kültür

Ayşe Gültekingil, Can Mengilibörü, Özlem Mengilibörü, Tanju Gündüzalp
(Fotoğraflar: Can Mengilibörü)


Kentimiz gözle görülür bir hızla değişmekte, dönüşmekte. Öyle ki neredeyse kişisel tarihlerimizin izlerini sürmek imkansız olacak yakın gelecekte. Bütün bu değişimin içinde neyse ki hala bazı tutunacağımız dallar var, bunların en önemlilerinden biri de neredeyse hepimizin hayatına değen ve kırk yılı aşkın zamandır okumaya hevesli gençlere kapısını açık tutan Dost Kitabevi. Dost Kitabevi’nin kurucusu Erdal Akalın ile Zafer Çarşısı günlerini, efsanevi Konur Sokak Dost Kitabevi’ni ve yetmişlerden bugüne kitapçılığı konuştuk.

Ayşe Gültekingil: Bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Erdal Akalın: İsmim Erdal Akalın. Ankara doğumluyum, çocukluğum Ankara’da geçti. Babam bir havacı astsubay idi. Kısıtlı imkanlarla geçen bir çocukluk ve gençlik çağı oldu. Beş yıl Diyarbakır’da kaldık babamın görevi dolayısıyla. Hem de Bağlar’da. Zaza kültürü idi orası. O kültür içinde yaşadım. Daha sonra bütün hayatım Ankara’dadır. Kitapçılığa başladığımda Zafer Çarşısı’nda küçük,35 metrekarelik bir kitabevi ile başladık. 1977 yılı idi. Türkiye’nin karışık ve sıcak günleri idi, o sıcaklığın içinde bir başka sıcaklığa, Zafer Çarşısı’na geldik. Orada kitapçılığa başladık, tabi o dönemin koşulları içinde, birçok imkansızlık içinde. Bir arkadaşımın kitabevi vardı, ismi Doğu Kitabevi. Onun kitabevinde bir liste hazırladık. Dost’u açacağız ama hangi ismi koyalım diye. 10 tane isim belirledik. Kitabevine girenlere anket yaptık en çok oyu Dost aldı, biz de ismini Dost koyduk. Açılış böyleydi.

Kitapçı açmaya nasıl karar verdiniz?

Benim ilk kitap okuyuşum ilkokulda Diyarbakır’da sınıfta yapılan okuma yarışmasında birinci olmakla başladı, üç tane kitap armağan edilmişti bana. Benim ilk kitaplarım onlardı. Kitap okumayı çok sevdim ve sürekli okumaya başladım. İmkanlar sınırlı olduğu için o dönem, hem bizim imkanlarımız, hem Türkiye’nin imkanları, kitaba ulaşamıyorduk. Daha sonra bir trafik kazası geçirdim, ayağım kırıldı. O dönemin koşullarında sadece alçı tedavisi vardı, altı ay kadar evde yatmak zorunda kaldım. Babam da Hava Kuvvetleri’nde görevli. Kütüphane müdürü bir hanım subay. Gidiyor ona anlatıyor, “Oğlum evde altı ay kalacak, sakat, evde tedavi görüyor.” diyor. O da diyor ki “Bana bırakın, ben bir okuma listesi hazırlayayım, kitapları ben göndereyim.” Bana önce Fransız edebiyatı gelmeye başladı. Rus edebiyatı okudum. Çok ciddi bir kitap okuma evrem oldu o altı ay içinde, çünkü sadece tek kanal bir TRT radyosundan başka hiçbir şey yoktu. Normal hayata başladıktan sonra politik okumalara geçtim. Kişilik olarak biraz meraklı yanım var. Birçok konuda birçok şey okudum, bazen tabii anlayarak, bazen anlamayarak. Sonunda kitabevi açmaya karar verdim.

Bildiğim öğrenebildiğim kadarıyla Zafer Çarşısı’nda siz ilk kitabevini açtığınız zaman çarşıda başka kitabevleri de varmış ya da o civarda. Sanırım Erdal Öz’ün kitabevi ilk o dönem, Zafer Çarşısı’nda değil ama Zafer Çarşısı’na yakın bir yerde açılan.

Müşterisiydim onun!

Dolayısıyla Zafer Çarşısı böyle kitabevleri açısından da çok civcivli bir yermiş anladığım kadarıyla o dönem. Oradan Konur Sokak’a taşınma, daha doğrusu ikinci bir yer açma kararını niye verdiniz? Konur Sokak’ta başka kitabevi var mıydı, yoktu sanırım?

Öncelikle Zafer Çarşısı ile ilgili birkaç şey söyleyeyim isterseniz. Orada yaklaşık 20 tane kitabevi vardı. Çok karışıktı. Birçok dini kitap satan kitabevi vardı. Ülkücülerin bir kitabevi vardı. Sonra biz orada açtığımız zaman ve daha aktif hale gelince denge bozuldu, daha çok sol kesime hitap eden bir yer haline geldi yıllar içinde. Birçok olay yaşandı. Erdal Öz’ün kitabevi de Zafer Çarşısı’na giderken sağ kanatta Büyük Sinema vardır, onun asma katındaydı; Sergi Kitabevi. Çok ünlüydü ve o zaman Erdal Öz paket kağıdının üzerindeki bir takım karikatürlerden ötürü yargılanmıştı. Ceza aldı mı hatırlamıyorum ama yargılandığını hatırlıyorum. Sonra İstanbul’a gitti, yayıncılığa başladı. O zaman tabi çok olaylıydı Türkiye. Mesela benim o 77’den 80 darbesine kadar olan dönemde 7 kez gözaltım var, 3 kez cezaevi var, çok uzun olmamakla birlikte, ama var. Darbeyi çok zor atlattık, ondan sonra Türkiye’de zaten yayıncılık hayatı durdu. Birkaç sene oturduk sadece, yapacak hiçbir şey yoktu. Sonra YAZKO (Yazarlar Birliği) başladı İstanbul’da, Adam Yayınları kuruldu, Can tekrar başladı, böyle canlanmaya başladı.

Ben bu kararı nasıl verdim? Zafer Çarşısı’nda en fazla 35 m2’lik bir alanda çalışıyorsunuz. Yayıncılık da gelişmeye başladı, bizi zorlamaya başladı büyümeye doğru. Zafer Çarşısı da, zaman içinde köhneleşir ya bazı yerler, köhneleşmeye başlamıştı. Ben arayışa girdim, Akın Atauz uğradığında ona bahsettim, dedim “Yeni bir yer bakıyorum, daha büyük bir yer yapmayı istiyorum.” O da “Bizim TMMOB’un altını niye düşünmüyorsun?” dedi. Birkaç kere de gelmişliğim vardı çeşitli toplantılar için TMMOB’un alt katına. Sonra gittim tekrar baktım, yeni bir heyecan, büyük bir yer. O dönemin şartlarında Türkiye’nin en büyük kitabevi olacak şekildeydi. Görüşmeler yaptık ve belli bir sürecin sonunda orayı kiraladık. Zafer kalmakla birlikte esas olarak Konur Sokak’ta başladık kitapçılığa. Böyle başladı, yani ivme kazandı diyeyim. Burası olmasaydı başka bir yer olacaktı zaman içinde.

Dost Kitabevi’nin taşınması oranın çehresini çok değiştirmiş diye anlıyorum ben. İlk taşındığınız zaman nasıl bir yerdi Konur Sokak ve sene tam kaç idi?

1983’tü, yani darbeden 2-3 yıl sonraydı. Trafik vardı o zaman, yaya bölgesi değildi. İşte şehirlerin kalabalık merkezleri olur ya, omuz omuza insanlar. Kafeler vardı, çok yaygın değildi. Sıradan bir yerdi diyeyim, yani bir özelliği yoktu. Fakat ben kitabevini açtıktan sonra karşımızda İmge açıldı, bu taraflarda birkaç kitabevi açıldı, orada bir kitap ortamı oluşmaya başladı. Nitekim Kitap Okuyan Kız heykeli kondu. Zaten çevre müsait, Mülkiyeliler de var. Bunların hepsi birleşince bir sinerji yarattı, kültürel anlamda bir sinerji oldu orada. Ve yavaş yavaş kitabevleri çoğaldı, ama kafeler çok fazla çoğaldı ve ağır basmaya başladı. Ondan sonra orası da köhneleşmeye başladı. Çok daraldı, sıkışık oldu. O kafelerin müzik yayınları ile filan farklı bir yer haline geldi.

Zafer Çarşısı’ndaki kitabevine gelenler mi sizinle beraber Konur Sokak’a geldiler yoksa Konur Sokak’a gelince tamamen yeni insanlar mı bu sefer kitabevinin kullanıcısı oldu?

Zafer Çarşısı’nda hem metrekare küçük, hem de o dönemin koşullarında fazla sol ambianslı bir yerdi orası, bulundurduğumuz kitaplar vs, 3-5 günde bir polis aramaları gündelik hayatımız haline gelmişti. Hatta o zaman yasak kitap bulduklarında beni de götürürlerdi. Artık onlar da çok tanıdık simalardı, ben dedim ki “Bize yasak kitap listesi verin, ona göre bakalım ve koymayalım.” Samsun bilmem kaçıncı mahkemesi bir kitap yasaklıyor, ben bunu nasıl öğrenebilirim? Onlar gelip buluyorlar, benimle beraber gidiyoruz emniyete hep beraber. Hatta benim bir çırağım vardı arkadaşım. Bunlar geldiğinde hemen müşteri gibi ayağa kalkardı, eve giderdi, kapıyı çalardı. Eşim kapıyı açtığında oğlanı görüyorsa benim kabanımı verirdi, çünkü o akşam nezarethanede olacağım. 7-8 kez böyle kitapla birlikte gözaltına alındım.

Çok da garip çalışılıyordu. Mesela Doğanın Diyalektiği kitabı, Engels’in bir biyoloji felsefesi diyebiliriz, üçüncü kez baskı yaptı Sol Yayınları tarafından, herkes gibi biz de vitrinimize koyduk. Polisler geldi, kitabı da topladılar, 21 tane, hiç unutmayacağım, beni de götürdüler. Özellikle cumartesi yapıyorlar ki bunu pazarı nezarette geçireyim, bunu kasti yapıyorlar. Şimdi bu kitap yasak değil, biliyorum olmadığını, fakat 1957 yılında parlamentodan bir karar geçmiş, bir takım İngilizce kitaplar yasaklanmış, Doğanın Diyalektiği’nin İngilizcesi de var o listede. Ona dayanarak 3. baskı yapmış Türkçe kitaptan beni götürüyorlar. Ben yayın listesi istedim, direk bana verilen cevap veremeyiz yasak dediler. Yasak kitap listesi vermek yasak! Bu hep böyle yaşandı, gündelik hayat haline gelmişti. Ama ben hep daha büyük kitabevi olsun, işin kültürel, sanatsal kısmı daha açık olsun istiyordum, ama o ortamda onu yapmak mümkün değil. Müşterinin büyük kısmı öğrenciler. Hatta bir takım sol gruplar. Kitabevinin içinde kitapları öyle dizerdik ki, birbirine çok ters düşen sol grupların kitaplarını yan yana koymazdık, siyasi kavga çıkıyordu çünkü kitabevinin içinde. Bir tarafa bunları, bir tarafa öbürlerini koyardık.

Konur Sokak bambaşka bir şeydi tabi, özellikle TMMOB’nin orada olması nedeni ile. Bana yardım eden çok insan oldu, Fatih Söylerler, Ali Artunlar, Murat Gültekingiller. Video bölümü açtığımızda video bölümünün başında Nejat Bey vardı, şimdi profesör, Basın Yayın’da hoca. O’ndan çok şey öğrendim. Müziği öğrendim, resme bakmayı öğrendim, sanatı öğrendim. Dolayısıyla artık çok genel, yaş farkı olmaksızın herkese hitap eden bir kitabevi haline geldi orası. Ama Zafer Çarşısı öğrenci ağırlıklıydı.

Konur Sokak’taki Dost ile ilgili şöyle bir hikaye varmış, bir dönem bir araya gelemeyen, daha doğrusu grup halinde görüşemeyen insanların göz göze gelebildiği bir yermiş ve o yıllarda bu nedenle de pek çok insan için önemliymiş.

Çok insanın o an ilk defa birbirlerine sarıldıklarına filan tanıklık ederdim, evet haklısınız. Tabi sadece kitap değil, bir kolektifti orası bir nevi. Planlanmış bir kolektif değildi, kendiliğinden kolektifti. Ben de meraklıyım. Mesela caz müziği çok bilmezdim ama plaklar vesaire getirttik sonra ben de caz öğrendim, gece gündüz kitaplar okudum. Birçok konuda kendimi böyle geliştirdim. Alt katımızı Dost Sanat Ortamı yaptık. Aşağıda sanat ortamı oluşunca olay daha keyifli bir hale geldi. Bir takım sergiler açılıyordu, ama profesyonel sergiler değil, o bizim becerimizi aşıyordu. Ama çok enteresan ilginç sergiler açıldı, ilginç faaliyetler yapıldı. Bir Dost Sanat Panayırı yaptık mesela, Türkiye’de bir ilkti, sadece el ürünleri ile katılabiliyordu insanlar, ayda bir kez. O günler bir çok öğretim görevlisi gelir, orada tezgah açarlardı. Kimisi yiyecek bir şey yapıp satar, kimisi başka bir şey olur, Mete Tunçay yumurtaları boyamış getirip onları koyar… Flüt konserleri verilir akşamüstü. Keyifli bir ortam oldu ve insanlar o darbe sonrasının donukluğunda bu tür bir şeye dört elle sarıldı.

O ara 12 Eylül sonrası üniversiteden çok ciddi bir temizlik yapıldı. Birçok öğretim görevlisinin işine son verildi. Ankara’da olanlar bir dergi çıkartmaya karar verdiler, bize geldiler. İmkanlarımız çok sınırlıydı Ankara’da ama kabul ettik. Hatta sıkıyönetimden izin alamadığımız için eski bir tiyatro dergisinin ismini alarak yayına başlayabildik. Yapıt akademik bir dergiydi, ama politikayı da içeriyordu. Korkut Boratav, Halil Berktay, Çağlar Keyder birçok önemli isim yazı kurulunda yer aldı. Yaklaşık 2 sene kadar bu dergiyi çıkarabildik, sonra yazı kurulu kendi problemlerinden dolayı iptal etti. Ama 12 Eylül sonrasının ilk akademik sosyal dergisidir Yapıt Dergisi.

Bir de yayıncılık dönemimiz oldu orada. Murat Belge İstanbul Edebiyat Fakültesi’nde öğretim görevlisi iken darbe sonrası istifa ederek ayrıldı, nasıl olsa işine son verecekler diye düşünerek. Ben gittim görüştüm, bir çevirisini basmıştık zaten, tanışıklığımız vardı. Kabul etti, 1-1,5 yıl kadar bize yayın yönetmenliği yaptı. Onun sayesinde de belli bir çizgiye ulaştırabildik yayınevini. Fakat sonra ticari zorunluluklar dolayısı ile durmak zorunda kaldık. Ama hem Ankara hem Türkiye açısından her zaman uğranılan bir yerdi Dost, kitabevini geçen bir yönü vardı. İnsanlar buraya gelince “nefes aldığımızı hissediyoruz” derlerdi, malum sebeplerden. Hatta bugün bile biraz kısmen böyle. Hoştu, bu yönüyle çok hoştu. Yani öyle bir işlevinin olması hoştu, tamam kitapçılık ama o tür işlevleri de vardı. Ama kitabevinin şekli değişti, büyüdü, büyümek zorundaydı, büyüyünce bir takım özelliklerini de yitirdi, onu da ifade edeyim, çok üzüyor beni, ama mecburen büyütmek zorunda kaldık. Türkiye’de bir takım şeylerin uzun yıllar sürmesi çok zor oluyor ve her şey değişiveriyor bir anda. Şimdi beni eleştiren eski okuyucular söylerler bazen, biz orada minderlerin üstünde şiir okuyarak üniversiteyi bitirdik diye, şimdi minder koyamam çünkü mümkün değil. O dönem öyleydi.

Evet ama her Dost’ta da herkesin söylediği; gidip orada bir kitabı rahatça bir süre okuyabildiği ve kimsenin de buna hiç bir şey demediği ve hatta insanların Dost’ta kitap bile bitirdiği!..

Hoşumuza giderdi! Hala var ama eskiden daha çok olurdu bu, kişi okur bir miktar, sonra okuduğu yere bir kağıt parçası sıkıştırır ve en arkaya koyar ki satılmasın. Birkaç gün sonra gelecek ve devam edecek. Bir gün çocuklar bir kitap getirdiler bana, iki ayrı kağıt parçası sıkıştırılmış, yani iki farklı kişi okuyormuş! Biz çok hoşlanırdık bundan, tabii. Ama yerimiz olmadığı için böyle bir oturma köşesi yapamıyorduk. Bir de hırsızlığı meşhurdur, özellikle öğrencilerde, kısmen de mübahtır. Ben de ilk gençlik zamanımda birkaç romanı alıp ödedim Erdal Öz’ün Sergi Kitabevi’nde, iki tane de kitabı ödemeden çıktım, ilk ve son kitap hırsızlığım oldu. Sonra bir yemekte Erdal Öz’e söyledim senin kitabevinden böyle kitap çalmıştım diye, gülüştük hep beraber. Ama şimdiki gibi değildi, şimdi işportada satmak için çalıyorlar, ona tabi şiddetle karşıyız. Ama o zaman çoğu kişi, bakınca hemen anlaşılıyor, okumak için çalıyordu, ben o dönem Zafer Çarşısı’nda çoğu kişiye özellikle öğrencilere “Parası olmadığı için çalıyor, okuyacak o kitabı” deyip paket yapardım, birazcık da sert sözler söyler ama ayrılırken de o kitabı ona hediye ederdim. Sonra onlar da okumuşlar, evlenmişler, eşleriyle çocuklarıyla kitabevinden kitap alırken görmüştüm bazılarını.

Bir de yine alamayanlara yardım olsun diye taksitli kitap mevzunu da başlatmıştınız?

Bir defter vardı, hani kara kaplı defter derler ya aile bakkalında, onun gibi indeksli. Geliyorsunuz sadece isminizi söylüyorsunuz, ben oraya Ayşe yazıyorum, kitabın bedelini yazıyorum ve gidiyorsunuz. Bundan ibaret. Gelip ödüyorsunuz. Mesela Almanya’ya yerleşmiş bir insan geldi, 20 küsur yıl sonra borcunu ödemek istedi bize. E biz o defteri kaybetmiştik, teşekkür ettik. “Ben öğrenciyken bu kitabı çalmıştım, şimdi bedeli nedir ödemek istiyorum” diyenler oluyor arada sırada. Buna benzer çok hoş şeyler oluyor. Mesela geçen yıl arkadaşlar çok fazla kitap alan bir okuyucuya size indirim yapalım demişler. Adam kabul etmemiş, demiş ki “Lütfen tam fiyatını alın çünkü ihtiyacınız var şu an buna.” Bunlar insanı o kadar morallendiriyor ki bu tür şeyler.

Bir de Dost Sanat Ortamını soracaktım, Türkiye’deki 80 sonrası kültürel ortama katkısını. O biraz daha amatör bir çaba mıydı? Nasıl başladı?

Ali Artun’un yardımı çok oldu, Galeri Nev’in kurucusudur, şimdi Büyükada’da kitap yazıyor. Önce bir afiş galerisi yapmak istedik, hatta Ali iki büyük rulo halinde Paris’ten dönüşünde çok ünlü ressamların sergi açılışları afişlerini getirdi. İlk sergimiz budur, sergi açılışı afişleri sergisi, çok hoştu ama. Daha sonra mesela sinema afişleri sergisi oldu. Afişle başlattık, daha sonra yavaş yavaş genişledi, bir takım heykel sergileri açıldı, kurumsal sergiler açıldı, o dönem hiç yapılmıyordu Türkiye’de öyle şeyler. Başta Yeni Türkü olmak üzere birçok müzik grubu o salonda konser vermişti. Ama resmi konser değil çünkü sıkıyönetim vardı o dönem, illegal konser. Yani aşağıda konser başlıyor biz yukarıda ışıkları kapatıyoruz. Bunlar çok hoş oluyordu. Murat Belge’nin kişisel koleksiyonunda çok fazla taş plak vardır, gramofonu da var antika bir gramofon. “Kantodan Tangoya” diye bir sunum yapmak istedi. Dosyalarımızı hazırladık sıkıyönetime başvurduk, izin vermediler. Aradan iki yıl geçti, TRT televizyonunda bu program yapıldı. Adam Yayınları’nın kuruluş yıldönümü orada yapıldı, Türkiye’deki bütün önemli yazarlar katıldılar oraya imza için, Aziz Nesin ile başlayın aklınıza kim gelirse. O da çok hoştu. Bu ve benzeri birçok faaliyet yapılmıştı aşağıda.

Bir de şeyi çok net hatırlıyorum ben, kitap sergileme biçimi de sanırım o zaman için çok yaygın bir biçim değildi, ondan sonra da ben çok fazla görmedim ama böyle gezmesi bakması çok kolay, çok rahat bir şeydi.

O konuda söyleyeceğim epey şey var. Şimdi birçok kitabevinde o dönem kitaplar yayınevlerine göre konulurdu. Bu bir depo için doğru bir dizim, ama bir kitabevi için çok yanlış. Ben o dönem henüz yurtdışına çıkmamıştım. Şimdi her gittiğim ülkede kitabevi gezerim. Çin’e giderim Çin’de de kitapçı gezerim, Hollanda’da da gezerim, yeri önemli değil. Mesela ben 2 kez Moskova’ya gittim, ikinci gittiğimde küçük bir fuar gezdim, bir Rus kitap fuarını. Beş katlı eski taş bir bina, o Stalin mimarisi döneminde yapılmış. Onlar hep büyüktür, tavanlar çok yüksektir. Kruşçev yönetiminde küçülmüştür her şey. Kitabevine girdim, inanılmaz bir kalabalık. Çeşit sayısı sorduk, bir milyon iki yüz bin civarında. Bizim en büyük kitabevimizde altmış beş bin çeşit sayısı. Ve birçok dilden bölümler var. Fakat tavan çok yüksek ve tavanın üstüne kadar kitap rafları yükseliyor. Belli bir yerden sonra alabilmek mümkün değil. Büyük merdivenler yapmışlar, kare şeklinde büyük basamaklı. Basamaklara lastik döşemişler. İnsanlar o merdivenlerden çıkıp oralarda kitap bakıyorlar yukarılarda. Bu benim için inanılmaz bir şeydi. Çünkü Türkiye’de bizim insanlarımız konformisttir. Mesela belli bir metrajın altında eğilip kitap bakmaz kimse, onun için biz o ön çıkıntıları yapmışızdır. Ben dünyada hiç bir kitabevinde böyle ön çıkıntı görmedim, bir tek bizde var ve Türkiye’de bazı kitapevlerinde var. Çünkü insanlar konformist, çömelip kitap bakmazlar. Her neyse ben şaşırdım. Ondan sonra masalar koymuşlar çok küçük küçük, insanlar orada o kitapları indiriyorlar, okuyorlar, karıştırıyorlar. Gittiğim her kitabevinde bir şeyler görüyorum çok farklı olan.

Bizim kitabevine gelince, bu bir nevi kütüphanecilik. Kütüphanecilik bilmeden o düzeni yapamazsınız. Oturdum çok ciddi altı ay kadar kütüphanecilik çalıştım. Üç çeşit sistem var Türkiye’de kullanılan. Öncelikle Dewey sistemi, eski yıllarda da o kullanılıyordu sadece, Türkiye’de hep o kullanılıyordu. Onun Türkçesi var Kumrular Sokak’taki Andiçen kütüphanesinde, onu bulduk fakat diğer ikisi iki ayrı Amerikan sistemi, kitapları İngilizce. Benim İngilizcem çok çok amatör, sözlük yardımıyla altı ay kadar kütüphanecilik çalıştım ve o kategorileri çıkarttım. Ama bunun için çok uzun çalışma gerekti. Birçok akademisyen arkadaşı gece yarılarında arardım soru sormak için o çalışmaları yaparken. Ve sonuçta bir kategori sistemi çıktı. İşte sizin o rahat bakılıyor dediğiniz şey o, birbirine yakın. Eğer siz varoluşçulukla ilgili bir şey bakacaksanız felsefede, ilgili bütün kitapları yan yana göreceksiniz, farklı yerlerde değil. Bu hem bizim elemanlarımızın kitapları bulmasında kolaylık sağlıyor, hem de işte sizin de söylediğiniz gibi okuyucu için daha kolay, birçok okuyucu soru sormaz bize zaten, biliyor o nereye bakacağını, gider orada bakar. Ve bunu ısrarla biz sürdürdük. Biraz bize has bir şeydir bu.

Bu da ama biraz kitaplar hakkında hem çalışanların, sizin de bilgi sahibi olmanızı gerektiren biraz emek yoğun bir yerleştirme.

Şüphesiz, çünkü birçok kitabevinde tamam bildiğiniz kitaplar var ama çok az da olsa okuma da yaptığımız kitaplar olur bizim bazen, nereye koyalım, doğru yeri neresidir diye. Çünkü şimdi bir de özellikle sosyal bilimlerde filan bir kitap birçok konuya girebiliyor. Onun için mutlaka yetişmiş bir elemanımız yapıyor bunu, şu an Erdal Bey yapıyor.

Konur Sokak’taki kitabevinde bir de video-kaset bölümü vardı diye biliyorum ama doğru mu biliyorum?

Tabi tabi. Asma kat yaptık. Sadece popüler filmler de yoktu. O dönem telif yasaları, bandrol yasaları çıkmamıştı Türkiye’de, sonsuz seçeneğimiz olabiliyordu. Dolayısıyla bütün Tarkovskileri bulunduruyorduk o dönem, bandrolsüz olduğu için. Çok güzel bir koleksiyon oluşturduk orada, ona göre izleyicisi de vardı. Fakat sonra bandrol yasası çıkınca iş ticari hale dönüştü. Biliyorsunuz sinemaya Hollywood hakim, onların ağırlığına geçti iş. Bir süre sonra da kapattık. Çünkü köhneleşti o da. Ama ilk yaptığımız çok keyifliydi, neler neler vardı.

Bir de kitabevinin önü mevzu var. Karanfil’deki Kitabevi de şu an herkesin bir araya geldiği bir yer ama Konur Sokak’ın önündeki kısım da insanların daha çok oturduğu, sohbet ettiği bir yerdi, hatta Yüksel Caddesi’nin Konur Sokak’ın uzantısı gibi bir alandı bir taraftan da.

Bir buluşma noktasıydı her şeyden önce. Arkadaşlar orada buluşurdu. Karanfil Sokak’ta da aynı şimdi, hatta biz duvar boyu bir 15-20 metrelik bank yaptık. Birçok insan ayakta bekliyor orada bari otursunlar diye. Fakat bu buluşma olayı bizim dışımızda gelişen bir şey, tamamen doğaçlama. Bizim ona bir dahlimiz yok. İnsanlar çok güzel espri yapıyorlar, internette görmüş kızım, yolladı bana. Çocuk diyor ki “Eskiden yeni bir kızla tanışınca Dost’un önünde randevu verirdim, entelektüel zannetsin diye” filan. Bir gün evde çalışıyorum, televizyona bakıyorum, bir program var, kültürel bir program. Sonra bir anda baktım bizim şimdiki kitabevinin tabelası “Dost” diye. Ankara Kısa Film Yarışması’nda ödül almış film, konusu da Dost’un önünde buluşmak. Nasıl hoşuma gitti ama! İki arkadaş buluşacak, birisi gecikiyor filan, buna benzer bir kısa film. Ama birincilik almış yarışmada. Bu vaka, enteresan bir şey, sosyal bir olay. Çok hoş, bizim de çok hoşumuza gidiyor zaten.

Karanfil Dost’a biraz da mekan olarak yetmediği için mi geçmeye karar verdiniz? Birazcık yakın çünkü.

Metrekare orada da yetmemeye başladı, bir de müzik girince işin içine. Müzik mağazasının sahibi bizden çok yüksek kiralar istemeye başladı. Tuhaf bir adam, diyor ki “Bu kirayı kabul edin, ama gidin zam yapın kasetlere plaklara.” Böyle saçma sapan bir yaklaşım. Biz zaten terk edecektik orayı. Karadeniz Lokantası var şimdi bulunduğumuz yerde, onun sahipleri ile tanışıklığım var, müşterilerimdi onlar, onların işleri kötü gitti ve dediler ki sana verelim burayı. Bizim için düğün bayram oldu çünkü çok büyük bir alan. İkisini birleştirebildik mekanı yıkıp. Sonuçta orası da yetmedi ve arka bahçeyi camekan yaparak orayı da büyüttük. Çünkü hala bizim yere ihtiyacımız var, çok fazla kitap sayısı olmaya başlayınca çok sıkışıyor her şey. Bizim Rusya’daki gibi merdiven koyma seçeneğimiz olmadığına göre. Prensibimiz en üst rafa bile normal boyu olan bir insan eliyle dokunabilir, kitap alabilir. Hatta üst raflar ters merdivendir, öne çıkar, almayı kolaylaştırmak için. Böyle olunca belli bir metrekareden sonra sıkışmaya başlıyor. Bahçeyi almasaydık çok sıkışmış olacaktı şimdi.

Karanfil’e geçince gelen insanlar değişti ama galiba yine?

Biraz o büyüklük, çünkü Türkiye’de o boyutta kitabevi yok, o zaman hiç yoktu, bir de doğru dizimle, doğru kategoriler şeklinde düzenlendiği zaman daha önce Konur’a gelmeyen birçok insan geldi. Konur’a gelenlerin bir kısmı da gelmedi, Konur’a gitmeye devam ettiler ve bana da söylerlerdi, arkadaşlara, “buraya ısınamadık” diye. Çok iyi anlıyorum onları ama işte hayat böyle.

Metronun çıkışında olmasının da biraz etkisi oldu herhalde?

Tabi, Ankara’nın merkezi orası çünkü. Bir ara hep Kavaklıdere denilirdi ama olmadı çünkü Ankara’nın merkezi Kızılay, başka bir merkez şu an oluşmadı. Ulus zaten yıllar önce merkezlikten çıktı. Bir de Bülent Tanık belediye başkanlığı döneminde müthiş bir düzenleme yaptı ona çok şey borçluyuz. Banklar konuldu, oranın dekorasyonu değişti. Tam bir yaya bölgesi haline geldi. O da çok şey kattı.

Konur Sokak’ı niye kapattınız peki?

Şimdi ekonomik kriz filan da konuşuluyor, televizyonlar da filan herkes bununla meşgul, ama Türkiye zaten yaklaşık 7-8 senedir krizde. Virüs tuzu biberi oldu ama Türkiye zaten krizdeydi, tercih edilen ekonomik politikalarla ilgili. Zaten istisnai bir sektör bizim sektörümüz, ticari zorlamalar var. Şubelerimiz vardı, Tunalı’da vardı köşede, Bilkent’te vardı, Çayyolu’nda vardı, Eskişehir’de bir tane hala duruyor. Biz oraları kapatmaya başladık. Çünkü ciddi zararlar oluşmaya başladı ve bizi zorlamaya başladı bu. Yani Konur’u kapatma sebebimiz tamamı ile finans ile ilgili bir şey. Ve iyi ki de başlamışız bakın ne hale geldik, biz Nisan başında maalesef Çayyolu şubesini de kapattık. Şimdi bir tek Eskişehir var bir de bu büyük yer var. Ayakta kalabilmek çok zorlaştı. Ankara’da her yer kitapçı doluydu, hepsi ne yazık ki bitti, bu 8-10 senede, ekonomik nedenlerden dolayı.

Okumak mı azaldı diyeceğim ama kitapçı da kalabalık oluyor genelde.

Kitap okumak azalmadı, kısmi yükselmeler var fakat o kadar ağır vergiler, kiralar, elektrik fiyatları, gaz fiyatları, o kadar büyük giderler var ki, bu giderleri karşılayamaz hale geldi kitabevleri. Bir de internet satışları, biliyorsunuz yüksek indirimlerle yapılıyor, bizim indirimli satış yapma imkanımız yok çünkü o masrafların altından kalkamayız. Rekabet edebilme şansımız yok. Oradan dolayı biraz mağdur olduk açıkçası. Bir de genel ekonomik durum yani. Bir şey oluyor ancak banka kredisi alarak yapabiliyoruz, eskiden banka kredisi bilmezdik, böyle bir çalışma şeklimiz yoktu ama maalesef şimdi var. Tabi virüs dolayısıyla ciddi düşme de oldu. Okuma şeklinde değil de satış anlamında söylüyorum, insanlar malum nedenlerden dolayı, korktukları için merkeze çok fazla gelmiyorlar.

Bir de virüs öncesi zamanda konuştuğumuz pek çok kişi Konur Sokak’ın şu anki durumu ile ilgili olumsuz şeyler söylediler, siz ne düşünüyorsunuz?

Uzun yıllar önce tamamı ile kafelere teslim olup malum nedenlerle kitabevlerinin tek tek kapandı, bir tek İmge kaldı, onun dışında herkes kapattı. Kafeler sokağa kadar taştı. Yüksek sesli müzikler… Genel toplum kesiminin dokusu. Zaten bizim kapatma sebeplerimizden biri de o oldu yani çünkü arada yaklaşık 100-150 metre bir mesafe var ama yüksek de bir kira ödüyorduk Mimarlar Derneği’ne, personel de vardı. 7 yıl önce 2013 yılında mecbur kaldık kapatmaya, hem Konur Sokak’taki değişim, hem de ticari zorunluluk. Şu an Konur Sokak’ın kültürel kokusu kaybolup gitti bizce, o eski şeyi yok.

Ama Karanfil’de devam edeceksiniz değil mi kitapçılığa, kitabevine?

Son kalemiz orası, çok çalışıyoruz. Biz de bir site açacağız, mecburuz.*

Sitede de indirimli satılmak zorunda, kitabevinde maalesef indirim yok, mümkün değil çünkü. İkili bir durum oluşacak ama çare yok, yapmak zorundayız. Rekabet edemiyoruz çünkü internet satışları ile. Bizim için tek amaç ayakta kalmak. Çok kötü durumdayız demek istemiyorum, yanlış anlamayın. Bir ağlama konuşması değil bu, durum tespiti. Çok alışkınız çünkü Türkiye’de hiç bir zaman hiç bir şey düzgün olmadı. Biz şu an 44. yılımızdayız. 3-5 sene oturup şu işin keyfini çıkaralım diyorum ama hiç yaşamadım onu, her zaman problem. Türkiye’nin genel durumu bu yani. Bu ülkenin insanında bir “lanet” var. Birçok yere gidiyorum dediğim gibi. İnsanlar ne kadar mutlu, çok da fakirler. Küba’ya gittim şok oldum, çok fakir bir ülke Küba, fakat sosyal durum müthiş bir şey, sağlık, eğitim, spor, her şey garanti. İnsanların gözleri gülüyor. Cep telefonu yok, internet yok pek çok kesimde. Fakat çok mutlu herkes. Bir bakıyorsunuz birileri müzik yapıyor, sokakta dans başlıyor. Sonra dönüyorum Türkiye’ye herkes mutsuz ve bu sürekli maalesef.

Çok teşekkürler. Sizin başka eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Çok hoş bir şey yapıyorsunuz, kolay gelsin. İnsanın içi ısınıyor bu tür şeylere tanık oldukça çünkü o kadar fakirleşmeye başladı ki Türkiye.

[*] Aralık 2020 itibariyle, Dost Kitabevi de artık internet ortamında satışa başladı. Kitaplara ulaşacağınız adres: www.dostkitabevi.com