Fotoğraf: Ayşin Zoe Güneş
Kimimiz Anadolu’nun küçük şehirlerinden gelme, kimimiz doğma büyüme Ankaralı, en çok fakültenin bahçesinde, bize has mekanlarda, kantin boykotlarında, 6 Kasım’larda, öğrenci şenliklerinde, konserlerde, tiyatrolarda, sinemalarda ve zor da olsa amfilerde, kendimize has rengi bulma arayışında rengarenk bir cümbüş içindeydik, öğrenciydik, gençtik… Bizim gibi/için genç ve güzeldi Ankara.
O günlerden bu günlere çok şey değişti, pek çok şey değişmedi. Şimdi öğrenciler, en azından yakın çevremde gördüklerim, bizimkinden belirli yönleriyle bambaşka bir “dünya”dalar. Nerde o eskinin gençleri? Neredeydik? Bu yazı içinde Ankara’nın buluşma mekanlarındayız. Ankara’da pek çok şey gibi, benzer sosyo-ekonomik koşulların, üniversitelerin (kampüsü olmayan üniversitelerin öğrencilerinin kesişim kümesi kesinlikle > kampüslüden), kültürel-politik ortamların tozuna bulanmışların buluşma mekanları da az çok ortaklaşır. Üniversitemizde dijital tahtanın olmadığı, fotokopinin “öğrenci toplumu”nun geleneksel üretim biçimi olduğu, gün ve saat vererek yapılan sözleşmelerle buluşmaların gerçekleştiği günler için, kim diyebilir ki , “Hiiiç Gima’nın önünde buluşmadım”, buluştuk!
Buluştuuuuk, ve ver elini kafa sayısına göre alınacak simit poğaçayla Kızılay civarındaki çay ocakları/evleri… Her dönem kendi klasiğini yaratıyordur, bizim dönemimizin klasikleri çay ocaklarıydı. Cafeler biraz daha sonradan hayatımıza girecek, daha “havalı” mekanlardı, çay evleri kadar sık gitmenin hem mümkün olmadığı hem akıldan geçmediği yerler… Yeni Sahne karşısındaki Gökkuşağı, Sakarya ve İnkılap kesişimindeki Cem ve Konur’daki Ezgi Çay Evi… Yerden bitme tabureler, kapalıysa duman altı mekan, dirsek dirseğe, dip dibe oturup da saatlerce muhabbet edilen, öğrenci için elzem olan parasızlığı ha bire “ne içersiniz” gibi bir soruyla hatırlatmayan, hele ki havadarsa derdi olmayan mekanlardı. Bayramlarda ziyaret edilecek aile efradı gibi, eylem sonrasında buluşulacak adreslerdi çay ocakları.
O günlerde çay ocakları gibi “daimi mekanlar statüsü”ne ulaşmamış olsa da dönemin cafelerinden bazılarını da anmadan geçmek olmaz: Tenedos Cafe, adı gibi farkını koyuyordu çay ocaklarına. Ne yüce dağlar başı gibi dumanlıydı katları, ne tekdüze hasır taburelerdi “möble”si, renkli sandalyeleri, renkli ve çeşitli çayları vardı. Bir Anki kadar havası olmasa da başka bir dünyaya daha yakındı. Bir de sakin, huzurlu ve mütevazi Kitap Kurdu…
O zamanların da, bu mekanların da alamet-i farikası gençliğimizin “büyüsü”nde, “değiştirme” gücümüze olan inancımızdaydı sanırım. Bizi, paylaştığımız mekanları, sohbetleri ve heyecanları ortak ve eşsiz kılan… Şimdi pek de tanımadığım mekanlarla çevrili Konur’dan geçerken kapısındaki küçük asmanın/sarmaşığın yeşillendirdiği sakin ve huzurlu görünüşüyle Bilim Sanat’ı, en eski buluşma mekanlarımızdan Dost’u aramamak zor. Mekanlar da, sokaklar da, şehir de değişiyor… Önemli oranda negatif tüm bu değişimler karşısında sıklıkla hatırlamak ve hatırlatmak zorunda olduğumuzsa; değişmeyen, yani insanın “değiştirme iradesi” olsa gerek.