Benim yaşımdakiler iyi bilir. Hele babaları memur, anneleri ev kadınıysa çok iyi bilir. Bizim evlere çocuk kitabı pek girmezdi. Çocuk kitaplarına ayrılacak para yoktu çünkü. Annemizin babamızın kitaplarını okurduk. Arada bir arkadaştan ödünç alınan Kemalettin Tuğcu. Düşünsenize 10 yaşlarındasınız ve Kibar Fahişelerin İhtişam ve Sefaletini okuyorsunuz. O bitince Kral Lear. Kralımızın acıklı hayatı Kemalettin Tuğcu romanlarını andırdığından kralımız pek tanıdık gelirdi. Arada Pol ve Virjin’i ağlatır, Rüzgar Gibi Geçti ise ümitlerin hiçbir zaman solmayacağını öğretirdi.
O günlerde üst katımıza yaşlı bir karı koca taşındı. Geç yaşlarında dünyaya gelen, bir dediğini iki etmedikleri kızları Zerrin Abla’yla beraber. Zerrin Abla genç kız, başında kavak yelleri, elinde Hayat Mecmuası, Ses Dergisi, Fotoroman, Hayat Resimli Roman… Dergilerle işi bitince bana vermeye başladı. Mecmuaları ilk gördüğüm andaki duygularımı nasıl anlatsam size bilemedim. Şöyle anlatayım: Annesi IPAD’le oynamasına izin verdiği anda torunumun hissettikleriyle aynı duygular. Zerrin Abla çok hızlı hareket eden bir insandı. Merdivenleri üçer üçer çıkar, çok hızlı konuşur ve dergileri çıktıkları gün hemen okuyup bitirirdi. Böylece ben de çıktığı günün akşamına dergilere kavuşurdum. Mecmuaları gizlice alır, odama saklar, ertesi günü heyecanla beklerdim. Gizlice çünkü babam böyle ‘cıvık’ şeyler okumamızdan hiç hoşlanmazdı. Ona göre Emile Zola’lar dururken Hayat Mecmuası okumak ‘hafif’ insanların işiydi.
O zaman yapılacak şey gece Nana’yı okuyarak sabahı beklemekti. Sabah babam işe gidince gelsin mahzun prenseslerin hikayesi, yaramaz prenseslerin maceraları, fotoroman aşkları… Torunum bugün nasıl IPAD’in görselliğinin, renklerinin, hareketliliğinin peşinde gözüne ışık tutulmuş tavşana dönüyorsa ben de 50 sene önce o mecmuaların fotoğrafları, renkleri, o sayfalarda anlatılan hayatların esrarı karşısında öyle oluyordum işte. Rıza Pehlevi Süreyya’yı boşayalı seneler olmuştu ama biz hala Süreyya’nın bahtsız hayatının acısını çekiyorduk. Zalim Şah Farah Diba’yla evleneli seneler olmuş, çocukları bile dünyaya gelmişti. Ama biz Hayat Mecmuası’nın renklendirilmiş baskısıyla Süreyya’nın Zonguldak ziyaretinin hatırasına bağlı kalmıştık. Prenses Süreyya’yı ağlattığı için Şah’ı hiç sevmiyorduk, hain bir insan olduğunu düşünüyorduk. Yoksa halkın seçtiği Musaddık’ı Amerikan-İngiliz gizli servislerinin yardımıyla devirip iktidarı gasp ettiği ve binlerce İran’lıyı hapislerde işkenceyle öldürdüğü için değil. Sonra anladık o su gibi güzel kadına bunları yapan zalim, halka neler yapmazdı!
Bütün prensesler mahzun değildi. Bazıları da yaramazdı ama onlar da mutsuzdu. Prenses Margaret mesela, hiç mutlu olamamıştı ki. Gerçek aşkıyla evlendirilmeyince bir daha aşkı bulamamıştı. Kristal ayakkabısını ayağına giydiren bir prens bulamayınca o da kendini sigara, alkol, hap nehrine atmıştı. Mecmuamız mutsuz prenseslerin hikayesiyle bizi de mutsuz edip duruyordu. Neyse ki, artistlerin pırlantaları, balo kıyafetleri, aşkları, Ses Dergisi’nin kapak yıldızı yarışmaları, şarkıcıların pırıltılı hayatları vardı da biraz avunuyorduk.
Sonra prenseslerin mutsuz hayatları, Ses Dergisi’nin düzenlediği kapak yarışmaları, fotoroman aşkları ışığını kaybetmeye başladı. Artık Deniz Gezmiş vardı hayatımızda. Hayat Mecmuası’nda yer alacak kadar, Ses Dergisi’nin kapak yıldızı olacak kadar yakışıklıydı, üstelik memleketi kurtarmak istiyordu. Gitsin Hayat Mecmuası, gelsin Deniz Gezmiş’in en yakışıklı, en parkalı fotoğrafları. Meğerse 68’te bir rüzgar esmeye başlamış, ese ese 70’lerde de Türkiye’ye gelmiş. İşte o rüzgar Hayat Mecmuası’nı da, Ses Dergisini de, fotoromanları da hayatımızdan süpürüp dağıttı. Artık memleketi kurtarma zamanıydı. Memleket de öyle kolay kurtulmuyordu. Okumak öğrenmek lazımdı. Önümüzde Demir Ökçe’den Kapital’e kadar uzanan 8-10 senelik yüzlerce kitaplık bir okuma listesi vardı. Okudukça okuduk. Okudukça öğrendik ki, halklar prenseslerden daha fazla mutsuzdu, daha fazla yoksunluk çekiyordu. Prenseslerin en azından parası vardı, halkın parası da yoktu. Prenses Grace’in taktığı pırlantaları yerin dibinden çıkarmak için insanlar hastalanıyor, ölüyordu. Bir pırıltı uğruna ne hayatlar kararıyordu.
Yoksulluk, yoksunluk içindeki halklara da bir teselli armağanı lazım, değil mi? Onlar da dergilerdeki pırıltılı hayatlarla oyalansınlar. Biraz daha parası olanlar gazinoların halk günlerinde şarkıcıların, artistlerin gerçek halini görebilsinler. Annemle babamın ‘hayat çok ciddidir, cıvıma’ baskısından kurtulduğum yıllarda arkadaşlarımla toplanıp Gençlik Parkı’nda Lunapark gazinosuna gittik. Şu anda ne düşündüğünüzü biliyorum ve cevabım evet. Tabii ki böreklerimizi, sarmalarımızı da götürdük. Assolist Bülent Ersoy’du. Hayatımda birçok karizmatik insan gördüm ama böyle bir karizmayı bir daha görmedim. Hepimizi karizmasının eteklerine sığdırdı, sokağa çıkın yürüyüş yapıyoruz dese tahta sandalyede uyuyan yavrumu kaptığım gibi çıkardım sokaklara. Hala ikna olmayan varsa diye bir de ufak tiyatro sergiledi. Kalın ama müzikli sesiyle bir garsona bar bar bağırdı: “Bırakın adamı, tartaklamayın, bir daha kimseye böyle davrandığınızı görmeyeceğim!”. Öyle bir adam var mıydı, garson gerçekten de adamı tartaklıyor muydu? Gören, duyan yok ama tiyatro şahane. O gece o sahnede birisi daha vardı ki hiç unutamam. Müjde Ar şahane bir tuvaletle ve gençliğinin bütün güzelliği ile o sahneye çıktı. Bir saniye olsun yüzü gülmedi. Bir tatlı söz söylemedi. Vücuduma istediğiniz kadar bakabilirsiniz ama ruhumu asla göremezsiniz, dedi ve gitti. O gece halkı avutanlardan olmamayı seçmişti, sonrasında da o yolda devam etti.
Sibel Durak Arşivinden: HAYAT MECMUASI’nda Erman Mevlanagil ve Mehmet Sürenkök’ün Gençlik Parkı betimlemeleri (Sayı:36; 31 Ağustos 1972)
Gençlik Parkı Lunapark, Şişman Dondurma, Hayat Dergisi, 31 Ağustos 1972, 36. sayı, sayfa: 08
PARKIN SEMBOLÜ – Ankara Belediyesi Gençlik Parkı’ndaki 96 tesisi kiraya vermiş. Şimdi bunlardan 82’si mide üstüne çalışıyor. Eh böyle bir yerin “sembol adamı” da olsa olsa 150 kiloluk şirin dondurmacı Alpaslan olur.
ERKEK FATMA – Elinizin hamuruyla erkek işine karışmaya meraklıysanız, bir de üstelik bacaklarınıza güveniyorsanız buyurun penaltı atışına… Üç penaltıyı gole çevirirseniz dişe dokunur bir ikramiye alamaz ama, yüklü bir transfer yapabilirsiniz. Bu genç kız da transferin cazibesine kapılmış olmalı.
ATAN KAZANIYOR – Bir liraya 6 ok… Ama bunlar CHP’nin değil, Luna Park pavyonundaki 6 ok. Şansınız varsa ve bunlardan üçünü hedefe isabet ettirirseniz “büyük ikramiyeyi” aldınız demektir. “Büyük ikramiye” de gerçekten “büyük”: 50 kuruş… Haydi bir deneyin!…
- Temmuz ve ağustos aylarında Ankara’da her 4 kişiden biri mutlaka Gençlik Parkı’na uğrar. Böylece suya hasretini giderir.
- Geçen yıl temmuz ayında parkı 366.925 kişi ziyaret etmişti. Bu yıl aynı süre içinde tam 601.415 kişi, 50 kuruş verip parkı gezdi.
- Belediye park içinde 96 tesisi kiraya vermiştir. Bu tesislerden 82’si mideye hitap eder. Ve, gece gündüz harıl harıl işler…
GENÇLİK PARKI HATIRASI!…
Luna Park’taki üç “tip insan”dan biri de kovboy. Başı oyuk dev bir resim bu. İsteyen, panonun arkasına geçiyor, kafasını oyuğa oturtuyor ve poz verip “kovboy” olarak bir Gençlik Parkı hatırası çektirebiliyor. Aynı pavyonda “kovboy”dan başka bir “gelin”, bir de “milli futbolcu” var. Böylelikle isteyen beğendiği kılığa girebiliyor Luna Park’ta…
FÜZEDE GENÇ KIZLAR – İster kız olsun, ister erkek, zamane gençliğin hız delisi. Heyecan veren gösterilere pek meraklı, Luna Park’ın bu yükselip inen füzeli dönme dolabı da, en ilgi gören köşelerden biri… Üstelik müşterisi erkeklerden çok kızlar, kadınlar…
Gençlik Parkı Lunapark, Havuz Havadan, Hayat Dergisi, 31 Ağustos 1972, 36. sayı, sayfa: 09
BOZKIR’IN ORTASINDAKİ KÜÇÜK DENİZ – Burası Marmara değil, Orta Anadolu’nun merkez şehirlerinden Ankara’nın Gençlik Parkı’ndaki büyük havuzu. Hem de öyle bir havuz ki içinde gemisi bile var. Boğaz’daki tarihi eğlencelerin unutulmaz Göksu Dere’sine rahmet okutacak sandal sefasına da çıkabilirsiniz burada. En önemlisi Ankara’da suyun damlası yok, fakat Ankara’nın Gençlik Park’ında “su” dediniz mi, yok yok… Bu havuzdan başka üç küçük havuzu, bir de şırıl şırıl akan deresi var parkın…
HER TELDEN – İçindeki 3 tiyatroyu ve Zeki Müren İstanbul’daki programlarına başladıktan sonra “çay bahçeliğine” transfer eden bir gazinoyu saymazsanız, geriye dişe dokunur bir Luna Park kalıyor. Ankara Gençlik Parkı’nda: Orta yerde salıncaklar, dönme dolaplar, atlıkarıncalar. Bunların çevresinde de sihirbazlar, esrarlı aynalar ve şans, talih, kader, kısmet oyunları… Ne var ki, bütün bu pavyonlar, karmakarışık bir düzen içinde Park’a panayır havası vermektedir…
Gençlik Parkı, Susuz Şehrin Sulu Parkı, Hayat Dergisi, 31 Ağustos 1972, 36. sayı, sayfa: 10
Susuz Şehrin Sulu Parkı
Ankara Belediyesi’ne yılda 5 milyon lira gelir sağlayan
Gençlik Parkı için başkentliler “bacasız fabrika” diyorlar…
Eskiden bütün yollar Roma’ya çıkarmış. Bu sözlerin gerçekle ne derece ilgili olduğunu kestirmeye imkân yok. Ama bugün Ankara’da bütün yollar muhakkak ki Gençlik Parkı’na çıkıyor… Hele sıcaklardan kavrulduğumuz şu yaz aylarında…
Gençlik Parkı’nın başkentte bu derece popüler olmasının bir püf noktası var… Ankaralı, hasretini çektiği bol suya bu parkta kavuşuyor… Ortadan fışkırıp yanlara savrulan su burada, yanlardan fışkırıp ortada toplaşan su burada, çalkantılı su burada, durgun su burada… Suyun sandal gemi gibi “mütemmim cüzleri” de burada.
Böylesine bir park burası…
Şimdi gelin hayalhanemizde şöyle iki üç saatlik bir gezintiye çıkalım. Ve daha önce Gençlik Parkı’nın kapısında buluşup yola düzülelim.
Gençlik Parkı elifi elifine 272.000 metrekare bir alanı kaplıyor… Böyle geniş bir parkın kapısı da çok olur tabii… Zeki Müren’in elbiseleri gibi Gençlik Parkı kapılarının da isimleri var… Atatürk Bulvarındaki “ Trafik Kapısı”, Eski Meclis karşısındaki “Meclis Kapısı”, Stadyum karşısındaki “19 Mayıs Kapısı”, İstasyon bitişiğindeki “İstasyon Kapısı”, Toptancı Hal karşısındaki “Otopark Kapısı”…
Ankara dışındaki okuyucularımızı biz şimdiden ikaz edelim de, günah bizden gitsin… “Otopark Kapısı” 5 kapı içinde en tehlikeli olan… Sebebine gelince, doğrudan doğruya park içindeki nikah salonuna çıkıyor da ondan… Laf aramızda bu sıcakta nikaha davet, edilmek bir külfet. Ama nikah Gençlik Park’ındaki salonda kıyılıyorsa davetlileri bir külfet daha bekliyor. Çünkü nikaha gitmeden önce bir gişeye uğrayıp adam başına 50 kuruş ödeyerek bilet almak zorundalar.
96 TESİSİN 82’Sİ MİDE ÜZERİNE
Gençlik Parkı’nın 272 bin metrekaresi içinde Belediyenin kiraladığı tam 96 “tesis” var… Bunların on üçü gazino, golf kulübü, çay bahçesi, lunapark gibi yerler. Buna karşılık tesislerin 82’sinde yiyecek maddeleri satılıyor… Alüminyum çubuklara ardı ardına sıralanmış, elektrik ısısında pişirilen tavuklardan pidelere; tost ve sandviç satan büfelerden tandır yapan lokantalara kadar gıda üstüne ne ararsanız var Gençlik Parkı’nda… Bu arada, dondurmacı Alpaslan’ın Gençlik Parkı’nın sembolü haline gelmesine şaşmamalı… Öyle ya 96 “dükkanından” 82’si mideye hizmet eden bir parkı 180 kiloluk tosuncuk Alpaslan’dan iyi kim temsil edebilir ki…
REKORLAR PARKI
Gençlik Parkı’nın müdürü Hamdi İnal… “Park son yıllarda çok gelişti” diyor.
Gerçekten de şimdi hafta içinde ortalama 40 bin vatandaş, bilet ücreti ödeyerek parkı geziyor. Bu rakam tatil günlerinde 70 bine yükseliyor.
Tabii, bu yaz ayları için geçerli. Kış aylarında ise ayda ortalama 80 bin kişi giriyormuş Gençlik Parkı’na…
Geçen yılkı durumu da sorduk ve ortaya şu sonuç çıktı: 1971 yılının rekortmen ayı 336.925 kişiyle temmuz… Onu 305.600 kişiyle ağustos ayı izliyor. Mart 71 ise vergiler dolayısıyla vatandaşın soluğunu kestiği için midir nedir, o ay topu topu 18.425 kişi gelmiş. Sonra ocak geliyor. Ocak’ta 22.200 kişi. Demek ki kış aylarında evlenme az oluyor.
Eskiden Gençlik Parkı’nın gelir hanesi 250-300.000 lirada bitermiş. İnal bu yıl bilançoyu aşağı yukarı 5 milyonla kapatacaklarını umuyor ve: “Bunun 2 milyonu kira geliri, 3 milyonu ise giriş ücretiyle içerdeki tiyatro, gazino, lunapark gibi eğlence yerlerinden aldığımız rüsumdan oluşuyor” diyor.
PARKIN KRALİÇESİ
Gençlik Parkı’na girdiğiniz zaman birden şaşırıyorsunuz. Yakında, çok yakında bir piyes oynanıyor çünkü… Önce “Galiba bir tiyatronun yakınından geçiyorum” diyorsunuz. Diyorsunuz ya az sonra piyes değişiyor. Ve sonunda siz işi anlıyorsunuz… Bu “Gençlik Parkı usulü” bir reklamdır. Parkta temsil veren tiyatrolar oyunlarının en can alıcı birkaç bölümünü banda doldurup bu bandı Belediyenin reklam bürosuna veriyorlar, ücretini de yatırıyorlar. Ne var ki arada piyesler sık sık kesiliyor ve şöyle bir bildiri kulakları çınlatıyor:
– Üstünde sarı kazak, mavi kısa pantolon ayağında lastik ayakkabılar olan bir çocuk bulunmuştur… Kaybedenlerin…
Lunapark bir başka alem… Telli salıncak ve dönme dolaplardan, sihirli aynalara kadar neler yok ki…
Nitekim biz içerde “Dünyanın sekizinci harikası” olarak tam 3 ayrı yaratık saydık. Bunlardan biri, üstü kız altı balık (Siz, deniz kızını masal sanın hal…) bir garip nesne… Biri folk balığı; üçüncüsü ise evcil hayvanlardan daha afyon yutmuş yılanlar. Ayrıca fal bakan ve “asistan” kızları yere paralel uyutup gaipten haber alan sihirbazlar da var.
Havalar kötü gittiği için bir, bir de İzmir Fuarı açıldığı için şöhretleri Ege’nin incisine kaptıran Gençlik Parkı’nın bugünlerde kraliçesi Mürüvvet Kekilli isimli bir hanım okuyucu. 4 yıl önce doldurduğu bir plakla satış rekoru kırmış bir türküsü.
Şans işte… Kimi tek plakla şöhret olur, kimi plakla rekor kırar da adını kimse bilmez; Mürüvvet Kekilli gibi…