çevre


Görsel: Tanju Gündüzalp

Gelip bana durmaksızın “kaçan kovalanır, biraz uzak dur, üstüne düşme” diyorlardı.

Herkesin bütün bunları, ne zaman ve nasıl öğrendiğine, dahası bunu tavsiye edebilecek noktaya hangi olaylardan sonra geldiğine şaşıyordum. Bana göre, sevmek problemleri çözerdi. Nedir ki gerisi, kim sevgiye kayıtsız kalabilirdi ki?

İsterse üzerinde bin yılların yükünü taşısın, isterse yenilgi sandığı anların hatıraları bugününün tamamını kaplasın, içinden biraz olsun değer verdiği birisi tarafından sevilmek herkese iyi gelirdi. Bu kadar basitti.

Bana tavsiye verenleri can kulağıyla dinliyor gibi görünüyor, sonra bildiğimi yapıyordum, daha doğrusu tek doğru saydığımı. Sevgimi gösterebilmek için türlü yollar deniyor, içinde bana karşı birikmiş olumsuz duyguları öğrenmeye çalışıyor, biriktirdiğim olumsuz duyguları görmezden geliyor, ne zaman yüz çevrilsem yeni bir umutla, yeniden başlıyordum.

Umudun akıl çelen bir yalancı olduğunu, tek başına hiçbir değer taşımadığını, umudun yalancı kardeşi baharda anladım.

O baharın başında, hem bana akıl verenler hem de ben yenildik.

Hayata döndürmek için denediğimiz suni teneffüs yöntemlerinin tamamı, inatla atmayan bir kalp karşısında yenilmeye mahkûmdu zaten.

Bana göre ben saflığı, diğerleri ise oyunbazlığı temsil ediyorlardı ve tıpkı sevmek gibi, saflık da er geç kazanacaktı.

Elbette, sevmek teorim gibi saflık teorim de çöktüğünde, bütün bu teorilerle hareket etmenin hiç de doğal ve saf olmadığını anlayacak kadar kendime karşı dürüsttüm.

Bir anda hangi tarafta olduğumu şaşırdım, bir oyunbaz mıydım?

Bir ölü karşısında bütün bunların ne önemi vardı?

Dahası küçük hikâyelerin bu kadar tespit ve soru içermesinin bir gereği var mıydı?

* * *

Bunca büyük saptamaya neden olan küçük hikâye, çağla mevsimine aitti.

Ankara’ya o yıl bahar çok erken gelmişti.

Mart baharlar, baharın en yalancı halidir.

Kıştan tam çıkamamış yarım yamalak bir coşku, bozkıra yağacak ilk karda ölüp gidecek erken açmış çiçekler, sahte bir sevinç.

Mimar Kemal Lisesi’nin bir tarafı yapımı yeni biten Kocatepe Camii’ne, bir tarafı ise o zamanlar anlamı benim için “yaşamak” olan Tunalı Hilmi Caddesi’ne çıkan Libya Caddesi’ne bakardı.

Her martta olduğu gibi, o martın başında da Libya Caddesi’ne bakan kapının önüne gazete kâğıdından yapılmış külahların içine az sayıda çağlayı yerleştiren ve öğrencilere el altından tek dal sigara da satan çağlacı yerleşmişti.

“Tavuk mu horoz mu?”

Gözüme sıkılan çağlanın olgunlaşmamış çekirdeğinin suyu, bana âşık olduğumu anımsattı.

Yüzüme bile bakmayan kız demek ki bin yıllık çağla şakasını bana yapmayı uygun görmüştü. Ne saadet!

O an birden “biraz uzak dur” diyen arkadaşların tavsiyesini uygulayarak, son iki gündür kıza “günaydın” ve “iyi akşamlar” demeden, yüzümü çevirerek sınıftan çıktığım aklıma geldi.

Belki de haklılardı. Üzerine bu kadar düşmemiş ve gözüme çağla çekirdeği suyunu yemiştim.

Ben gözümü açmaya çalışırken, yanındaki bir türlü alışamadığım tiplerle birlikte kahkahayı basmışlardı ama olsun, sonuçta şaka için beni seçmişti. Hem kanı kaynıyordu belli ki bahar gelmişti.

Her cuma günü okul çıkışı, diplomat çocuğu olmasından belki, sakalları bile hepimizden farklı, top sakal şeklinde çıkan arkadaşımla Tunalı’ya kadar yürür, Kavaklıdere Sineması’na yeni bir film gelip gelmediğine bakar, film gelmişse ne zaman izleyeceğimizi planlar, ikimizin birinin cebinde para varsa Tivoli’den patates alır, âşık olduğumuz kızlarla ilgili nasıl davranacağımızı, kızların o haftaki kelimelerinin ve bakışlarının ne anlama geldiğini değerlendirerek evlere dağılırdık.

Yine öyle yaptık.

Hemen önümde yürüyen grupta, biraz önce bana gülen, arkadaşıma göre ise benimle dalga geçen aşkım vardı. Dalga geçiyorsa da gözlerime bakarak gülmüştü, gözlerimi tam açamamıştım ama olsundu, ne olacaktı ki?

Kararımı vermiştim.

Hem pazarlıklı davrandığımı düşünmek bana iyi gelmiyordu. Tamam, bana gülmüştü ama insanın sevdiği kişiyi kazanmak için oyunlar oynaması, gizli planlar yapması ve bu şekilde sonuç alması Tunalı’ya giden her adımda beni daha rahatsız hissettirmişti.

Hissettiğim gibi davranacaktım, belli ki “günaydın” ve “iyi akşamlar” demem ya da dememem ya yeterli ya da dürüstçe olmuyordu. Duygularımın derinliğini net biçimde göstermeliydim.

* * *

Mimar Kemal’de okuyan herkes gibi ben de Tunalı’yı biraz kendimin sanıyordum.

Cumartesi ve pazar, cadde trafiğe kapatıldığında, ait olmadığın dünyaların Tunalı’nın asıl sahibi olduğunu her seferinde daha iyi anlıyordum ama sonuçta belki de bir kaldırım taşı, bir sokak köşesi, bir ağaç gölgesi benimdi.

Kalan kısımlar nereden aldıklarını bilmediğim kıyafetlerle caddenin tam ortasını fetheden kaykaycıların, patencilerin, bisikletlilerin, isimlerini öğrenmeye çalıştığım model ve marka ayakkabılar ve şortlarla yürüyenlerindi.

Her cumartesi ya da pazar, mutlaka âşık olduğum kız da caddeyi fethedenlerin yamacında olurdu. Yamacında olması, onların değil benim dünyama yakın olduğu konusunda küçük bir umut verirdi.

Umudun ne olduğunu zaten anlatmıştık.


Görsel: Tanju Gündüzalp

Benim dünyam neresiydi? Bu soruya yanıt verirken, neresi olmadığını tanımlamak daha kolay geliyordu. Öyle ya kendimi farklı ve derin görmeme neden olan şeylerin arasında onlardan biri olamamanın da yattığını itiraf etmek çok kolay değildi.

Hafta sonu, bana ait olan kaldırım taşının üzerinden âşık olduğum kızı izlemek, düşüncelerimi pekiştirdi. Yenilgiye giden yolun kaldırım taşlarının bir bölümünü, zaten yenik olan bir kaldırım taşının üzerinde döşedim.

Haftanın ilk günü, tam da bahara uygun bir coşkuyla girdim sınıfa.

Mart coşkusunun ne yalancı olduğunu da anlatmıştık.

Sönmeye hazır o sahte coşkunun ve özgüvenin altında, “ne kaybederim” duygusu vardı.

“Günaydın,” dedikten hemen sonra ismini de ekledim ilk kez. Hep ona bakarak söyler, üzerine alınmasını isterdim ama bu kez doğrudan ona söylediğimi anlamasını istedim.

“Günaydın,” dedi, şaşırarak. Güzel, sonuç veriyordu demek ki bu sonsuz dürüstlük.

Evlerimizin arasında iki sokak vardı sadece, her zaman gelişini ve gidişini görür, bazen aynı dolmuşa denk gelmek için uğraşır, aynı dolmuşa denk geldiğimde yanında bir kişilik yer olan koltuğu seçmesi için dua ederdim. Pek çok kez dualarım kabul gördü. Sanırım tanrıyla ilişkimin iyi olduğu zamanlardı, neden sonra sesimi pek duymadı ya da dileklerim dolmuşta yer ayarlamaktan daha güç geldi kendisine.

“Çıkışta birlikte binelim mi dolmuşa?” diye bana göre son derece büyük cesaret gerektiren soruyu sordum henüz sabahın köründe.

Yine şaşırdı, “Olur,” dedi anlamsız.

Oysa ne anlamlar gizliydi o “olur” kelimesinin içinde. O bilmiyordu ama ben biliyordum. Kendisi de farkına varacaktı bir gün. Hem herkesten farklıydım, çok okurdum, siyasetten anlardım, arkadaş çevremde komik bulunurdum, bir sürü sporda başarılıydım. Neden beni istemesin ki!!!

Teneffüslerden birinde, hem de sınıfın en havalı kızları olan arkadaşlarının yanında tost isteyip istemediğini sorarak taçlandırdım kutlu günü. Hayır, istemiyordu ama şaşırması hoşuma gidiyordu. Kulağının arkasına sürekli sıkıştırmaya çalıştığı, mutlaka oradan hemen fırlayan kıvırcık küçük saçları kadar güzeldi şaşkınlığı.

Tüm dersler bittiğinde, sınıftan ne ara çıktığını göremediğim için biraz panikledim. O panik duygusuyla merdivenlerden hızla inip, iki kez tökezlediğim sırada, biraz sonra hayatımın en mutlu anlarından birini yaşayacağımı bilmiyordum.

Orada, çağlacının yanında beni bekliyordu. Cep telefonu olsa, telefonuna bakardı muhtemel ama o yıllarda çağrı cihazının titreşimlileri bile çıkmamıştı ve Ankaralılar hala Konur Sokak’taki Dost’un, GİMA’nın, bilemedin YKM’nin önünde, belirtilen saatte buluşuyordu.

“Hadi gidelim,” dedi. Öyle normal söyledi ki sanki sürekli birlikte gidiyormuşuz gibi.

“Şaşırdın mı?” diye sordum yürürken aniden, yeniden şaşırmasını umarak.

“Yo, neye şaşırayım?”

Psikolojik üstünlüğümü o yanıtla kaybettim. Yani üstünlük sandığım şeyi.

Başka da bir şey soramadım dolmuşa kadar. Cebimdeki son parayla “İki kişi,” diye uzattığımda da yadırgamadı, cebindeki bozukları elime sıkıştırıyordu ki, “gerek yok, sonra sen ödersin” diyerek, yeni bir zaman yaratmaya çalıştım. Her zaman birlikte gidip gelebilirdik.

“Sen de sıkılıyorsun değil mi gidip gelirken?”

Ben dolmuşun Seyranbağları yerine Hakkari’ye, oradan İzmir’e, oradan Artvin’e kadar gitmesini beklerken bunu söylemesi biraz kalbimi incitti ama bazen incinmemek mümkün değildir. Bu yol, incitecek bir yol, bunu bilerek çıktım.

“Köşede inecek var,” diye seslenene kadar bir daha konuşmadık. Dolmuşun eskimiş kapı kolunu aşağıya doğru çekerken, kapının o kadar açılacağını tahmin edemeyip, aşağıya atlamak zorunda kaldım. Oysa hazırlanmıştım, ona yol verecektim.

Bunu da yadırgamadı.

Yokuşu tırmanırken aniden, “Biliyor musun, aslında şaşırttın bugün beni,” dedi.

Allahım, kalbim yerinden çıkacaktı.

“Neden şaşırdın ki?”

“Ne bileyim, kaç yıldır bozuğuz seninle, hatırlıyor musun iki sene önce bana söylediğini.”

Ne söylemiş olabilirdim ki? Elbette hatırlamıyordum. Bu da nereden çıkmıştı şimdi. Cümle kuramıyordum ki ne söyleyebilirdim.

Gaziosmanpaşa’dan Bademlidere’ye kadar uzanan yokuşlar, Ankara’nın ruhu gibidir aslında. Her semtte benzer yokuşlar vardır ve yüksek bir yere çıktığınızda sarı ışıklarla dolu bozkırı görmenizi sağlar küçük yükseltiler. O yokuş, hiç bitmese ve en tepeye kadar ulaşsak diye geçiriyordum içimden ne söylediğimi anımsamaya çalışırken.

Çokbilmiş bir çocuk olduğumu, sınıfta bir keresinde düşüncesini söylediğinde onu nasıl bozduğumu, o gün eve gidip ağladığını, sonra benimle konuşmadığını, gelip özür bile dilemediğimi, duyarsız olduğumu, kendisinden hoşlanmadığımı düşündüğünü sıraladı bir çırpıda.

İnsan sadece yaralandığı olayları mı böyle detaylı anımsıyor acaba?

Üç senedir, gözü gözüme değsin diye onca uğraştığım kızın aklında kalanlar bunlardan ibaretti.

“Özür dilerim,” diyebildim, olayı da anımsamıyordum ama kırmıştım belli ki, açıklamaya çalıştım, inanmaz gözlerle baktı. İnanmamak bir huya dönüşebilir.

Bir an durup, hoşlandığımı, moda deyimle “Çıkmak istediğimi” söyledim, ama neden ve nasıl söyledim.

Hayatımdaki ilk teklifimdi bu aslında, hiç planlamamıştım ve bir şeyi düzeltmenin ne olduğunu bildiğimden de emin değildim. Sadece genellikle en doğrusunu, hepimiz için en iyisini bildiğimden emin olurdum. Ben bilmeyecektim de kim bilecekti ki. Bizim için de en iyisi birlikte olmaktı.

Küçük bir tebessüm bile oluşmadı.

Bir bölümü benim tarafımdan kırılan hayallerin ne kadar büyük kırılabildiğini öğrendiğim küçük bir dersti yaşadığım.

Sonra konuşacağını söyleyerek ve asla konuşmayacağını da ima ederek evinin olduğu sokağa yöneldi. Ertesi gün, benden önce kendisine teklif ettiğini öğrendiğim, Tunalı Hilmi’nin gerçek sahibi çocuklardan birinin eline dokunduğunu gördüm ders arasında.

Kulağının arkasına saklamaya çalıştığı küçük kıvırcık saçları başkasının rüzgârındaydı.

Ne desem duymayacaktı, konuşmadım.

Sonra tam da istenilmemeye dair romanın bir parçasının okunduğu Türkçe dersinde, nasıl bilmem, kendimi hiç istenilmeyen kadın karakterin yerine koydum. Anladım istenilmemeyi ve bunun nasıl incitici olduğunu. Kendim incinirken anlamamış olmam ve tanımlayamamam beni biraz daha üzdü aslında ama sonuçta sırtını dönüp, çekip gidebilen karakterin samimiyetine inandığımı fark ettim. Bazıları sırtını birisi peşinden gelsin diye dönüyordu, bazıları haklı bulunmak için. Kadın ise gerçekten artık istemediği için dönüyordu. Ne garip bir kararlılıktı öyle.

O gün, uzun uzun yürüdüm okul çıkışında.

Bir okul çıkışında, bir iş çıkışında, bir manasız zamanda uzun yürümek her hayal kırıklığına uğrayanın başına gelmiştir değil mi?

Hava hala erken kararıyordu, evden merak ettiklerini biliyordum.

Dürüst davranmış ve kaybetmiştim. Öncesinde planlı davrandığımda kaybettiğim gibi. Neyi kaybettiğimi sorgulamama henüz vardı. Hemen sonra yerine koyduklarının neyin yerini doldurduğunu ya da doldurmadığını bir akşamüstü muhtemel ya da bir geceyarısı muhasebe ederdi insan. Öyle büyük bir muhasebeden söz etmiyorum. Çok güldüğü, belki sarhoş olduğu, belki kendinden geçtiği, belki delice seviştiği, belki yalnız başına geçirdiği ama daha iyi ve mutlu olduğunu hissettiği bir andan sonra aniden gelip geçen bir duygu sözünü ettiğim.

Dolmuş durağına geldiğimde, saçları nasılsa benim rüzgârımla dalgalanan dünyanın bana kalırsa en güzel kızının gözlerini gözlerimde gördüm. Bizim okuldaydı, yanında tanıdığım bir arkadaşım vardı.

O rüzgâr hiç konuşmadan bizi buluşturduğunda, bir anda yaşanılmış ne varsa geride bıraktığımı umutla aklımdan geçirdim.

Umuda değinmiştik.

Bazen incinmemek mümkün değildir.

Mart yalancıdır.

Ve mevsimler mutlaka değişir.