buluşma


Fotoğraf: Can Mengilibörü

Tren raylarının üzerinden yürüyerek ilkokula gidilen… sokağa çıkıp oyun oynamak için saatin değil gölgenin izinin takip edildiği… eve dönerken dere kenarından toplanan yeşil otların öğleden sonra bol limonlu yeşil salataya dönüştüğü… yürüyerek ya da bisikletle ortaokul-liseye gidilip gelinen… ve yılın 9-10 ayı açık havada yaşanılan bir şehirden, eğitim yolculuğu Ankara’ya ve AŞOT’a varmış, kente ilk gelip, yerini tam bilmediğimiz her mahali yanlış imlediğimiz zamanlar…

Saraçoğlu Mahallesi’ni görünce Pembe Köşk sanıp, AŞOT’tan –tercihli yol– otobüsüne binip, 3 durak sonra şoförün “geldik, üniversiteniz burası” demesi üzerine -içinden- “kocaman Ankara’da şehirlerarası terminalle fakülte bu kadar yakın olamaz” diyerek otobüsten inmeyip, Siyasal ve Hukuk’a kadar devam edip, ’burasıdır’ diyerek inip, gerisin geri Maltepe’ye kadar yürümek zorunda kaldığımız, şehre yeni geldiğimiz ve bilmediğimiz zamanlar, 80’in sonu 90’ların başı.

El yordamı gezinmelerle yabancısı olduğun şehirle tanıştığın; devlet yurdunun 60 kişilik koğuşlarında 35 ilahiyatlı ile aynı odalara; yeni, deneyimsiz, güven arayan 1. sınıf öğrencilerinin verildiği… onların sahurlarına kendi dolabında peynir/zeytin biriktirerek destek olurken, içlerinden (hukuk isterken, baba zoruyla ilahiyata düşmüş) yurt hamamında sohbet ettiğin ’komünist imam’ can arkadaşına ’tanju ile konuşmak caiz değil’ denilen… bunlara inat, 3-4 öğrenci akşam özelleştirilmiş yurt yemeğinden zehirlenince, yurt öğrencilerinin yarısını orta avluya indirip, ayrısız gayrısız eyleme durduğun… yurttan çıkarken sabah güneşli başlayıp öğleden sonra aniden kapanan hava ile ıslak fareye döndüğün ve ne giyeceğini dahi bilemediğin günlerin zamanları.

“Başka bir dünya mümkün” diyip, bunu söyleyenleri ararken hemencecik biraraya geldiğin öğrenci derneği arkadaşların, hızla gelişen “devrimci” duruşun, “kültüre de zaman” diyerek içinde durmaya çalıştığın fakülte tiyatrosu zamanları. (tabii ki) Derslere ise tek tük katıldığın ve henüz eğitime tam başlayamadığın yıllar. Dünyayı dönüştürme inancında ve derslere de –henüz– başlamamışsan, sınıf arkadaşlarından çok öğrenci derneğindeki sosyalist arkadaşlarıyla birarada geçiriyor insan, o günlerde zamanını (ve -tabii ki- o günlerden bu günlere kadar hep ve daima).

İşte böyle bir zaman; 4 paragrafta geçen 2-3 yılda, okula/şehre –bir nebze– alışılmış, –hiç para yokken– eve çıkılmış, Mimarlar Odası Ankara Şubesi ve kütüphanesiyle temas kurulmuş, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde ilk gözaltı da yaşanmış, şehirle aidiyetin temellerinin atıldığı, arkadaşlıkların ve kaplı kitapların yurt dolabının arkasına bantla –dikey– asılarak yönetimden saklandığı günlerde tanıştım Filiz Çay Evi ile.

Fakülte arkadaşlarımız ile temas noktamız; üzeri dizili kitap olan dernek masamız ve sırtımızı yasladığımız kalorifer peteği ise, Selanik Caddesi’nde 90’ın başları ile sonları arasında varlığını sürdüren, biz üniversiteli marksistlerin biraraya geldiği, kah sohbet, kah aşklar, kah eğitim ve doğal olarak bu eşitsiz düzeni değiştirme düşüncelerimizi birbirimizle paylaştığımız, kentte/üniversitelerde “yeni, eşit bir dünya, emeğin hakkını alacağı bir dünya” düşüncelerimizi diğer üniversiteli arkadaşlarımızla paylaştığımız yer de Filiz Çay evi idi.

– (eksi) 2. katta, merdivenleri iki kez tam turlayıp vardığımız kapıdan bir duman bulutuna geçiş yaptığımız, sağ köşede duran çay ocağının kaynayan çayının, bulunduğumuz – (eksi) 7/8 metre kotunun sahibi (olması gereken) kanalizasyonun kokusunu bastıran kakafonisinde, kışın soğuğunda birbirimize daha çok sokulduğumuz ama bir o kadar da varlığı ve gelenleri ile mutlu olduğumuz çay evi idi. Duvarlarının tarih yazımı gibi bir hali vardı, asılı fotoğraflar ve nesneleriyle. Genç yoldaşlıkların ruhu sanırım her bir metrekaresine sinmiştir, ilk birikme ve biriktirmelerimizin mekanının.


Fotoğraf: Talha Alper

Bu kadar zor koşulları olan bir mekana koşa koşa gidişimiz aklıma geliyor ve sebebini düşününce; hala görüştüğüm arkadaşlarım(ız)la ilk sohbetlerimizi, ilk eylemlerimizi ve oradan Filiz’e gelişlerimizi anımsıyorum. Şoförün hızıyla sabah 5.00’te Ankara’ya varıp, gün yeni ağarmışken Kızılay’da olduğum ve “Uyanıyor(ken) Ankara” 2 kat merdiveni çarçabuk inip merdivenlere çöktüğüm… Dersim’den Ankara’ya doğru yol almış güzel bir insanın; temasıyla, müziğiyle, coğrafyanın tüm halklarını bize taşıdığı, bir dönemimize damgasını vurmuş sığınağımıza bin selam olsun.

Kahveler ve çay ocaklarının; ev sıcağını, kitabın düşünselini ve arkadaşlığın güvenini zihne mıhladığını düşünenlerdenim. Kemal Can’ın düşüncesiyle aynı yerden; “durmanın yaratıcılığı, beklemenin entellektüalitesi, fikrin olgunlaşması, aklın durulaştığı yer” olarak, oldukça önemli kent noktaları olduğuna da hemfikirim. Kapitalist üretim biçimiyle metaya dönüşen soğuk mu soğuk yeni kent buluşma alanlarını düşününce, hızla terk ettiğimiz sokak yaşamının ve sosyal etkileşim mekanlarının değerini bugün daha çok anlasak da, onların yaşaması adına pek bir şey yaptığımız da söylenemez. İşte tam da bu sebeplerle; ne zaman bir semte, bir şehre, bir köye gitsem, gözümün ilk aradığı yerdir, ağaç altı açık bir çay bahçesi ya da bir kahve/çay evi. Taburesi yorucu, çayı sert/acı, dumanı bolken dahi varoluşa katkısı deniz kıyısında ufka baktığımız an gibidir.