dilek

Upuzun kalabalıklardan, bin çeşit insan türevinden, tek gözümüz açılmadan, afyonumuz patlamadan, son dakika yakaladığımız bazen de kaçırdığımız saçma saatli uçuşlardan, sabaha karşı indiğimiz buz gibi Sivas otogarından, öğleden sonra birasına düştüğümüz Zagreb meydanından, Bozcaada’da sakız kokulu çarşaflı bir pansiyon odasından, Leman Sam konserinden, Büyükada’dan, kimselerin ihtimal vermediği fikirleri oldurmalardan, bir göz odalardan dünyalara bedel ofisler yaratmalardan, aynı hayalin peşinden aylarca kendimize acımadan koşmalardan ve durmadan çalışmalardan, ama yine kimseye aldırmadan öyle, tak diye es verip keyif pezevenkliği yapmalardan, gece geyiklerinden, Kurtuluş Parkı’nda çekirdek seanslarından, fıstıklı dolmalar, ankara sarmaları, acıbademler, geniş geniş kahvaltılar, çoklarca çay, daha da çoklarca kahveden… kayıplardan, duraklardan, mütemadiyen itirazlardan, birbirini ikna edebilişlerden, nebilelerden, silkelenmelerden, şurada “azıcık durayım”lardan, “artık gaza basayım”lardan, sayısız merkür retrolarından, kırmızı rujlardan, kırmızı şaraplardan ve bi acayip aşklardan..

geçtik beraber..

Ben şimdi hayli tatsız tuzsuz, yarım, ne yazsam ne söylesem eksik, bir şeyi pek hevesli tatlı tatlı anlatırken sözü kesilmiş gibi şaşkın, geç gelen idrakım zamanla arttıkça tepeleme mahzun ve kırık dökük…

dahası vardı, olurdu… keşke de olsaydı mutlaka, ama olduğu kadarı da bin beşyüz yaşama değer… değdi… iyi ki…

Beraber yürüdüğümüz yola… en çok da sana; en deli, en inatçı, en akıl küpü, en insan, en kıvırcık, en kocaman gözlü yol arkadaşıma şükranla ve bir gün yeniden karşılaşana dek özlemle… kolundaki cankuştan, ayağındaki yusufçuktan tanıyacağım seni…