politika


Yazıda kullanılan tüm fotoğraflar Aras Köksal tarafından çekilmiştir.

Minneapolis. Pek çok ulusal endekse göre ABD’de yaşam standartları en yüksek birkaç kentten biri. Hemen doğusunda yer alan St. Paul şehriyle beraber, pek çok büyük şirkete, kültür ve sanat endüstrisine ev sahipliği yapması dolayısıyla, beyaz yakalı çalışanlara hem geniş iş imkânları hem de liberal bir yaşam tarzı vadeden Minneapolis; yalnızca Minnesota eyaletinin kırsal kesimlerinden değil, Kuzey Dakota, Güney Dakota, Iowa, Wisconsin gibi komşu eyaletlerden de eğitimli nüfusu kendisine çeken bölgesel bir mıknatıs. Ekonomik ve demografik büyüme eğilimini sürdüren, göller ve doğal parklarla çevrili, farklı kültürlere karşı hoşgörüsü yüksek bir ideal kent olarak örnek gösterilen Minneapolis, aynı zamanda beyaz ve beyaz olmayan nüfus arasında sağlık, konut, ve eğitim gibi hizmetlere erişim konusunda uçurumların olduğu, beyazlarla Siyahîler arasındaki gelir eşitsizliğinin rekor seviyelerde seyrettiği bir kent. Irk ve etnisite bazlı bu toplumsal eşitsizlik, 2020’nin ilk yarısında koronavirüs etkisiyle derinleşmiş ve iyice gün yüzüne çıkmış durumda. George Floyd’un 25 Mayıs 2020’de dört polis memuru tarafından göz altına alınırken işkenceye maruz bırakılarak katledilmesi, salgının ve sosyal mesafelenmenin etkilerinin, sağlık hizmetlerine ulaşımda sistemik bariyerlerle karşılasan ve çoğunluğu evden çalışmaya olanak sağlayabilen meslek sahibi olmayan Siyah ve göçmen nüfus üzerinde çok daha ağır ve yakından hissedildiği bir arka planda gerçekleşti.

Minneapolis’te daha önce gerçekleşmiş Black Lives Matter protestolarını gözlemlemiş pek çok kişi bu seferki eylemlerin öncekilere kıyasla çok büyük olduğunda hemfikir. Özellikle de eşine alışkın olmadığımız bir virüs salgını içinde bulunduğumuz düşünülünce, bu sayıda kişinin bir araya gelebilmiş olması şaşırtıcı görünüyor. Öte yandan, karantinanın protestoların ortaya çıkışında bir katalizör işlevi görmüş olabileceğini söylemek de mümkün. Lise ve üniversitelerin kapanmış ve işsizliğin artmış olması, yalnızca Siyah gençlerin değil, aynı zamanda beyaz destekçilerinin de eylemlere katılmak için gerekli zamanı bulabilmesine katkıda bulunmuş olabilir. Belki bu durum protestoların önce ülke çapında sonra Avrupa şehirlerinde bu denli yayılmış olmasını da açıklamaya yardım edebilir. Ancak benim bu yazıdaki amacım filizin ilk ateşlendiği yer olan Minneapolis’e odaklanmak ve yerel dinamiklerin hareketin seyrini nasıl değiştirdiğini düşünmek. Floyd cinayeti sonrası başlayan protestolar Minneapolis sakinlerinin kentsel hafızasında kolay kolay silinmeyecek bir iz bıraktı. Bugünlerde yedinci yıldönümünü geride bırakırken tekrar tekrar andığımız Gezi Parkı eylemlerini Taksim ve Beyoğlu’nun mekânsal tarihine değinmeden anlamak mümkün olmadığı gibi, Minneapolis’teki isyanın gelişimini de eylemlere ev sahipliği yapan Güney Minneapolis bölgesinin ve bilhassa isyanın merkez üssü konumundaki Lake Street’in toplumsal yapısını düşünmeden tartışmak eksik kalacaktır.

26 Mayıs akşamı Floyd’un öldürüldüğü noktada başlayan eylemler, ilk polis müdahalesinin ardından, tutuklanması talep edilen dört polis memurunun bağlı bulunduğu, olay yerine birkaç kilometre uzaklıktaki polis karakoluna yönlendi. Lake ve Hiawatha caddelerinin birleştiği kavşakta bulunan bu karakol, civarda yaşayan farklı ırklardan azınlıklar üzerindeki devlet tahakkümü ve şiddetinin hem merkezi hem de simgesi konumunda. Eylemlerin üçüncü gününde karakol çevresindeki kalabalık ve tansiyon o denli yükseldi ki polisler karakol ve çevresindeki blokların kontrolünü protestoculara bırakmak durumunda kaldı. Karakol binasının da ateşe verildiği (bina tamamen yanmadı) o gece boyunca polis ve itfaiyenin Güney Minneapolis üzerindeki otoritesi askıya alınmış durumdaydı. Ertesi sabah, orduya bağlı Ulusal Muhafızlar’ın şehir merkezine girerek karakol ve çevresine olan giriş çıkışları engellemesi üzerine protestoların yeni hedefi birkaç kilometre batıda yer alan bir başka karakol oldu. Eylemlerin her iki karakol arasında Lake Street boyunca doğudan batıya doğru yer değiştirmesi süresince çok sayıda bina ve iş yerinin camları kırıldı, pek çoğuysa ateşe verildi.

Lake Street, kentin güneyini doğu-batı ekseninde birleştiren en yoğun arter. Caddenin doğu ve batı uçlarındaki bloklar yüksek gelirli beyazlara ev sahipliği yapıyor olsa da, arada kalan “Midtown” bölgesi pek çok farklı etnik grubun yan yana yaşadığı mahalleri barındırıyor. Lake-Hiawatha kavşağının doğusunda yer alan Longfellow ve Seward mahallelerindeki Afro-Amerikan nüfusun yanı sıra yaklaşık bir kilometre kuzeyde kalan ve nüfusun çoğunluğunu Somalili mültecilerin oluşturduğu Cedar-Riverside mahallesinin son yıllarda güneye doğru saçaklanarak bölgedeki Doğu Afrika göçmeni nüfusunu artırmış olması da karakolun bulunduğu kavşaktaki etnik çeşitliliği—ve zaman zaman etnik tansiyonu—yükseltmiş durumda. Öyle ki, bölgedeki göçmen nüfusunun son yıllarda artıyor olması neticesinde Cumhuriyetçi Parti’nin Minnesota teşkilatı Seward’da bulunan merkezini şehrin çeperindeki en zengin ve en beyaz yerleşim yerlerinden [suburb’lerinden] biri olan Edina’ya taşıdı.

Kavşağın batısında kalan bölgedeki ırksal farklılık da en az o kadar yoğun. Lake Street’in kuzeyindeki Phillips ve güneyindeki Powderhorn mahalleleri kentteki Latin/Hispanik nüfusunun en yoğun olduğu yerlerden. Şehir genelinde hane halkı gelirinin en düşük olduğu mahallelerden biri olan Phillips, aynı zamanda geniş bir Amerika Yerlileri popülasyonuna da sahip. Eyaletin kırsal kesimlerinde kalan ve rezervasyon denilen yarı-otonom bölgelerden büyükşehre göç eden Dakota ve Ojibwe halkları mensuplarının Minneapolis’teki ilk durağı genelde burası. Phillips’te aynı zamanda idaresi Amerika Yerlileri’ne tesis edilmiş, polisle aralarındaki ilişki hâlihazırda oldukça sorunlu olan Little Earth isimli bir toplu konut projesi de yer almakta. Yine aynı bölge geçtiğimiz yıl çoğunluğunu “evsiz” Yerlilerin oluşturduğu geniş çaplı bir işgal hareketine de sahne olmuştu. Caddenin karşı tarafında kalan Powderhorn mahallesi ise bir yandan yüksek bir Siyah nüfusa sahipken, diğer taraftan Minnesota’nın en liberal ve ilerici beyaz popülasyonlarından birini içeriyor. Çoğunluğu 35 yaş altı gençlerden oluşan bu grubun özellikle 2008 finansal krizi sonrası mülksüzleştirilmiş gruplar üzerindeki konut ve kira fiyatları baskısını artırmış olması bir yana, soylulaştırmanın beyaz aktörlerinin yüksek eğitimli ve sol-liberal eğilimlere sahip gençlerden oluşuyor olması Powderhorn’u Amerikan solunun Ortabatı bölgesinde en güçlü olduğu yerlerden biri haline getirmiş durumda. Mart 2020’deki Demokrat Parti önseçimlerinde Minnesota genelindeki oy oranı yüzde 30 olan Bernie Sanders, bu bölgedeki sandıklarda oy oranını yüzde 60’larin üzerine çıkarabilmişti. Burası aynı zamanda 2018 yılındaki ara seçimler sonucunda Temsilciler Meclisi’ne giren ilk iki Müslüman kadından biri olmayı başarmış Somali göçmeni Ilhan Omar’ın da seçim bölgesi. Omar, iç politikaya dair pek çok konuda Kongre’nin en progresif üyelerinden ve önseçim sürecinde Sanders’a açık destekte bulunmuş az sayıda Demokrat siyasetçiden biri.

Kuşkusuz ki eylemler Minneapolis ve çevresindeki pek çok farklı yerleşim yerinden gelen protestocunun katılımıyla gerçekleşti, yine de olayların yerel aktivizm ve örgütlenmenin görece güçlü olduğu bu mahallelerin kesiştiği bölgede patlak vermiş olması eylemlerin enerjisini artırmıştı. Protestoların ilk üç günü sonrasında Lake Street boyunca ortaya çıkan ağır maddi bilançonun etkisiyle ise mobilizasyonun seyri keskin bir biçimde değişti denilebilir. Eylemlerin dördüncü günü geldiğinde Güney Minneapolis’teki hemen hemen bütün mağaza ve iş yerleri camlarını kontrplaklarla kaplamış, bir kısmı ise kapılarının önüne silahlı gruplar yerleştirerek mülklerini koruma altına almıştı. Bireysel silahlanma hakkı yanlısı siyasetçilerin oldukça düşük oylar aldığı mahallelerin sokaklarında otomatik tüfekleriyle gece boyunca özel mülk koruyan siviller görmek mümkündü. Zaten koronavirüs nedeniyle ekonomik bir kriz içinde olan servis sektörü patronları, protestoculara sempati duysalar bile, daha fazla zararı göze alabilecek durumda değildi. Yine aynı cumartesi günü, büyük çoğunluğu Lake Street’in doğu ve batı uçlarındaki yüksek gelirli mahallelerden gelen beyazlardan oluşan binlerce Minneapolisli, ellerinde süpürgeler ve çöp poşetleriyle isyanın sokaklar üzerindeki izlerini temizlemeye koyuldu. Bu kitlenin ilk aktivitelerinden biri, önceki günlerde protestocular tarafından “yağmalanan” Target mağazasının duvarlarına yazılmış sloganları beyaz boyayla kapatmak oldu. Yine bir önceki gece çoğunluğu Siyah protestocular tarafından ateşe verilen Wells Fargo banka binası, tamamına yakını beyazlardan oluşan bir grup tarafından kolektif bir çabayla temizlendi.

Minnesota’nın Demokrat valisi Tim Walz da yaptığı açıklamada Minneapolis’te göz altına alınanların yüzde sekseninin Minnesota dışındaki eyaletlerden provokasyon maksadıyla gelmiş kişiler olduğunu söyledi. Yerel medya kısa süre içinde bu verilerin doğru olmadığını ortaya çıkarmış ve aynı günün akşamı Walz ifadesini düzeltmek zorunda kalmış olsa bile “dış mihraklar” söylemi bir kez ağızdan çıkmış oldu. Şehrin karşı tarafında, Siyah nüfusun çoğunlukta olduğu Kuzey Minneapolis’in farklı birkaç noktasında yaşanan kundaklama olayları da eylemlere destek verenler arasındaki provokasyon korkusunu artırdı. En son, bir tanker sürücüsünün aracını şehrin ortasından geçen otoyolda yürüyüş düzenleyen eylemcilerin üzerine sürerek katliam yapma girişiminde bulunmasıyla beraber (olayda yaralanan olmadı), korku ve tedirginlik, kararlılık ve cesaretin önüne geçti. Beyaz üstünlükçü hareketlerin kuvvetli olduğu Wisconsin, Illinois, Indiana gibi çevre eyaletlerden gelmiş olabilecek aşırı sağcı provokatörler şehrin ortak düşmanı olarak belirirken kolluk kuvvetleriyle yerel halk arasındaki tansiyon düştü. Ulusal Muhafızlar’ın da sokaklardaki görünürlüğünü artırması ile birlikte şehir sakinleriyle kamu otoritesi arasındaki ilişki sert bir şekilde çatışmadan koordinasyona doğru evrildi. Uygulandığı ilk gün amacına ulaşamayan sokağa çıkma yasağı, sayıları dört bini geçen askeri kuvvetlerin katkısıyla ikinci gününden itibaren uygulanabildi. Yasağı delerek bir araya gelmeye çalışan eylemciler ise hiçbir noktada yeterince kalabalık olamadı. “Whose street? Our street!” [Sokaklar kimin? Sokaklar bizim!] sloganında kendini gösteren kamusal hayatın günlük işleyişini altüst ederek değişim talep etme arzusu, yerini şehir dışından gelip kentin düzenini bozarak ırklar arası bir savaş başlatmayı planladığı düşünülen tehlikeli yabancılar karşısında özel mülkiyetin ve kamu düzeninin devamlılığını koruma odaklı bir seferberliğe bıraktı. Kiracı oranlarının oldukça yüksek ve dolayısıyla komşuluk ilişkilerinin görece zayıf olduğu orta sınıf mahalleler dahi, çeşitli mobil uygulamalar vasıtasıyla örgütlenerek ya da geçmişten gelen kimi örgütlülük bağlarını faaliyete geçirerek mahalle takip ve savunma timleri oluşturdu.

1 Haziran Pazartesi günü itibariyle ise kentteki protestolar Floyd cinayetinin gerçekleştiği sokakta sürdürülen nöbetle sınırlanmış durumda. Minneapolis’teki ateşin sönümlenmesiyle birlikte protestoların odağı şehrin hemen doğusunda yer alan ve Minnesota eyaletinin başkenti olması dolayısıyla eyalet meclisinin ve valilik makamının bulunduğu St. Paul şehrine kaydı. İlk birkaç günün aksine, protestocuların çoğu günlük hayatı kesintiye uğratan taktiklerden uzaklaşıp demokratik siyaset sınırlarını esnetmeyen ve liberal Minnesotalıların desteğini riske düşürmeyecek olan Senato binası önünde toplanma tarzı eylemlere yönelmiş durumda. Minneapolis halkı, kamu düzeninin askıya alınmasının ve mülkiyete verilen zararın kendi yararlarına olmadığına dair uzlaşmaya varmış görünüyor.

Medyanın gözleri Minneapolis’ten çekilip Philadelphia, Washington, New York, ve Los Angeles gibi kentlere sıçrayan protestolara odaklanırken, yerel halk ve idareciler arasında emniyet teşkilatında kurumsallaşmış ırkçılıkla mücadeleye dair tartışmaların hız kazandığını görmek mümkün. ABD’de polislik dar gelirli ailelerin çocuklarına ortalama bir maaş ve güvenceli bir istihdam kapısı sağlayan bir meslek koluyken, faşist ideolojilerin de tarihsel olarak kendine geniş yer bulabildiği bir kurum konumunda―durum Türkiye’de alışkın olduğumuzdan pek de farklı değil kısacası. Örneğin Minneapolis’teki polis sendikasının üyelerin ezici çoğunluğunun oyuyla seçilen genel sekreteri, beyaz üstünlükçü gruplarla olan bağı yerel aktivistler tarafından belgelenmiş bir ırkçı. Emniyete dair pek çok sorundan bir diğeri ise polis memurlarıyla kent sakinleri arasında organik bağların son derece düşük olması. Minneapolis polisine bağlı memurların yalnızca yüzde beşi Minneapolis sınırları içindeki mahallelerde ikamet ediyor. Yerel aktivistler, kentte polislik yapan herkesin kent içinde yaşamasının mecbur tutulmasına dair yönetmelik değişiklikleri talep etse bile, polis sendikası üyeleri şehir içindeki masrafların yüksekliğinden dem vurarak bu talebin önüne set çekiyor. Oysa Minneapolis’te henüz soylulaştırılmamış ve konut fiyatlarının tavan yapmamış olduğu mahalleler mevcut. Ancak bu mahallelerde yaşamak için beyaz polis memurlarının Siyah, Latin, Amerika Yerlisi, Asyalı, ve Afrikalı komşularla aynı ortamı paylaşmayı kabul etmesi gerek. Ne var ki ulusal temelleri ırkçılık üzerine inşa edilmiş ve geçtiğimiz yüzyılda yaşadığı kentleşme serüveni boyunca ırk temelli mekânsal ayrışmanın en uç örneklerinin ortaya çıktığı Amerika’nın toplumsal atmosferinde yakın zamanda böyle kültürel bir dönüşümün yaşanabilmesi pek mümkün görünmüyor.