kültür

Bilgiyi, belgeyi korumayı, tasnif etmeyi, tekrar ele alıp yeniden değerlendirmeyi sevmiyor bazı coğrafyalar. Açıp baktığında yüzüne çarpacak somut gerçeklikle yüzleşmektense kişisel imgelemiyle yaşamayı seviyor olsa zahir. Neyse ki bankalar belgeleri düzenli olarak hazırlamak, korumakla yükümlüler. Yoksa bunun gibi bir sergiyi var etmek mümkün olmazdı.

İş Bankası’nda çalışan o zamanların banka memurları, kuşaklar boyunca disiplin ve titizlikle her bir belgeyi dosyalayıp raflara dizerken şimdiki bizlere yüzyıllık bir kültür, sosyoloji, sanat ve tasarım belgeseli hazırladıklarını düşünmüyorlardı elbette. Bankanın resmi mektupları, senetleri, makbuzları, defterleri, daktilosu, hesap makinesi ve daha birçok sıkıcı, yeknesak evrak-ı metrukesi, bir ülkenin yaşam macerasını zihnimize yansıtan projeksiyon cihazına dönüşüyor.

Bu zengin malzemenin varlığı hem bulunmaz bir nimet hem de bir dert, sergiyi tasarlayıp gerçekleştirmek için kolunu sıvayan herkese. Bankacılık faaliyetlerinin gereğini sağlayacak biçimde saklanmış belgeleri nasıl yapmalı ki belli bir anlatıya göre yeniden düzenlemeli ve hepsinden de zor olanı, bunu belli bir mekâna nasıl yerleştirmeli ki sergi izleyicisine bilgi olarak akabilsin? Hele bir de sergi mekânı olan bina bu amaçla tasarlanmamışsa…

Fotoğraf: Erhan Muratoğlu

İş Bankası’nın bu müzeyi kurma amacını içeri girdiğinizde elinize tutuşturulan broşürde şöyle okuyorsunuz: “Türkiye İş Bankası, ülkenin iktisadi bağımısızlığının ve kalkınma sürecinin belge ve hatırlarına ev sahipliği yapmak üzere başkentin simge yapıları arasında yer alan Ulus’taki bu tarihi binasını ‘Türkiye İş Bankası İktisadi Bağımsızlık Müzesi’ olarak 2019 yılında hizmete sundu.”

Müze hakkında daha ayrıntılı bilgi içeren bir doküman var mı diye sorduğumda henüz olmadığı yanıtını aldım. Bu yanıtı aldığım kişiler müze rehberi olduklarından, istediğinizde size sergiyi gezdirerek ayrıntılı olarak anlatıyorlar. Bu turlardan birine katıldım, sadece kalıcı müze kısmını değil üst katlarda yer alan süreli sergiler ile binanın mimari özellikleri ve kullanım geçmişi hakkında da ayrıntılı bilgiler aktarıldığını gördüm.

Ama, acaba bir müzeyi, sergiyi gezmenin ideal yöntemi birinin sizi bir rota üzerinde hareket ettirerek anlatması mıdır? Sergi ya da müze lineer bir akışla mı “okunur”? Mekânda bedenimiz kadar, hatta ondan daha özgürce bakışımız da hareket etmez mi? Bu soruları bütün müzelere, sergilere sorup İş Bankası’nın müzesine, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana süregelen iktisadi hikayesini anlatmak gibi epey ağır bir işe girişmiş sergiye iletişim tasarımı ve ürün tasarımı şapkalarımı takarak bakmaya girişiyorum.

Böyle eleştiri yazısı yazmaya giriştiğimde aklıma 90’larda yemek, restoran eleştirileri yazan Artun Ünsal gelir. “Beğendim Beğenmedim” isimli gazete köşesinde gerçekten de beğendiklerini bir tarafa, beğenmediklerini diğer tarafa ayırarak yazardı. Her ne kadar bugüne kadar tasarım eleştirmeni bir otorite olarak ün salmadıysam da ben de 90’lardan beri tasarım üzerine düşünüp, yazıp çiziyorum. Bu cümlenin sonunda sırıtan emoji olsa iyi olurdu.

Sergileme için mekânın panellerle bölünmesiyle kübik hacimler oluşturulmuş. Bu paneller görsel ve yazılı malzemelerin çeşitli başlıklar altında sergilenmesi için kullanılan yüzey miktarını olabildiğince çok arttırırken çeşitli tarihi nesnenin bulunduğu camekânlarla birlikte dinamik bir yapı oluşturuyor. Panel yüzeylerinin yerleştirilme açıları mekânın içinde monoton olmayan bir görsel akış oluşmasını sağlıyor. Tüm bu “beğendim” kategorisinde yer alan özellikler, kendisi de önemli bir belge olan binanın mimarisinin algılanmasınını engellemesi ve kübik hacimlerin bazı noktalarda sıkışıklık hissi yaratması nedeniyle “beğenmedim” dememi de gerektiriyor. Binanın orijinal ahşap zeminine zarar vermemesi için ayaklar üzerine yerleştirilmeleri duyarlı bir yaklaşımı gösteriyor. Ne var ki, yakın bir gelecekte zemin temizliği yapılırken zorluğa neden olacağı, panel kaplama malzemesinin de zarar göreceği ortada.

Serginin metin alanlarında dört farklı yazı karakteri kullanılmış. Bunların üçü halihazırda var olan fontlar. Logoda ve başlıklarda kullanılan fontsa serginin tasarımını da yapan Emre Senan tarafından özel olarak tasarlanmış.

Bu font, 20. yüzyıl başlarındaki yeni sanat ve tasarım akımlarından Sovyet Konstrüktivizminin ürettiği fontları çok doğrudan işaret ediyor fakat bu tasarımın pek de özgün olmadığı, birçok benzerinin zaten var olduğu internette görülebiliyor. Bu da tabii ki pek beğenebileceğim bir durum değil.

Ayrıca sergileme alanlarının dışında kalan yerlerde bile bu fontun işaretleme amacıyla kullanıldığı görülüyor.

İşaretleme, yönlendirme sisteminden bahsedince endüstriyel tasarım okullarında verilen ergonomi derslerinin neden can alıcı olduğu daha iyi anlaşılıyor. Bu metal yönlendirme tabelalarının sipsivri köşeleri bizatihi insanın canını alabilecek keskinlikte! Bu nedenle plastik malzemeyle örtmek zorunda kalınmış. Beğenmedim tabii ki.

Müzenin en etkileyici yönü bol miktarda barındırdığı orijinal nesneler. Bunların sergilenişleri de oldukça başarılı.

Yıllar öncenin sanayi fuarlarında kimbilir izleyicileri nasıl şaşırtmış olan, epey olağandışı üç boyutlu nesnelerin yeniden canlandırmalarının müzede yer alması iyi fikir. Keşke etraflarında biraz daha geniş hacimlere sahip olsalarmış.

Objektif bakışla müzenin tasarımında, uygulamasında hatalar, aksaklıklar bulmak mümkün.

Buna karşılık öyle bir durum var ki tüm bunları tolere etmeye neden oluyor. Şimdi müzeye dönüştürülmüş olan bu mekân tamamen başka amaçlar için tasarlanmış, üretilmiş. Yaşadığı çağa tanıklık etmiş olması, kendisinin de Birinci Ulusal Mimarlık akımının en bilinen temsilcileri arasında yer alması zaten yetiyor korunması ve kollanması için. Ulus Meydanı’nın son yıllarda yaşadığı yıkım ve dönüşüm tehdidinden binanın müzeye dönüştürülerek kurtarılmış olmasının yanı sıra oldukça değerli bir hafızanın binanın içine yığılmış olması da “katma değer” yaratmış. Bu alelacele kurtarmalara oldukça aşinayız biz bu coğrafyalarda.

Fotoğraflar: Erhan Muratoğlu