Fotoğraf: Savaş Zafer Şahin
Planlama üzerine yazılan metinlerin ve özellikle de belli başlı kentsel coğrafyaları anlatmayı hedefleyen araştırmaların ortak yanlarından birisi – belki de “planlamanın bilimselliği” tartışmalarında biraz olsun daha fazla mevzi kazanabilmek kaygısının bir sonucu olarak–mekanik nitelikler taşımalarıdır. Hâlbuki zihinler, konuları dünyanın en karmaşık ve bir o kadar da ilginç olguları, yani kentler olan metinlerin içinde birazcık olsun romantizm, büyüleyici eğretileme baharatları ya da tasarım ile ilişkili heyecandan nasiplenme arar. Planlama gibi, insanın “mekân” ile kurduğu ilişkiyi anlamada göreli bir ayrıcalığa sahip olduğu varsayılan bir disiplinde bu anlayışın metinlerde hissedilir bir rayihaya dönüşmesi arzu edilir.
Belki de sırf bu sebeple plancıların, hem kentleri anlamanın bir başka yolu olarak, hem de topluma ve kendilerine mekânı daha doğru bir biçimde anlatabilmek için edebiyattan sistematik bir biçimde faydalanma yolunu çoktan seçmiş olmaları gerekirdi. Gönül isterdi ki mekânın gizli dilini anlayanların elinde edebiyat, mekân ve insan arasındaki el değmemiş ve balta girmemiş ilişki biçiminin keşfi ve topluma anlatılabilmesi için plancıların elinde yeni ve şaşırtıcı bir araca dönüşsün. İşte bu kaygılar Ankara üzerine yazılan öykünün ortaya çıkmasına yardımcı oldu.
Dünyadaki bütün önemli metropollerin, onları anlatan bir romanı ya da bir filmi vardır. Özellikle metrolar bu anlatılarda önemli bir yer tutarlar, hatta zaman zaman kişileşirler. New York, aynı metrosu gibi suçun, soygun, cinayet ve tecavüzün çarpıcı gelir farklılıkları ile bir arada yaşadığı kent olarak yansırken; Paris etnik coğrafyanın yer altındaki lastik tekerlekler altında ezilen toprağın, Londra tarih kokusunun en metalik metro istasyonlarında bile duyulan tarih kokusunun, Moskova ütopyaların hala yer altındaki sanat kalıntılarında sürdüğü yaşantının imgesi halini alır. Anlatıların kendileri o kentler değildir, ama bir zaman sonra anlatılan ile anlatı arasındaki çizgi bulanıklaşır, öyküler kentleri anlatırken, kentler öyküleri hatırlatmaya başlar. Turistler New York’ta metroya binmeye korkar, Paris metrosunda beyaz tenli insanlar şaşkınlıkla karşılanır, Londra’da melon şapkası olmayan metro yolcuları kuşku ile süzülür… Söz ile hem sözün hem de mekânın sınırları genişler. Kentin sakladığı manaların anlaşılabilmesi için bir kapı aralanır.
Edebiyatımız çoğunlukla “İstanbul”un ya da “İstanbul dışındaki kentlerin” edebiyatıdır. Çoğunlukla fonda yer alan kentler örtülü bir İstanbul etkisi altında anlatılırlar. Ankara da zamanında açıktan açığa bu tavırdan nasibini almış, “İstanbul’a dönüşü güzel olan kent” olarak tanımlanmıştır hem de bilhassa onu başkent yapan kadro mensuplarından biri tarafından. Oysa ki, Ankara belki de İstanbul’un güzelliklerinin kavranabilmesi için dahi gerekli olan tarih ve toplum bilincinin yeşertildiği yerdir. İstanbul’u anlatan edebiyatçıların büyük bir kısmının aslında Ankara’da yetişmiş olması bunun bir göstergesi olsa gerek.
Fotoğraf: Savaş Zafer Şahin
Öykümüz Ankara’nın da bir plancının gözüyle onu anlatan bir öyküsü olsun, hatta bu öykü Ankara’nın yaşayan ilk metrosu ya da “metromsu”su üzerine olsun niyetiyle kaleme alındı. Hafif raylı sistem olmasına karşın kentin yerleşik kesimlerinin doğudan batıya çok önemli bir bölümünü kat eden ve kentin en yoğun kısımlarından geçtiği için Ankara’yı en iyi yansıttığı ve metro imgesi ile daha iyi uyuştuğu düşünülen Ankaray seçildi bunun için. Ankaray’ın durakları; Ankara’nın tarihindeki önemli kesitlerin, durakların bulunduğu kent parçalarının ve onların ait oldukları kentsel toplumsal sistemin, Ankara’nın manevi mimarlarından Hacı Bayram Veli’nin bir menkıbesi ve “yolculuk” metaforu aracılığıyla anlatıldı. Tüm öykü baştan sona bir kent olarak Ankara özelinde kent ile istasyon kavramları arasında kurulan ilişkiler üzerine inşa edildi.
Bu öykü, Ankara içine sıkışıp kaldığı topografik çanağın baskısı altında büzüşüp belleklerden eksilmesin, bilakis söz aracılığıyla içinde geçen milyonlarca yolculuk sayesinde kendisi de bir yolculuğa çıksın, sözün ve mekânın sınırlarını zorlasın diye yazıldı. Yine de umulur ki Ankara’nın da bir gün kendisini, metrosunu bu öyküden çok daha iyi anlatan, romanları yazılacak, filmleri çekilecek, Ankara zihinlerde ve yüreklerde yenilenerek çoğalacaktır.
Fotoğraf: Savaş Zafer Şahin
İçinden Roman Geçen Şehir
-Ankara ve istasyon meseli-
Şehir… İçinde yaşayanların objektiflere hala mahalle arası fotoğrafçılarına çektirilen çocukluk fotoğraflarına çıkar gibi baktıkları, hayatın ya da objektifin farkının kalmadığı, ancak tek farkla: çocukken objektife hayata bakılır gibi bakılırken artık hayata objektife bakılır gibi bakıldığı ve o bakışların birer damga gibi kirpik uçlarına yapıştığı ve içinden; her metro çıkışında, her sokak köşesinde, her kitapçı rafında, her genç kız ılıklığında, her duvar gölgesinde binlerce roman geçen, ama hiçbir romanda geçmeyen şehir…
Zaman geçtikçe romanlar geçer, mekân sıkışır, vakit daralır, şehir viraneliğe, insan kemâle erer.
İzleyin roman şehrin içinden geçiyor…
Dikimevi
Duvar diplerinin süngülerinden yola çıkan genç, gökyüzünü bir surat kadar daraltan
binaların arasından Kore gazilerinin palaskasını dokuyan kışlada yeni yetme subay elinde
acemi erin canına okutan anlarda, zoraki yeşil bir mekandan yansıyan bir ses duyuyor Koyunluca Ahmet oğlu Numan’dan. Biri çıplak biri taçlı iki tepe arasından, istasyondan çıplak bozkıra korkarak ve hırsla bakan Osmanlı artığı memurdan, taa Alamanya’dan gelmiş ütopyacı mimardan, bozkır sarısını mavi alazında boğarcasına bakandan, 50’lerin mirası çepeçevre balkonların ve cumbaların gölgesinden, kıvrılan bir sokağın acemi belediye işçisi eliyle çolak bırakılan akasyasından, geniş yolun başında kirpik diplerine su sızmayan camisinden ney taksime giriyor hicazdan, nevniyaza duruyor istasyon başında…
İstasyonda iğne atsan yere düşmez, şehirde henüz kimsecikler yok…
Fotoğraf: Savaş Zafer Şahin
Kurtuluş
Üç istasyonluk aşklara niyet bir yolculuğun ilk durağında, yüz elli yıldır sarıldığı üniversite duvarına onu kaplayacak kadar âşık sarmaşığın dudağında, üst katı düğün salonu, alt katı üç film bir arada, yanı birahane, canını coptan zor kurtarıp vagona atan devrimci öğrencinin “cat” botunda, Numan Bursa’da, Somuncu Baba’da devran… Gencin aklında üşümüş bir sevda duruyor. Yüreği şehirden eksildikçe çoğalıyor. İstanbul’dan bu garip Anadolu kasabasına göçen memurla Alamanya’dan gelen ütopyacı mimarın yıldızı bir türlü barışmıyor. Mavi alaz bütün uzakları çağırıyor. Kuş seslerinin akıbeti unutturduğu ilkokul yollarından ve hep aynı duvarlardan atlanarak hayret deminden bir renk alınıyor. Tren yoluna devam ediyor.
Yağmur istasyonun dışına değil içine yağıyor. Şehirde kimse ıslanmıyor.
“Yetiş ey gamze yetiş”…
Kolej
Nihayetlerin perçeminden geçen iki istasyon arası en uzak mesafeden, uzağı içindeki insanlarda gören yalnız parkın yan sokağındaki değnekçinin altın dişinde parlayan, katlı otoparkın içinde unutulmuş Anadol’un kırık penceresinden, akşam üzerleri serçe parmaklara dağılan kolejli kızlardan öksüz istasyonda gence tanıdık gelen yabancı “biiiip” sesinden önce kendini otomatik kapıdan içeri atmaya çalışırken, Alaman mimarla didişen hırslı memur onun çizdiği lojmanda oturuyor. Mavi alazların alevi milyonların gözyaşından eksil eksil bitmiyor, kendi küllerinden doğup yükselen heykelin gözlerinden bozkıra bakıyor. Numan yetmiş gün yakınların çilesine soyunuyor, içinden hala gözbebeği kokusu geliyor. Gencin yüreği kadim aynada kendi çıkmaz sokaklarında kayboluyor. Bir sonraki durağın yanıltıcı anonsundan, vagonda değil camlardaki yansımalarda kalabalığı yaşayanların arasından yakaza bir ıslık havalanıyor, dügâhta karar verilip nihavende geçiş yapılıyor. Tren ilk sona yaklaşıyor.
İstasyonun ayak uçları kalabalık. Şehrin perçeminde yeller esiyor…
Fotoğraf: Savaş Zafer Şahin
Kızılay
İlk son, ilk ölüm, merdiven ılığı, istasyon soğuğu, koridor kalabalığından imbiklenen geçidi koruyup şehrin kalbini gencin ikirciklerinden geçiriyor. Ucuz tavuk dönerin yendiği daracık dükkanların talaş zemini karanlık türkü barların su misafirli biralarındaki köpükleri karşılıyor, dershane çocukları perakende çiçekle çalınan mekandan koşarken, artık ferforje dünyadır eskinin rüyası, asmolen bir diyardan geçer. Şişirilmiş egolar adımları bulutlara forsalaştırmak isterken betondan bir heyula meydana karabasan biriktiriyor, nicedir koca bir şehir kasabaların rüyasını uyuyor, birikiyor akşam mahmurluklarında. Beşinci katın pamuk deposunda istikbaline yürüyen çırağın zemini, granit kaplı ve yansıtıcı sigorta bir dünyanın tavanı oluveriyor. Her şey, her umut sağır bir surun duvarında sürünürken dağılıyor. Duvarın ardında en yakınlarımız karanlık yanlarımıza bakıyor. Milyonların gözleriyle bakan vekil milyon mahalleden milyon zengin yaratma uğruna her mahalleyi milyonlarca parçaya bölüyor. Amerikan bezine kaput, süt tozuna nimet deniyor. Kore’ye yollanan gençlerin geleceği zafere değil unutuluşa savruluyor. Kağnılar, at arabaları hala şehrin harman eskisi meydanında uyukluyor. Numan’ın çilesi tamam olup demir asa demir çarık Zülfazıl’ın terini silerken kadim zaman penceresinde ırak ufukları demleniyor. Numan artık Hacı Bayram oluyor, yanmada derman buluyor. Ney geçmişten geleceğe perde kaldırıyor. Tarihi boşalan kaderler yine vagona doluşuyor, tren yola devam ediyor.
İstasyonu bilen kim, herkes şehri bekleyip şehre iniyor.
“Boyandım şehrine solmazım gayrı”…
Demirtepe
Raylar yeni başlangıçlara bir büro penceresinden yürürken, doğalgaz kuyruğundaki yetmişlik emekli, eski vergi dairesi kuyruklarındaki halini özlüyor, eski yürek ağrısının altından geçtiğini bilen gencin düşleri bir merdiven basamağından iniyor. Her şey bulunan pazarda bir avuç tezgahı olan adam, mallarını sığdıracak yer bulamazken anılar tezgahta kayboluyor. Bir ara bakır yeşili kubbeli caminin otopark bahçesinden berduşun biri istenmeden cenaze namazını düşürüyor saçının tellerinden. Ucuz giyimcilerle çağırıyorlar şehirlilerin akislerini, kaldırımlara giydiriyorlar çıplak bedenlerini. Ezilen parmaklarını tekrar ezilmeden yenilemeye çalışıyor şehir döküntü avukat bürolarının tozlu dosyalarında. Hepsinin arasından geçiyor havadan bir araba billur kadar boş bir sedayla. Buğday başağıyla susuyor Hacı Bayram nidasında, konup mekanına başlıyor yapılmaya “taş-u toprak âresinde”. Koluna giriyor kışlada dokuma palaskalar sigarasız yaşayamayan başvekilin briyantinli saçlarında, yakınlaştıkça uzakları esen bir tarihin parçası oluyor postal sesleri şehrin kalbiyle yan yana. Gencin yüreği sıkışıyor oturacağı koltuğu seçemeyenlerin kararsızlığında, istasyondan bir adım öne çıkanların bakışlarını çevreleyen iç denizde, bir kişi daha hevese kalkıyor ney sesi duyunca, birinin daha hevesi kırılıyor sesi çıkaramayınca, ağır aksak sofyana dönüyor tren rayları, dilkeşhaverân bir salâ veriliyor turnikelerin boşluğunda.
İstasyon ilk olmanın unutulmuşluğunu yaşıyor, şehir de yavaş yavaş hırçınlaşıyor…
Maltepe
İki gözü iki kılıç ağlayan unutulmuşluğun turnike bekçisinin gözlerine akan isyanından, bahşişten bir yaşamın gözcüsü düğün salonu çalgıcısının hamam önünde beğendiği Antep malı dümbeleğin tınısından, bodrum katların takı töreni, kuru pasta ve meşrubat yazgısından, eski havagazı fabrikasının isini ıssızda çimlenen arka sokakların üzerinde kedi yürüse canlanan taşlarından, havalanan yurdun eski öğrencilik rüyalarından sıvama tuğlalarından, iki nokta, iki siyah arası bir çizginin orta noktasından, gencin korkası geliyor sanki sona doğru gittikçe hızlanan, yaklaşan ama kavuşmayan raylardan, diyarlardan. Şehrin yüzünün yarısı yaralı yığma binalarından. Hacı Bayramı padişaha taşıyan gönül rızası prangalardan, taş taş üstünde kalmıyor gönül şehrinde anahtar deliğine koşan andan, gök demir içinde saklanıyor tarihin izleri dağ deviren bir fukara hırkasından. Harp okulu öğrencilerinin sipere yattığı deli kan çukurlarının yokuşa bakan yanında, muhtıralar sekiyor bir başvekilin sermayesi söz eri imzalarının ardından. Yeşil parkalar dolaştırıyor soyadlarını soğuk Ankara sokaklarında, ne ferler sönüyor içleri boşaltılan karanfillerin kâkül boşluğunda. Gencin istasyonun tavanına takılan gözlerinin ardında, bir selam bile bırakılmak istenmiyor yarınlardan. Yolcuların en nankör olduğu bu istasyonun ardından mahur bir taksimin sevinçleri dolaşan hanesi üç kez çalınıyor. Ney oluyor neyniyaz nevniyazda…
İstasyon bir dolu yalnızlık, şehrin başı kalabalık gözü yaşlı…
Fotoğraf: Savaş Zafer Şahin
Tandoğan
İstasyona gökyüzünü gösteriyorlar Alman heykeltıraşın hatırası göçebe taşın sözleri ardından, karışıyor eski terminaldeki yolculukların ayran ve simitten mamul hayalet yorgunlukları mavi tren düşlerinin yataklı vagondaki yalnızlıklarına, lunaparka gitmek için ayak direyen geçmiş zaman çocukları çoktan büyümüş, yaklaşmıyorlar bile tezkereleri kürekleyen izinli askerlerin havuzdan topladığı yılların çamuruna. Paraşüt kulesinden son atlayan hala yere konamamış Kore şehitlerinin üniforma artıklarından dikilen kuleye erişmeye çabalıyor, Ankaragüçlü bir taraftarın iç cebindeki pervasızlığın konfeti hallerine yakalanıyor, hediyelik eşyadan dünyalar kuranlar uzun uzun kısıyorlar gözlerini gerçeğin kenarlarında kendi içine kapanan binanın duvarlarında. Gencin ayakları karıncalanıyor son yaklaştıkça uzayan zamanın uçlarından, gaz bidonu minarenin titrek sesi hurdalara adanmış mühendisin kulağından sekip, orduevi garsonu askerin bağrındaki yazmanın sahibine ulaşırken. Mavi alazlar artık mermer bir dünyayı konuşur oluyor uzun bir rüyanın ardından ki zaman kahramanlık türkülerinin eğreti durduğu zamanlardır kulaklarda, bir devir son buluyor parmaklıklar arkasında çocuklar hala oynarken kurşunlar arasında. Hacı Bayram can içinde arıyor canı bilmek için anı, gözlerinin akından bir tellal çıkarıyor çağırıyor tarihin içinden tüm kaderleri, Kanlıgöl mevkisindeki ilmekleri yüzyıllardan dokuma çadıra. Usûl vuruyor şehrin büyümüş de küçülmüş binaları sakinlerinin tenlerinde usul usul, taksimden şehirler kuruluyor adım adım, gencin kulağına konuyor suslar çamlarca yaşayan dönüşler arasından, bir kez daha aranıyor “ben”, andezit, limon kabuğu, egzoz, çini, kır pidesi ve ilk aşklar arasından…
İstasyonda koyun koyuna, şehre afakanlar basıyor…
Beşevler
Gencin ak saçlarını dolaştırdığı sağırlıkların gümbürdediği bir mekanda, merdivenlerin tutkuya, bağlılığa ve varoluşa açıldığı izlerden yola çıkılarak, iki kaşının arasına bakmaya kıyılamayan canların oturduğu park yeri bulunmayan sokakların, arkasını dönmüş üniversite binalarında hasretle sevişen öğrenci hikayelerinin, bulunduğu köşeye kök salmış garip pikniğin önünde her gün belki bin sema dönen yolunda, arabalar can taşıyor Hacı Bayramın çağrısına işten eve evden işe bilmeden… İstikametlerinde kaybolmak isteyen sokak ve caddeleri isimleriyle kaybetmek isteyenlerin diyarında, bir zamanlar bahçesinde çocuklara gül açan fıskiyeli bayramlarda okunurdu masallar, nefsin betondan iştahı kaldırımlara, ruha ve göğe abanmadan evvel. Zaman içinde gülistanlar boğuldu oksijenle sarartılmış saçlar ve benzin kokulu eller ülkesinde, perdeleri çalan sahte isyanlara inat bir sahne önünde. Her bir şahsiyet yenik düşüyor bahçesi ve taş duvarlarıyla terden, betondan ve kibirden bir angaryaya, Babil kuleleri yükseliyor bu mahallede ve yan yana, dilleri çoktan yabancılaşmış yaşadıkları şehre. O zamanlardı gencin anladığı zamanlar, yaşanan tarihin kitaplarda yaşanan kadar uzak olduğu ve o zamanlardı otoyol uykularının ikindi uykularının ve kuşluk kahvaltılarının yerini aldığı zamanlar. İçi dışına çıkarılan şehrin içi boşaldıkça etrafını saran tepelerde ufalanarak çoğaldığı haberleri geliyor sayısız avuç tırmalarken toprağı, tadı kalmayan tulum peynirinden, gazelden, sazdan sözden ve adamlığı olmayan diyarlıktan. Mekan bozuluyor kalburüstü izbelerde, temelleri postaldan bir dünya kurulurken göğüste nefes, sularda ses kuruyor. Ya koşmalıydı genç istasyondan dışarı hiçbir zaman sığamayıp hep yan oturduğu koltuktan, ya içini susturup varmalıydı son durağa bir gece bile uykusuz kalamamışken aşktan. Çizgi roman kareleri ile ifade edilen bir tren yolculuğunun her çizgisinde her kaleminde, özün bir hamlesinde yükselen bu hallerin bir işareti vardı elbet…
İstasyon çınlıyor kahkahalarla, şehirde sahte cennetten manzaralar…
Bahçelievler
Geçen anların ömürden düşüldüğü bir gezgin zaman diliminde kafeli, kebaplı ve pastaneli bir gece yolculuğunun dibinde yürüyen ince kadın silueti geçmişten geleceğe kadim bir zarafeti taşıyor sarkık omuzlarında, evinde tarihin kokusu saklanıyor gece Mevlana’ya görünen Şems gibi geliyor. Karşılardan karşıları geçmeye çalışan sevkli hastalar yağıyor hastane bahçesindeki fidanların köklerine,
Kıbrıslı öğretmenin gözleri beliriyor beş yıldızlı öğretmen evinin pencerelerinde,
pencereler yolda diziliyor, bir şehrin düşlerini, gökyüzünü ve insanlarını gerisin geri giden lastik izlerini sürüyor. Atların nefesinden boğma rakı kadehlerinin alnında dağılmış ailelerin ruhları mezelerden bir evcilik oyunu düşlüyor, havuz başındaki belediye meclis üyesinin damadı yeniden ve yeniden kuşanılan bir aymazlığı geçiriyor parmağına ihale pazarlığında, mavi alazlardan hatıra bir fidanlığın kenarından gece kuşları bir parça daha çiğniyorlar damaklarının ucunda. Hâkimlerle sunuyorlar kaldırım taşlarını tabanlara hüzünlü adım aralarını ölçen yüksek binalar arasında,akşam mesailerinden dönenlerin kıyametleri kopuyor hanelerinin bağrında, kömürden dizeler sıralanıyor yalandan sevdalar arasında. Hacı Bayram çağırdığı şehrin kalabalığını varlıklarını feda etmeye çağırıyor inandıkları her ne var ise onun uğruna, bir nevi hüthüt uçuruyor yürek diyarının Süleyman mabedi tarafına. Sefahatten bir koca rüya yaşanıyor devlet dairelerinden, yalnız evlerden ve yalanlardan, çocukluk yoksunlukları aranır oluyor doyumsuz çocukların harçlıkları arasında, her gerçeğe ipekten bir kılıf biçiliyor sahte görüntüler arasında. Şehir bir salgın gibi yayılıyor betondan rüyalar gören hacının, emekli mühendisin ve hala hırslı memurun gözlerinde, hayatlar dürülüyor yayıldıkça yayılan şehrin bataklıklarında. İstasyonlar banılıyor şehirlerarası yolcuların iple bağlı bavullarına, mesai kadar yaşamların bakılıyormuş gibi yapılan rıhtımlarına, gencin milyonlarla bakışlar siniyor gözlerine, geri dönüp bakıyor hüznü bulamıyor, hazineler hala hep yıkıntılarda bulunuyor…
İstasyon ayaklarımıza siniyor, şehrin ucu iyiden iyiye gözüktü…
Fotoğraf: Savaş Zafer Şahin
Emek
Gölge güden çobanların aşkında saklı bir istasyonda, sadece bavullara kalmış yolculukların yaşanması muhtemel kervanında, burulan kalplerin sesi duyuluyor ayak seslerinde kamufle bir biçimde. Karşısı olmayan binaların apartman boşluğunu ıskalayan insanlarla dolu loşluğunda sendikalar yılıyor mermer, granit ve altın yaldızlı binaların katlarında. Anne anılarını bulup çıkarıyorlar çekiciler teğet yollar arasından. Azeri turşucu, emektar bakkal, munis manavdan, büyükbabaların baston seslerini eskittiği kısalıktaki sokaklardan şimdiye muhteşem bir sükunet çöküyor. Hacı Bayram’ın çağrısını duyan milyonlarca insan yıkılıyor korkularında, sokaklardan parklardan içlerini çekiyorlar, kısıyorlar köşe başlarında gözlerini kaçışların kenarında uzun uzun. Genç ile bir kızcağız cevap veriyor Hacı Bayram’ın çağrısına vagonlar arasından, Hacı Bayram padişaha “söyleyin” diyor “bizi anlayan yalnızca bir buçukmuş koca şehirde”. Sefaleti ite kaka naylon milyonerler doğuyor her mahallede kırk yıl geç kalmış bir edayla, mızraplar kırılıyor gönül tellerinde. Sanal bir dünya kuruluyor eski telgrafların tellerinde, suretler değişiyor her an, ülkeler kuruluyor her gün nefislerde, uzaklar yakın, yakınlar uzak oluyor, belalar evetleniyor tazelenen saksı çiçeklerinde, şehir eskidikçe eskiyor berduşların gözlerinde, yenilenen gelişen ve parlayan parke zeminlerin üzerinde. Gencin kulak zarını sızlayan son bir yürük semai öğütülüyor incelerde, söz geçmiyor yolcuların ne dillerine ne de kalplerine akıbet yakınken, söze gelmeyen bir hale yaklaşılıyor…
İstasyon ilham ediliyor şehre…
Son İstasyon
Son istasyona gelindiğinde sanki bir yolculuğun sonuna gelinmemiş gibi, hatta sanki bir yolculuk olmamış gibi hissediliyor hala çocuklukta mahalle fotoğrafçısının objektifine baktıkları gibi hayata bakan insanların zihinlerinde. Her yolculuğun sonu gibi başka yolculukların adı karışıyor gözlere, istasyonlar ve yolculuk sanki donuveriyor bakışlarda ve şehirde. Bir yolculuk değil bir roman bitiyor karınca yuvalarında, hükmü kalmayan vesikalıklarda, su ile toprak arasında dönüp duran sarkaçta, havanda ve suda. Tarihin düğümleri sıra sıra diziliyor istasyonlar gibi mekanda, çözülüyor her istasyonda bin bir mekanda. Sona gelindiğinde şehrin kefeni çürüyor ışıltılarda, viraneliklere maske oluyor sahte yaldızlarda, vicdanları susturan sadaka avuçlarında. Şehir çoğalıyor dizelerinde, dizeler çoğaldıkça anlam karışıyor kemale erenlerde. Hazineler hala saklı kalıyor viranelerde…
İstasyon da şehir de bahane, yolculuklar hep kendi kaderlerini yürüyor…
İzleyin roman şehrin içinden geçiyor…
(“İçinden Roman Geçen Şehir” adlı öykü denemesi ODTÜ Kitap Topluluğu tarafından 2003 yılında düzenlenen Öykünün Ayak İzleri-2003 adlı öykü yarışmasında övgüye değer ilk on öykü arasına seçilmiştir. Daha sonra TMMOB Şehir Plancıları Odası tarafından yayımlanan Planlama Dergisinin 2005 Yılı 4. Sayısında basılmıştır. Zıtlar Mecmuası için yeniden gözden geçirilmiştir.)
(*) Doç. Dr., Atılım Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı