Fotoğraf: Yunus Özkazanç
Bazen kişisel tarih toplumsal tarihle çakışır. Fakat o anın içinde kişinin bunu anlaması mümkün olmaz çünkü toplumsal tarih ancak yıllar sonra milyonlarca anın, kişinin, kurumun, olayın, sürecin neden sonuç ilişkisi içinde geçmiş geleceğe ve birbirlerine bağlanabildiğinde oluşur. Ancak o zaman yazılıp okunabilir. Kişi kendi tarihinin sıradan zamanlarını yaşarken toplum ve tarih olağanüstü zamanlarını yaşıyor olabilir. Bunları yıllar sonra anlayabilir, o da en iyi ihtimal. Anın içindeyken Gülhane parkındaki ceviz ağacı da parkın farkında olmayabilir.
İnsanlığın binlerce yıldır insanca bir düzen kurma mücadelesi, her şeyden önce kendine karşı sürdürdüğü bir mücadeledir. Sömürüsüz ve sınıfsız bir toplum hayali, çok uzun ve inişli çıkışlı, bol ayrımlı yollardan geçip tarihin denk geldiği bir kırılma anında, öncü bir partinin ve lider kadronun işçi sınıfını ve savaştan bıkmış yoksul halk kitlelerini örgütleyerek 1917’de Sovyetleri kurmasıyla ete kemiğe büründü.
O günden önce ve sonra yapılmış binlerce sol teorik tartışma, kamplaşma, gruplaşma, birleşme, ayrışmalar ve hatta düşmanlıklar ve cinayetler artık bu gerçeğin tartısında boy göstermek zorundaydı.
Sınıflar, kitap, tarih ne derse desin, sonuçta kararı, kararı verme durumundaki insanlar veriyor. Lenin, Troçki, Stalin ve daha milyonlarca partili yoldaşın kararlarıyla akarken Sovyetler tarihi, sonunda, 80’lerin ortasında, Gorbaçov geldi. Açık edilmese de içten içe, Sovyetler’in sürdürülebilirliği konusunda gittikçe artan endişelere ve ayrımlarda tutulan tarafların doğruluğundan duyulan şüphelere iki kavramla yanıt vermeye çalıştı: glasnost (açıklık) ve perestroyka (yeniden yapılanma). Bilindiği gibi bunlar da çöküşü durdurmaya yetmedi. Ve insanlık bir kez daha insanca bir düzen kurma hayalinin gerçekleşmesinin ardından bakakaldı. Belki bir sonraki de olmayacak ama yine mutlaka denenecektir, yeni teorilerle, yeni pratiklerle, yeni örgütlenmelerle, yeni kararlarla…
Fotoğraf: Yunus Özkazanç
Bir arkadaşımın sık naklettiği boksör Mike Tyson’ın bir sözü var: “Yumruğu ağza yiyene kadar herkesin bir planı vardır”. Bireysel tarihimizde ellilerin ortasına gelince, toplumsal tarihte de Sovyetlerin ve Türkiye komünist hareketinin çınar örgütlenmelerinin kapanışlarına denk gelince, insan bu sözün önemini anlıyor. Sovyetlerin bir iki yıl gibi siyasi tarihte göz açıp kapama süresine eşit sayılacak kadar kısa bir zamanda hem de hepimizi şaşırtacak bir itirazsızlıkla bir anda çökmesi, öncesindeki kamyonlarca kağıda dökülmüş milyonlarca sol içi tartışmayı berhava etti. Hiç beklenmedik bir biçimde milyonlarca Sovyet vatandaşı oldukça sakin ve barışçı sayılabilecek bir süreçle karar verdi, seçimini yaptı ve karşı devrime geçti.
Fotoğraf: Yunus Özkazanç
Sovyetler dağıldıktan sonra Rusya yeni yönetim ve isimlerle yoluna devam ederken son Genel Sekreter Gorbaçov da kurduğu vakfa para toplamak için dünyada konuşmalar yapıyordu. Vee Türkiye konuşması ironik mi dersiniz, tesadüf mü, yoksa planlı mı, tabii ki ODTÜ’de olacaktı. Tarih de benim akşamına İstanbul’da iş görüşmemin olduğu gündü. Gorbaçov’u da elbette dinlemek istiyordum. Perestroyka ve glasnost politikalarını desteklemiş ancak sonuçlarına herkes gibi ben de şaşırmıştım. Gorbi’nin bu zamanda ne diyeceğini merak ediyordum. Ama iş görüşmesine de gitmem lazımdı. Kendime çok güzel bir program yaptım, Gorbaçov’un konuşmasından kalabalığa kalmadan biraz erken çıkarsam yurtlar bölgesindeki Kamil Koç otobüsüne binip doğrudan İstanbul’a iş görüşmesine gidebilecektim. Bu nedenle o gün takım elbise ve kravatla ODTÜ’ye geldim.
Fotoğraf: Yunus Özkazanç
Konuşmanın yapılacağı bizim de ODTÜ’deyken spordan ziyade ODTÜ Öğrenci Derneği (ODTÜ-ÖD) genel kurulları için kullandığımız büyük spor salonunun önü ve etrafı mahşeri kalabalıktı. Bizim çocuklar pankartlarla hazırlıklı gelmişler ve Gorbi’yi protesto etmek için bekliyorlardı. Silahları, kalkanları ve coplarıyla jandarma ve polis de hazırlıklı gelmişti. Her iki taraf da ODTÜ standartları için bile çok kalabalıktı. Spor salonunun kapısından girmek bile o kalabalıkta çok zordu. Davetiyem yoktu ama ay-yıldızlı deri kaplı başbakanlık kimliği ile girebilirim diye düşünüyordum. Öte yandan da aradan 5-6 yıl geçmiş ama özellikle Dernekten rakip gruplardan okulu uzatmış biri beni tanır ve elimdeki kimliği görür diye de ödüm kopuyordu. Çünkü o zamanlar başbakanlık sözcüğü Başbakanlıktan ziyade, ona bağlı başka bir kamu kurumunu ifade etmek için kullanılırdı. Bizim gruptan seçilmiş Dernek Başkanının öyle görülmesi de büyük fiyasko olurdu! Gören oldu mu bilmiyorum ama ben lacivert takım elbiseli ve kravatlı olarak kapıdaki jandarmaya, kalabalığın itiş kakışı arasında kimliğimi gösterip içeri girdim.
Konuşma, bugün kimsenin hatırlamadığı gibi, yıllar sonra benim de hatırlamayacağım bir yavanlıkla geçti. Söz bitmişti, söyleyecek bir şey de yoktu. Sonuna doğru çıkış kalabalığına kalmamak ve otobüs saatini de kaçırmamak için herkesten önce kapıya yöneldim. Tam kapıdan çıkacağım, hayatımın en kritik yol ayrımlarından birinde olduğumu fark ettim: bir yanda sıralı bir şekilde öğrenci kalabalığı pankartlarla ve çıkışta Gorbi’ye belki domates, yumurta atmak için heyecanla bekliyor, diğer yanda da bölük bölük uzunca bir jandarma sırası, kalkanların ardına siper almış hazırda bekliyordu. Ortam minik bir kıvılcımla cehenneme dönecek bir tedirginlikte ve kalabalıktaydı. Önüm kalabalıktan kapalı, arkamda koca bir salon dolusu insan hareketlenmiş boşalmak üzereyken, bir an önce bu iki taraftan birine karar verip çıkmam lazımdı.
Fotoğraf: Yunus Özkazanç
Hızlıca düşündüm; “Tüm öğrenciliğimizde jandarmadan cop, dipçik yedik (bizim zamanımızda kalkanları yoktu) şimdi öğrencilerden tarafa yönelip onları yararak arkalarından gitsem, birazdan çocuklar Gorbi’ye laf atmaya başlayınca jandarma, polis saldırır, takım elbiseli kravatlıyım ve beş saatlik otobüs yolculuğundan sonra bir iş görüşmesine gireceğim, cop yemek neyse de, üstüm başım kirlenir, çanta ve yedek elbise de almadım. Bu riski almayayım, hayatımda ilk kez mavi hapı yutayım.” dedim ve jandarmaların arasından arkalarına geçip yurtlara doğru yürümeye başladım. Elli metre ya gittim ya gitmedim bir gürültü koptu, ne oluyor diye geri dönüp baktım jandarmalar bana doğru koşuyorlar. Önce anlamadım, bana mı geliyorlar diye şaşırdım. Sonra gökten taş yağmaya başladı. Düşen taşlar yere vurunca bir kez daha zıplıyordu. İnanamadım, bu kez saldıran taraf öğrencilerdi ve sanırım uluslararası basının da izlediği o günün olaylarında jandarma, öğrenci dövme fotoğrafı vermemek için copları değil, korunmak için kalkanları kullanıyordu. Yine de jandarma* bu saldırıyı beklemiyor olmalıydı ki, ilk panikle kalkanlarla korunmak yerine kaçışmaya başlamıştı. Benim olduğum yere kadar geldiler, aralarında kaldım. Taşlar hala yağıyor, nasıl korunacağımı bilemiyorum, o bölgeden çıkmak için yön ararken, yumruk büyüklüğünde bir taş iki metre önüme düştü, zıpladı ve yüzüme geldi, yanağımı kesti. Koşmaya başladım. Her tarafıma taş düşüyordu ama başka isabet almadım. Otobüse geldiğimde yanağım kanıyordu, kalkmasına 5 dakika vardı, yerime oturdum, muavinden yara bandı istedim. Kolonya ve peçete de getirdi. Üstüme biraz kan damlamıştı, silmeye çalıştım.
Hayatımda ilk kez öğrencilerin olmadığı tarafı seçtim ve tabii ki yanlış karar çıktı :-)
İş görüşmesine öyle girdim.
“Yurttan Differential Midterm’ine giderken şu eyleme de katılıvereyim.” Fotoğraf: Yunus Özkazanç
Peki neden o gün takım elbise ve kravatla ODTÜ’deydim ve neden ilk defa öğrencilerin tarafını seçmedim? Beni o gün oraya takım elbiseli getiren şey yine kişisel tarihimin toplumsal tarihle çakışan tarafıydı.
80’lerdeki önemli demokratikleşme çabalarından biri üniversitelerde öğrenci derneklerinin örgütlenmesiydi, ODTÜ’de de Öğrenci Derneği 1985 yılında kurulmuştu. Türkiye mozaiğine uygun bir şekilde farklı şehir ve liselerden gelen bir grup politik genç olarak bizler de ODTÜ’de okuduğumuz yıllarda, kabaca 1984-1995 yılları arasında, Demokratik Katılım adını verdiğimiz grubumuz ve aynı adlı dergimizle ODTÜ-ÖD çatısı altında, öğrencilerin harç, yurt, ulaşım, atılmalar gibi sorunlarına çözüm bulmak ve ODTÜ’nün yeniden demokratik özerk bir üniversite haline gelmesi için mücadele ettik. Öte yandan, ülkedeki demokratikleşme çabalarına da destek verdik. 12 Eylül karanlığının henüz şafağının sökmediği yıllarda, bu mücadelemizin bedelleri oldu: polis ve jandarma tarafından sayısız gözaltı, tutuklanma, yurttan uzaklaştırılma, üniversite soruşturması, polis copu, jandarma dipçiği, kırılan burunlar, moraran gözler, sakıncalı askerlikler…
Spor salonunda ODTÜ-ÖD Genel Kurulu, 1987
Türkiye’deki sosyalist hareketin 1980’lerin ortasındaki ana gündemi de birleşme ve ülkedeki demokrasinin yeniden inşası için yasal bir komünist parti kurma çalışmalarıydı. Bu çalışmalar sırasında hayatını kaybeden Behice Boran’dan sonra da bu çabalar sürmüş, TİP ve TKP’nin birleşmesiyle oluşan TBKP’nin liderleri Nihat Sargın ve Haydar Kutlu 1987’de Türkiye’ye dönmüş, döner dönmez işkenceli sorgu için gözaltına alınmış ve tutuklanıp Ankara Merkez Kapalı Cezaevine konmuşlardı. Türkiye için o güne kadar görülmemiş bir cesaret örneği olan bu yasal komünist parti kurmak için açıktan yurda dönme süreci tüm Avrupa demokrasi yanlılarınca güçlü bir şekilde desteklenmiş ve her duruşmaları Avrupa’dan gelen çok sayıda parlamenter tarafından bizzat izlenmişti. İçimizden bazıları Kutlu ve Sargın ile dayanışma için gelen Avrupalı parlamenterlere duruşmalarda, Bakanlıklar ve gazetelerle görüşmelerinde tercümanlık yaparak destek oluyordu.
TBKP Davası, DGM
90’lar geldi, tarih hızlı aktı; Sovyetler dağıldı, TBKP likide oldu. Yerine SBP, BSP, ÖDP diye başlayan bir süreçle sol partiler kâh ayrışıp kâh birleşerek, sonra tekrar ayrışarak yeni bir yol bulmaya çalıştı. Yumruğu yemiştik ama hala yeni bir yoldan ziyade, eskiler birbirlerini, yeniler eskileri, eskiler yenileri eleştirecek mutlaka yeni bir şeyler buluyordu. Her yol ayrımında, herkes, yine tercihlerde bulundu.
ODTÜ’deki dernek, dergi ve politik çalışmalar, grubumuzdan sadece 3 kişinin 1990’da mezun olmasına, kalan çoğunluğunsa daha 95’e kadar öğrenciliklerinin devam etmesine neden oldu. Ben de 90’da mezun oldum. Mezun olduğum endüstri mühendisliği sadece Ankara Belediyesine 1977’de 32 yaşında CHP’den Başkan seçilen Ali Dinçer’in mezunu olması nedeniyle değil, aynı zamanda çöp arabalarına rota planlaması, itfaiye istasyonu lokasyonu belirlenmesi, belediye yatırımlarının fizibiliteleri gibi klasik yerel yönetim problemlerinin matematiksel modellemelerle çözülmesi gibi teknik nedenlerle de belediyeciliğe yakın bir bölümdü. Ben de mezuniyetle birlikte belediyede çalışmaya başladım.
Murat Deniz, Spor salonunda ODTÜ-ÖD Genel Kurulu, 1987
O dönem SHP’li belediyede çalışmamın yanı sıra, yürüttüğümüz belediye projelerinin finansal ve idari izinlerinde sürekli taş koyan merkezi ANAP iktidarına karşı projelerimizi Meclis’te ve Bakanlıklarda savunan ve takip eden Ankara Milletvekili İbrahim Tez’e de yardımcı oluyordum. 1991 seçimlerinde Erdal İnönülü SHP ve Demirelli DYP koalisyon kurarak iktidara gelince İbrahim Tez Devlet Bakanı oldu ve benden de danışmanı olmamı istedi. Başbakanlıkta çalışmaya başladım. Denizcilik Müsteşarlığını kurduk. Boğazlar Gemi Trafik Tüzüğünü yayınladık, tüzüğün yurtdışı onay ve uygulama süreçlerinde çalıştık.
Tarih yine hızlı aktı. Özal öldü, Demirel Çankaya’ya çıktı, Erdal Bey partiyi bıraktı, Çiller başbakan oldu. SHP-CHP negatif sarmala girdi. Bitmez CHP kongreleri, Baykal’ın hırsları ve hizbi… Ve SHP’nin ortak olduğu iktidar döneminde, 93’te önce Uğur Mumcu katledildi, ardından Madımak’ta güpegündüz saatlerce süren bir yangınla ve Aziz Nesin Cumhurbaşkanından Başbakan Yardımcısına kadar devletin tüm kademelerine ulaşmışken 33 can yakılarak katledildi. Çiller’in inadıyla 94 ekonomik krizi patladı…
12 Eylül’den 11 yıl sonra sosyal demokrasi ülkede iktidar ortağı oldu derken, kişisel olarak içinde benim de olduğum bir iktidarda en azından dürüst namuslu ve ehil insanlar kamuda çalışarak halkımıza hizmet ediyoruz diye sevinirken, yıllar sonra, mesela Madımak katliamında vali olan kişinin Başbakanlık’ta yan odamda çalışan -ve fakat tanışmadığımız- Erdal Beyin bir danışmanı olduğunu öğrendim. Toplumsal olarak ise ileriki yıllarda daha neler öğrenecektik: Devlete çöreklenen ve o sıralar Susurluk Çetesi olarak adlandırılan yapılar, Kürt iş adamlarının öldürülmesi, ülkücü mafya ve eroin ticareti, batan, el değiştiren bankalar, gazeteler, televizyonlar, büyük ihaleler, hükümet kuran ve bozan gazete patronları… Biz politik ve teknik olarak işimizi iyi yapıyoruz derken, içinde olduğumuz 90’ların karanlığı 80’lerden az değilmiş ve anın içinden bunu da görmek de mümkün olmamış. Adım adım 2001 krizine gelirken, bu toplum Fetullah-AKP, AKP-MHP, AKP-Tarikatlar koalisyonları zincirine ve ne olursa olsun bu zincirden kopmayacak bir rıza üretimine çok önceden hazırlanmış.
Kurultay hesaplarıyla SHP bakanlarını başarılı olmalarına bakmadan hızlıca değiştirmeye başladı ve çok sevip saydığım Bakanım ofisi boşaltınca ben de 94’te 6 aylık er olarak askere gittim. İngilizce sınavında başarılı olunca Etimesgut’taki bir aylık acemilikten sonra Kara Kuvvetleri Komutanlığı’na tercüman olarak dağıtımım çıktı. Ankara’daki o zamana göre devasa KKK binasının üst katlarında çalışırken üçüncü gün öğle yemeği için karargah bölüğünün yemekhanesine indiğimde yazıcı çocuk, bir telaşla beni buldu ve “Yukarıda özel eşyan var mı?” diye sordu. “Yok” dedim. “O zaman yukarı çıkma doğrudan sebir subayını gör” dedi. S-1 askerlikte Personel-İstihbarat subayı demekmiş. Subay suratıma bile bakmadan yanındaki emir erine “Bu da diğerleriyle birlikte Patnos’a gidecek” dedi. Devlet sağ olsun, beraat de etsen, bir suçun da olmasa, 26 yaşında birinci derece devlet memuru ve başbakanlık müşaviri de olsan solcuysan senin kaydını unutmuyor, sadece bulması o zamanın şartlarında üç gün sürüyordu. Böylece bana Uğur Mumcu ile ortak bir sıfat daha bahşedilmiş oldu ki asla şikâyet etmem: Patnos’ta sakıncalı erlik.
Eksi 38 derecede bitlenerek ve penadur-penisilin iğneleri yiyerek geçen, 6 ay diye gittiğim askerlik uzayıp 8 ay olunca 95’te döndüm Başbakanlığa. Ben askerdeyken yapılan 95 seçimlerinde Refah Partisi birinci çıkmış, artık CHP olmuş olan SHP erimiş, merkez sağın partileri ANAP ve DYP de erimeye başlamıştı. Türkiye’nin uzun bir AKP iktidarına giden yol taşları döşeniyordu ve yine hiçbirimizin bundan haberi yoktu. Benim de kamuda kalmamın bir anlamı kalmamıştı ve özel sektöre geçmek için iş aramaya başladım. 94 krizinin etkileri hala sürüyordu, Ankara’da iş bulmakta zorlanıyordum, 5-6 yıl olmuştu mezun olalı ve sadece tekno-politik işler yaparak kamuda çalışmıştım. Nihayet, İstanbul’da bir iş ilanına başvurdum ve iş görüşmesi için randevulaştık.
Gorbi’nin de o gün ODTÜ’ye geleceği tuttu.
İşte bu yüzden o gün takım elbise ve kravatla ODTÜ’deydim ve ilk defa öğrencilerin tarafını seçmemiştim! Bu durumda yanağıma bir taş… Az bile!
Sovyetlerin sonunu getiren Gorbaçov ise belki de Rusya’da görmediği tepkiyi ODTÜ’de gördü ve geçtiğimiz ay bu dünyadan göçüp gitti.
Gorbi ODTÜ’ye gelmişti ve ben ilk kez öğrencilerin tarafını seçmemiştim.
Fotoğraf: Yunus Özkazanç
Yıllardır kendi (ODTÜ Katılım Grubu) tarihimizi yazmamız konusunda sonu gelmez bir ısrarla beni hareketlendirmeye çalışan ve en sonunda bu yazıyı yazdıran Can Mengilibörü’ye, yazının editörlüğünü yaparak okunur hale getiren Özlem Kavak Mengilibörü’ye ve bu dünyadan göçerek Can’a ısrar etmek için yeni bir fırsat daha veren Gorbi’ye teşekkür ederim.
[*] Yazı yayınlandıktan sonra, o günkü eyleme katılan (dönemin) öğrencilerinden bir düzeltme geldi: “Jandarmaya değil polise taş attıklarını, hatta jandarmanın eylemci öğrencileri polisten koruduğunu” belirttiler.