“Bunu da mı bilmiyosun ya? Sen de iyice Avrupalı olmuşsun!” demesiyle gülüyoruz. Bilen bilir, bilmeyen öğrensin, Funda (Cantek) Hoca ile sohbet etmenin verdiği çok güzel bir enerji hakim. Bahsettiği yer İsmetpaşa Mahallesi. Ulus’un biraz ilerisinde, Dışkapı’ya doğru giden yönde. Ben bilmiyorum ama şansıma Zıtlar Mecmuası’ndan Sibel ve Fahri ertesi gün oraya gidiyormuş. Sağolsunlar, bizim de katılmamızı kabul ettiler.
Ankara’da olmamın sebebi Creative Industries Funds NL ve The Corendon Foundation isimli kurumların desteğiyle başlattığım bir çizgi roman projesi için alan araştırması yapmak. Roman, Hollanda ve Türkiye’den farklı şehirlerdeki (İstanbul, Amsterdam, Ankara, Utrecht) kentsel dönüşüm ve soylulaştırmaya bağlı yerinden edilme sorununa odaklanıyor. Gerçek yaşantılar ve kişilere dayanan kurgusal hikâyeleri güvercinin gözünden ben yazıyorum, her şehirden bir çizer görselleştiriyor.
Ertesi gün Sibel ve Fahri’yle İsmetpaşa’ya gitmek üzere buluşuyoruz. Mahalleye vardığımızda Sibel’in daha önce hakkında yazdığı sınır kapısı gibi olan koca apartmana1 doğru giderken oldukça zarar almış sarı bir konak görüyoruz. Ne kadar hasara uğrasa da önceden nasıl olduğunu aklımızda canlandırabileceğimiz kadar güzel ve estetik mimarisi olan bir konak bu.
Devam ediyoruz, kızlar karşılıyor bizi, fotoğraflarını çekip çekmeyeceğimizi soruyorlar. Çekince de: “Ne zaman getireceksin?” diye soruyorlar. Mahallenin ağır dönüşümü mü sebep olmuş buna emin değilim ama, mümkün olduğunca fazla anıları olmasını istiyorlar sanki.
Yıkılan okula doğru görece daha büyük, 15 – 16 yaşlarında arkadaşlarla yürüyoruz. Onlar okulu bıraktıklarını anlatırken yetişkin mahalleliler de bize katılıyor, beraber sohbet edip arada fotoğraf çekmek için durarak mahalleyi konuşuyoruz. Bana dönüyorlar, “Abla şuna baksana, bu manzarayı nerede bulacaksın bir daha, çek, çek!” diyor biri.
Solumda yıkılmış okuldan kalan virane, sağımda Hıdırlıktepe ve aradan geçen büyük bir cadde. Başımı soldan sağa çevirmemle birbirini tamamlayan yarı bağımsız hikâyelere ev sahipliği yaptığı hissini veren bir nokta.
Hala hatırlıyorum, çektikten sonra bir süre ‘manzara’ üzerine düşündüğümü. Manzara olarak kabullendiğimiz yerler ve bu yerlerin güzelliği oradaki anılarımıza ve değerlerimize bağlı sanırım. Dolayısıyla herhangi bir yer manzara dönüştüğü an, yalnızca bir yerden çok daha fazlası oluyor. Orada yaşadıklarımız ve yaşayamadıklarımızın bir bütünü haline geliyor. Bu bağlamda okulu yıkmak, yalnızca mahalleyi okulsuz bırakmak değil, orada oluşmuş ve oluşacak arkadaşlıkları yıkmak, eğitim imkânlarını ve erken yaşta düşlenebilecek gelecekleri sınırlandırmak aynı zamanda.
Yıkılan okulun yerine hiçbir şey dikmemişler. Yıldırma sürecinin en acımasız adımlarından biri. Tam okul ile manzaranın ortasında, yanıbaşımızda evini satmak istemeyen bir teyze ile sohbet etmeye başlıyoruz. Bize penceresinden sesleniyor, “Fotoğraf mi çekiyorsunuz? Bizi de çekin.” Devam ediyor, “Nereden başlayalım, bizde dert çok. Gazeteci misiniz siz?”. Bu soruyu sonradan diğer mahallelilerden tekrar duyuyoruz. “Burada olanları anlatın.” diyorlar. Mahellelerinin, anılarının, kendilerinin bilinmesini, hatırlanmasını istiyorlar.
Herhangi bir hikâyenin gidişatı ve sonu anlatıcısı aracılığıyla her an değişebilir. İsmetpaşa’da ertesi gün, hafta veya ay neler olacağı da her an değişebilir. Mahallenin sakinleri bu belirsizlik içinde belirli kılmak istedikleri hikâyelerinin anlatılmasının ne kadar önemli olduğunun farkında. Bunun farkına böylesi bir yıldırma süreci ile vardırılmış olmaları can yakıcı. Aynı zamanda, hem bize hikâyelerini anlatmak için gönüllü olmaları hem de duvarlarda yerini alan “Diren İsmetpaşa” bir o kadar göz açıcı ve ilham verici.
Biraz sohbet biraz fotoğraf arası derken yokuştan aşağı doğru gidiyoruz. Bu arada Suriye’den gelen mülteci ailelerin yanından geçiyoruz, bizim “rehberler” ve aile fertleriyle konuşuyoruz. Bu arada dönüyorum bizim rehberlere “Sizin de bir fotoğrafınızı çekeyim.” diyorum, gururla poz veriyorlar.
Kızlar tekrar geliyorlar yanımıza, Sibel’le sohbet ederlerken ben de yanaşıyorum, bir tanesi “Abla ya senin saçın böyle kıvırcık, Ela’nınkiyle benim ki de öyle!” diyor. Kardeşlermiş ikisi. Tam o sırada tanışıyorum Ela’yla, hiç unutmayacağım bir şekilde aklıma kazınıveriyor.
“Abla gel bi’ tane de senle çekelim.” diyorlar ve bir selfie maratonuna “Ay dur abla eşarbımı düzelticem, yüzüm tam çıkmamış, tekrar çekelim.”lerle başlıyoruz. Ne biz onlarla bir anımız olmadan ayrılmak istiyoruz, ne de onlar bize kendilerinden bir anı bırakmadan veda etmek istiyorlar. Güle oynaya fotoğraf maratonumuzdan sonra, tekrar görüşmek üzere ayrılıyoruz.
Ben “İsimlerde çok kötüyüm ama yüzünü görsem hatırlarım.” tayfasındanım. Hakikaten unutuyorum isimleri, ama yüzlerini görsem “Bu şey değil miydi ya, hani şurada söyle tanışmıştık, beraber buradan şuraya gitmiştik.” deyip o yerden fiş alıp almadan çıktığımızı bile hatırlarım. Mesela kızların da ismini teker teker iki kez sordum, biliyorum unutacağımı çünkü, yine unuttum. Ama Ela’yı unutamadım, unutamam da.
Ertesi gün Sibel ve ben Ulus’u dolaşıyoruz. Çıkılacak tüm yokuşları çıkıp, çekilecek tüm fotoları çekiyoruz; Ankara’nın ilk etapta görülmeyen güzelliğini bana gösterecek bu vakti ayırmasının hakkını nasıl öderim hâlâ bilmiyorum…
Tam bu Ulus gezimize ara verdiğimizde Türk kahvemizi karşılıklı yudumlayıp kırk yıllık hatrı ilmik ilmik işlerken birden ikimiz de aynı şeyi düşünüyoruz. Bu mahalle bir şekilde dönüşecek. Belki tümü yıkılacak, yerinden edilecek, belki de bir şeyler onarılacak. Ne olursa olsun, bu haliyle kimseye kalmayacak. Ama bu kızlara ve çocuklara, orada gördükleri, duydukları, deneyimledikleri dışında başka gelecekler de olduğu, başka tür bir hayatı dileyip onun üzerine çalışabilecekleri nasıl gösterilebilir?
Ankara’dan, daha önce hiç gitmediğim bu mahalleye tekrar uğramak sözüyle ayrılıp, İstanbul’a geçtim. Orada görece daha farklı işleyen araştırma döneminin Ankara’ya bağlandığı an İstanbul’dan sevgili yazar ve yönetmen Ali Vatansever ile sohbet ederken dikkat çektigi bir detayla oldu: “Dönüşen şehir mi yoksa biz miyiz, bizim umudumuz mu?” (Bu arada hemen bir not: Ali Vatansever’in tam da bu konu üzerine, İstanbul Fikirtepe’de geçen filmi Saf’ı mutlaka görün derim.)
Hazırlık araştırması sürecimiz Hollanda’dan Amsterdam ve Utrecht’teki alan araştırmalarından sonra sona erdi. Şu an kitabımızı oluşturmak üzere sıradaki adımları atıyoruz. Sürece dair deneyimlerimizin bir kısmı da bir instagram sayfasında görsel bir günlük olarak yer alıyor. Şu ana kadar proje her bir deneyimden, fikir alışverişi ve sohbetten ilham alarak dönüşüyor ve gelişiyor. Bu esnada her şehirde en az bir kez tekrar eden hikâye, dönüşen yaşam biçimleri, tüketim alışkanlıkları, yerleşkeler ve sosyo ekonomik bir topluluk anlayışına tanık olduk. Peki Ela’nın, ailesinin ve arkadaşlarının yaşadıkları mahalle dönüşürken, Ela nasıl dönüşüyor, daha da önemlisi, Ela nasıl daha iyiye doğru dönüşebilir?
Fotoğraflar: Minem Sezgin