılımcı yapılar, kaldırımda beklenmedik şekilde açan papatyalar gibidirler. Yurttaşlar beklemedikleri bir anda karşılaştıklarında kendilerini iyi hissedebilirler. Bu sebeple de yerel yönetimlerin eksikliklerini daha az görürler. Temsili demokrasi ile katılımcı yaklaşımlar bu sebeple ayrı kulvarlarda var olur ve birbirlerini tamamlarlar. Ama bunun için katılımcı yaklaşımların genelleştirilmiş ve ilkelere dayanan bir kentsel tartışma kültürüne ihtiyaçları vardır”.


Fotoğraf: Çankaya Kent Konseyi Çalışma Grubu

Bu düşünceler ışığından yavaş yavaş Çankaya Kent Konseyi’ne giden süreçte genel kurula ilişkin bir mutfak oluşmaya başladı. Mutfakta yukarıda saydığım önemli yerel aktörler ve belediyenin çalışanları yer aldılar. Mutfakta yer alan ve inisiyatif aldıkları için hep cesur ve önemli göreceğim dostlara bütün toplantılarımızda şu önemli hususları hatırlattım:

• Çankaya Kent Konseyi, Türkiye’nin katılımcılık deneyiminin tarihselliği içinde yalıtılmış bir deneyim alanı olamaz, olmamalıdır. Ankara’da ve Türkiye’de yer alan deneyimlerle etkileşim içinde olmalıdır.
• Çankaya Kent Konseyi’nin katılımcılık sürecinin zaman boyutu, döngüselliği ve dayandığı tartışma süreci yerel iktidar ilişkilerinden etkilenecek olmakla birlikte, bu ilişkilerden farklı bir boyutta yer almak zorundadır.
• Katılımcı yaklaşımların gücü yenilebilir3 olmasından ileri gelir. Suyun yumuşak gücü gibi, yine yenilerek, hep yenilerek ve daha iyi yenilerek sabırla anlamlı bir deneyim inşa edilebilir.
• Bu ilkeler ışığında kent konseyi genel kurulu bir öğrenme mekanına dönüşmelidir. Bunun için akademik birikimden faydalanmak önemlidir.
• Katılımcılık sadece karar verme süreçlerine katılım ile sınırlı kalamaz. Dayanışma, paylaşım, birlikte üretme ve dağıtıma ilişkin süreçlerle de ilişkilenmek zorundadır.

Çankaya Kent Konseyi Genel Kurul hazırlık sürecinde bir yandan bu düşüncelerle acaba katılımcılık idealine uygun bir genel kurul nasıl olabilir sorusuna yanıt aranırken, bir yandan da Çankayalı paydaşların güvensizlikleri ile yüzleştik. Örneğin Genel Kuruldan birkaç gün önce katılımcılık konusunda bir sunum yapmam için beni davet eden Anıtpark Forumu’nda bu güvensizlik meselesi gündeme geldi. Genel kurulun öncelikle davet edilen tüm Çankayalıların söz söyleyebilecekleri bir platform olması gerekliliği söylendi. Mümkün olduğu kadar bu ilkeye uyulmaya çalışıldığını da söyleyebilirim.

Genel Kurula hazırlık sürecinin uygulamaya yönelik ayrıntılarının bazıları sorunsuz bir şekilde aşıldı. Çankaya Belediyesi genel kurulun duyurulması için pankartların sağlanması ve asılması, mekanın düzenlenmesi, ikramların ayarlanması, arka planda yürüyecek ofis hizmetleri gibi konularda anlamlı bir destek sağladı. Ancak belli konular en başından beri çetrefil ve sorunluydu, ki bunların etkisi genel kurulun tamamında hissedildi. Bunların en başında, ilgili mevzuattan kaynaklanan belirsizliklerin sebep olduğu muğlaklık gelmekteydi. Çankaya gibi bir milyon kişinin yaşadığı bir ilçede genel kurula çağrılması gereken paydaşların sayısının binleri bulması en başta bir davetli paydaş listesi oluşturulması gerekliliğini gündeme getirmekteydi. Tabi davet edilenler ve davet edilemeyenler, genel kurulu duyup gelenler vs. gibi pek çok kategorilerde genel kurulun akışının nasıl devam edeceğini kestirmek de oldukça güçtü. Özellikle bu tür örgütlenmelerde, genel kurulun içinde var olmak ve tartışmalara katılmak ile, seçim sürecine katılmak gibi hakların hangisinin daha önemli olduğunun daha çok kurumsal kültür üzerinden belirlendiği düşünüldüğünde. Burada benim düşüncem, öncelikle genel kurulun, gerektiği anda gelip oy kullanılan değil, tartışılan ve öğrenilen bir yer olduğunun anlaşılması için bir araç olması gerekliliğiydi. Bu sebeple de kendi adıma bir tercihte bulunarak, genel kurulda bir delege olarak bulunmama kararı aldım. Bunun dışında yapılacak tüm çalışmaya bir şekilde katılacaktım.


Fotoğraf: Çankaya Kent Konseyi Çalışma Grubu

Nitekim, sürece olan katkılarımın da etkisiyle olacak, sürecin mutfağındaki arkadaşlarım bana Genel kurulun divan başkanlığı görevini teklif ettiklerinde onur duydum ve hiç düşünmeden tarafsızlık gerektiren bu görevi kabul ettim. Uzun yıllara dayanan moderatörlük deneyimimi de bu pratikte kullanmamın katkıda bulunacağını düşündüm. Bunun dışında genel kurulun ilk gün genel tartışmaların yapılacağı, ikinci gün de adayların konuşmalarının ve seçimin yapılacağı iki gün olarak düzenlenmesine karar verildi, ki bu kararın çok doğru bir karar olduğunu düşünüyorum. Böylelikle genel kurulun katılımcı tartışmalara yönelik kısmının yeterince doyurucu bir şekilde yapılabileceği düşünüldü. Belli oranda bu gerçekleşti de.

Çankaya Kent Konseyi genel kurulunun ilk günü, insanların yüzlerinden karışık duygular okunmaktaydı. Heyecan ile tedirginlik arasındaki duyguların salona yansımasını yürütmek de oldukça zor olacaktı. Divanın bir önerge ile seçiminin ardından genel kurul başladı. Başlangıçta çok değerli Prof. Dr. İlhan Tekeli hocamız bize kentte yaşayan “bir Çankayalı” olarak anlamlı bir sunum yaptı. Türkiye’de katılımcılığın geçmişine ilişkin tarihsel süreci özetledikten sonra, Çankaya’da kent konseyi kurma ve işletmeye ilişkin yapısal sorunlara işaret etti. Konuşmasını tamamlarken kullandığı katılımcılığın kentliyi “kamusal özne” kıldığı ve “coşku” yarattığı ölçüde başarıya ulaşabileceği şeklindeki ifadeleri sanırım hala belleklerde yerini koruyordur. Bu coşku meselesine yazının sonunda ilginç bir tesadüfe ve umuduma işaret etmek için tekrar döneceğim. Ancak, sanırım genel kurulun ilk küçük krizini İlhan Hoca’dan sonra konuşan Sn. Taşdelen’in konuşması ile yaşadık. Başkan –sanırım biraz da güncel yerel seçimlerin ve siyasi süreçlerin etkisiyle de olsa gerek – oldukça gergin bir konuşma yaptı. Sıklıkla talihsiz bir şekilde İlhan Hoca’ya atıfla, “sahada toplantı salonlarından farklı sorunlarla boğuşulduğunu” vurguladı, kent konseylerinin rolünü, yerel yönetimlerle birlikte sahaya inmek, sosyal yardım dağıtımına iştirak etmek gibi konularla ilişkilendirdi. Sayın Başkan’ın konuşmasını yaparken ne düşündüğünü bilmiyorum ancak, şahsen yadırgadığım konuşmasından, henüz kent konseylerine ve katılımcılığa ilişkin bir anlam dünyasının oluşmadığı kanaatine vardım. İlhan Hoca’nın konuşması ve Sn. Başkan’ın konuşması arasındaki karşıtlık genel kurulu aslında katılımcılık kuramları açısından da tam bir laboratuvar haline getirdi. Bir açıdan bakıldığında aslında bu iyi bir şeydi, çünkü hem kuramcı hem de siyasetçi açıkça, dürüstçe bugüne kadar yapılmayan bir şeyi yapmış, görüşlerini tüm samimiyetleri ile ifade etmişlerdi.


Fotoğraf: Çankaya Kent Konseyi Çalışma Grubu

Genel Kurul boyunca bir kısmı oldukça ayrıntılı yazılmış, bir kısmı genel kurulda alelacele kaleme alınmış onlarca önerge okundu ve tartışıldı. Her yerel politika sürecinde olduğu gibi önergelerde, çeşitli düşüncelerle karar verme sürecine bir şekilde müdahil olma dürtüsü göze çarpmaktaydı. Bu önergelerin tartışılması esnasında ise divan başkanı sıfatıyla sıklıkla şu iki gerçeğin altını çizmeye çalıştım: 1. Kent konseyinin en önemli organı genel kuruludur, 2. Seçilen başkan ve yürütme kurulu ancak ve ancak çalışma grupları gibi yapıların çalışmalarını teşvik edebildikleri ve kolaylaştırabildikleri ölçüde başarılı olabilirler. Verilen önergelerin önemli bir kısmı seçilecek yönetime tavsiye olarak kabul edildi. Ayrıca, belediyenin stratejik planlama süreci ve çeşitli diğer konularda çalışma gruplarının oluşturulması, Çankaya’da bu anlamda akademik destek sağlayacak bir “akademik danışma kurulu”nun oluşturulması gibi önemli kararlar alındı. Bu arada, önergelerin tartışılması sırasında yer yer özellikle önceki dönemin sorgulanması üzerinden gerginlikler oluştuysa da, tartışmaların yapıcılığı bu gerginliklerin büyümesini önledi, çözüm odaklı tartışmalar etkili oldu. Zaten şahsen, istifa etmiş bir önceki kent konseyi yönetiminin tartışılmasından da yapıcı tutuma erişilmesinin, hele hele böylesi kırılgan bir geçmişe sahip bir örgüt yapısında oldukça zor olduğunu düşünüyordum. Genel kurulun ilk günü sonuna doğru başta oluşan gerginlik giderek azaldı, hatta akşam olumlu duygularla evlerimize döndük.


Fotoğraf: Çankaya Kent Konseyi Çalışma Grubu

Genel kurulun ikinci günü kendimizi daha gergin bir ortamda bulduk. Bu gerginliğin bir kısmı kent konseyi başkanlığı ve yürütme kurulu seçimlerinde kimin oy kullanıp kimin oy kullanamayacağı, adaylık dilekçelerinin verilme süreci gibi pratik konularda düğümleniyordu. Görebildiğim kadarıyla bu konulardaki tartışmalar, bazı adaylarda, alışıldık siyasi manevralar yapıldığı ve oy vermeye yaklaşılırken delege kaydettirilerek seçim avantajı elde edilmeye çalışıldığı intibaını oluşturdu. Divan başkanı olarak hem genel kurulda alınan kararlarla adayların ve delegelerin güvenini sağlamaya çalıştım, hem de seçim sürecinde herkesin kendisini ifade etmesine olanak tanımaya gayret ettim. Divandaki diğer arkadaşlarımız da bu konuda ciddi destek oldular. Peki gerçekten seçim sürecinde örgütlü bir delege organizasyonu gerçekleşti mi? Olabilir. Olmayabilir de. Önemli olan, her seçim süreci gibi sürecin içerisinde taktik manevraların yapılabileceği, ancak bunların kent konseyi gibi bir yapıda gerçekte bir anlamının bulunmadığının herkes tarafından kavranması. Çünkü seçilen her kim olursa olsun ve her nasıl seçilirse seçilsin, başarılı olabilmek için başta kaybedenlerden başlayarak halkayı genişletmekten başka çaresi yoktur. Kent konseyi ancak bir hoşgörü, coşku ve sinerji ortamında değer üretebilir. Yoksa küçülerek yok hükmüne gelir. Geçmişte olduğu gibi.

Çankaya Kent Konseyi Genel Kurulu’nun üzerinden yaklaşık üç haftalık bir süre geçti. Bu süre zarfında, seçilen başkan ve yürütme kurulu düzenli olarak toplanmaya başladılar. Genel Kurula katılan paydaşların bir kısmı sosyal medyada ve çeşitli yayın organlarında hayal kırıklıklarını ifade ettiler. Şimdi seçilen yönetimden belli bazı beklentiler var. Bunların en başında genel kurulda alınan kararların ciddiyetle ele alınması ve takip edilmesi var. Seçilen yönetimin oluşan kırgınlıkları derleyip toparlayacak, beklentileri yanıtlayacak bir kolaylaştırma tarzına yönelmesini önemli görüyorum. Şahsen ben de, çok uzun bir nekahet döneminden çıkan Başkent Ankara’da, katılımcılık adına kayda değer şeyler yapılmasına katkıda bulunmak, başta kent suçları gibi konular olmak üzere sorunların üzerine gidildiğini görmek istiyorum. Ancak, kent konseyine zaman vermemiz gerekli. Belki de ilk defa, anlamlı tartışmaların yapıldığı bir genel kurul sonrasında yapısal sorunlarla uğraşmaya girişebilmek belli bir altyapı gerektiriyor. Burada genel kurul kararları arasında yer alan, sonbaharda seçimsiz ve çalışma yönergelerinin değerlendirilerek güncellenmesine yönelik bir genel kurul toplanması kararı da oldukça önemli.

Bu yazıyı sonlandırırken, yazının en başında değindiğim “orada olmak” ve “oraya varmak” arasındaki çelişkinin hayatın her alanında olduğu gibi genel kurulda da karşımıza kaçınılmaz olarak çıktığını söyleyebilirim. Ancak, iki önemli fark vardı. Bu fark kapalı kapılar arkası yerine açıkça göründü ve görünmekle kalmadı. Bu karşıtlığı hissettik ve ona karşı söz söyleyebildik. Ben katılımcılığın başlangıcını burada görüyorum. Buna isterseniz toplumsal hareketlilik ya da aktif yurttaşlık da diyebilirsiniz. Seçim size ait. Ancak böylesi bir yüzleşmeye vakit ayırmadan, katılımcı pratikler, hatta kent konseyleri açısından anlamlı bir mesafe kaydetmek oldukça güç. Son olarak şunu söylemeliyim. Ben Çankaya Kent Konseyi adına umutluyum. Yönetim ve tüm paydaşlarla bir araya gelinmeden katılımcı bir deneyim oluşamayacağı bir kez daha fark edildi. Ancak sonrası için hepimiz, umudumuzu kaybetmeden genel kurulu örgütlerken olduğu gibi heyecanımızı canlı tutmalıyız. Yönetime seçilenler seçilmeyenleri dikkate aldıkları ve birlikte hareket ettikleri müddetçe fark yaratabileceklerini hiç akıllarından çıkarmamalılar. Yazıyı bitirirken, genel kurul sonrasında telefonla arayarak divandaki görevim için zarifçe teşekkür eden yeni kent konseyi başkanının soyadının İlhan Hoca’nın “coşku” tabirine uygun bir şekilde “Coşar” olmasının oldukça ironik olduğunu söylemem yerinde olur. Sn. Coşar’a hepimize coşku hissettirme sorumluluğunu üstlendiği için teşekkür ederken, kenti var etme sorumluluğunun da hepimize ve her birimize ait olduğunu hatırlatmayı isterim.

* Doç. Dr., Atılım Üniversitesi, Siyaset Bilimi Ve Kamu Yönetimi Öğretim Üyesi
1 Andy Merrifield, 2015, Karşılaşma Siyaseti, Tekin Yayınları, İstanbul.
2 “Katı Olan Her şey Buharlaşıyor” adlı çok önemli modernite eleştirisi kitabını kaleme almış ünlü Amerikalı yazar.
3 Samuel Beckett “Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Yine dene, yine yenil. Daha iyi yenil”.