İşe gitmeyen kadınların olduğu bir evde büyüdüğümden, para kazanma kavramı ile babamın ne iş yaptığını öğrenmem, epey sonraya dayanır. Öğretmenlerim babamın işini sorduklarında “Halde çalışıyor” diyordum ama bunun neye denk geldiğine dair bir bilgim olmadığı gibi bir merakım da yoktu.
Lisedeyken hayatıma giren “iş, işçi, emek, patron” kavramlarıyla, yaşadığım dünyayı başka bir gözle görmeye başladım haliyle. İlk 1 Mayıs’ıma da lisedeyken Mersin Kültür Merkezi, Ortodoks Kilisesi ve Vali evinin önündeki alana yayılan Atatürk Meydanı’nda gittim. Kültür Merkezi’nin arkasındaki Arkeoloji Müzesi ile Mersin’in ilk kışlık sinemalarından Gediz Sineması’nın hemen arka sokaklardan birinde olduğu, mükemmel bir tarihi taş evin yıkılarak Mersin’in ilk alışveriş merkezinin yapıldığı bu semt, Arap Aleviler ile Çingenelerin yaşadığı bir mahalleydi aynı zamanda. Şimdilerde çehresi epey değişti ama bu yazının konusu bu değil, sadece Mersin’in kültür mozaiğini çok sevdiğimden bahsetmeden duramadım. İstiklâl Caddesi’nde sendikaların birinin kortejine girerek alana yürüdük. Kortej dediğime bakmayın, pek kalabalık bir eylem değildi -tarihini çok bilmemekle birlikte-, Mersin en kalabalık bir aradalığını Gezi Direnişi döneminde yaşamıştır tahmininde bulunabilirim. İlk “eylem simiti”ni, ilk polis aramasını, ilk sloganımı denizin tuzlu kokusuna karşı devasa palmiyelerin şarkısının eşliğinde deneyimlediğim için çok ama çok mutluydum. Eylemin sonrasında okulun disiplin kurulunda da olan Eğitim-Sen’li öğretmenlerimizden birinin, eylemde fotoğrafları çekildiği için başı derde giren bir arkadaşımızı kurtarması da bir başka güzellik olarak yer etti zihnimdeki bu anının kadrajında.
Eylemdeki arkadaşlarımdan biri, zaman zaman hale çalışmaya giderdi. Her seferinde biraz daha esmerleşir, kollarında bazen morluklar ve ellerinde yara bereler olurdu. Babamın ne iş yaptığını anlamaya o zaman başladım. Belki sandıkları taşıyan o değildi ama patron da değildi en nihayetinde, farları tellerle tutturulmuş Serçe’si ve taşlaşmış ellerinden belliydi. “Babam işçi, ben işçi çocuğuyum, bir gün ben de işçi olacağım; üstelik kadınım” düşünceleri ve tabii ki dünyayı değiştirmeye buradan başlamak gerektiği hissi… Anladığımı sandığım ama sonraları hiç anlamadığımı fark ettiğim kitaplar okudum, bazı arkadaşlarımı daha başka sevdim, bazı öğretmenlerimle şiirler ve şarkılar paylaştım ve bir sonbahar vakti Ankara’ya geldim.
Koşuşturma ve benim için yepyeni olan bu hayatın içinde ilkbaharın böyle renkli, ışıl ışıl, capcanlı olacağını tahmin etmedim. Fakültem Dil Tarih bir başka keyifli, Konur Sokak bir başka güzel, hatta yaşaması her daim işkence olmuş öğrenci yurdum bir başka hallerdeydi; artık aşina olmaya başladığım her şey benim için bir anda değişti. Ankara’nın her yerinde afişler, fakültedeki solcuların vakit geçirdiği “Çardak” önünde ve orta bahçede yapılan 1 Mayıs çağrıları, Nisan’ın son günü ellerinde renkli kartonlar yurdun giriş saatine birkaç dakika kala koşa koşa kapıdan giren kadınlar, bana bambaşka bir yüzünü gösteriyordu bu kentin. 1 Mayıs günü her gün söylene söylene geçtiğim pis kokulu Sıhhiye Köprüsü nasıl öyle umut verici bir havaya bürünebildi, Necatibey Caddesi ile Atatürk Bulvarı’nı ayıran Hitit Heykeli o pankartları nasıl giyindi anlayamadım. Daha yeni yeni kullanmayı öğrendiğim kıymetli Zenith 122’imle epey kötü fotoğraflar çekmeyi başardım. Bu yazı için albümlerimi karıştırırken fark ettim ki aslında o gün epey griymiş Ankara ama bendeki yansıması rengarenk, pek güzeldi, çünkü yurt asansöründe karşılaştığım kadınlarla birbirimizi anlayıp gülümseyerek çıkıvermiştik sokaklara.
2016’ya kadar Ankara Garı’ndan yürüyüşle başlayıp Sıhhiye’de kutlanan 1 Mayıslar’ın bendeki bir başka keyifli yanı da, özellikle de yurtta kaldığım dönemlerde, Necatibey Caddesi’ydi. Belli bir saate kadar trafiğe kapalı olan caddedeki devasa ağaçların altında araçların gürültüsü yerine Kibele’nin söylediği şarkılarla yolun ortasından yürümek kadar şahanesi yoktu. Oda arkadaşlarımla gittiğim bir 1 Mayıs günü hepimiz öyle büyülenmiştik ki yola bağdaş kurarak oturup birbirimize bakmış ve gülmüştük bir süre. Şimdi bakıyorum da birimiz atanamayan ücretli öğretmen, birimiz AVM çalışanı, ikimiz özel sektörde öğretmen ve hepimiz de türlü türlü sömürüyle mücadele ediyoruz bu partiyarkal kapitalist sistemde. 1 Mayıslar’da çektiğimiz halaylar, birbirimizle kol kola olmamız, söylediğimiz marşlar bize umudu simgeliyordu ama özellikle de mezun olup çalışmaya başladığımdan beri her sene en içimden gelerek “Eşit işe eşit ücret” diye bağırıyorum meydanlarda. Demiştim ya, “İşçi çocuğuyum, bir gün ben de işçi olacağım; üstelik kadınım.” Yine de 1 Mayıs seks işçileriyle fabrika işçilerinin, gazetecilerle bar emekçilerinin, öğrencilerle öğretmenlerin, kamu emekçileriyle özel sektör çalışanlarının bir arada aynı sisteme karşı durduğu bir ütopya günü. Bir süredir evde olmamız bunu fırsat bilip sömürüyü en üst seviyeye çıkaran, bizi işsiz bırakan, bizi sonra sömürmeye devam etmek üzere ücretsiz izne çıkaran patronlara karşı sesimizi yükseltmeyeceğimiz anlamına gelmiyor.
Kimimiz evdeyken hâlâ dışarıda çalışmak zorunda olanlar (İngilizce literatürde “essential workers” olarak anılıyorlar, Türkçe karşılığına bir yerde rastlamadım), “ev içi emek / karşılıksız emek” ve “toplumsal cinsiyete dayalı şiddet” ile birlikte düşünmemiz gereken kadınlar, 20 yaş altı sokağa çıkma yasağının etkilediği çocuk işçiler, sağlık hizmetlerine erişim ve çalışma hayatlarında türlü türlü dertleri olan mülteciler için 1 Mayıs ne ifade ediyor, bu sene bunu ayrıca düşünmek lazım.