Balkona çıktığımda yerdeki kalebodurun her mevsimde verdiği serinliği hatırlıyorum. Kapının kenarında, duvara doğru dikine yaslanmış plastik terliklere hiç ihtiyaç duymazdım. Çocukluğumun balkonu evin mutfağına açılırdı. Korkuluğu betondu. Önünde çamaşır asmak için konmuş beş sıra ip, o zamanlar “kim ne der” diye düşünmeden çamaşırların bir kısmı orada kurutulurdu. Çamaşırı balkona asmak ile medeniyet arasında en azından Biga’da hiçbir ilişki yoktu.
Koltuk minderleri duvara yaslanarak bir köşe oluşturulup ikindi kahvaltılarımızın mahalledeki çocuklarla balkonda yapılmasına izin verildiği zamanlar, domatesin mevsimine denk düşerdi.
Balkon; alman gümüşü küllüğün pencere kenarına saklandığı, babamın geç geldiği zamanlarda annemin karanlığın içinde babamı beklediği yerdi.
Balkon, babaannemin evinde duvara da baksa, karşı binadan ötürü karanlık da olsa her zaman sardunya ve fesleğen bahçesiydi. Anneannemin evinde ise kuru bir tabureydi.
Bana göre balkon, bir evde yaşamını sürdürenlerle ilgili yanılmadığımız fikirler verir.
Ankara’da karantina boyunca balkonuma yaptığım en güzel şey; onu güvercinlerin hizmetine açma çabası oldu. Islak ekmek ve üç karo taşlık sosyal mesafe ile her iki tarafı da mutlu eden bir birlik sağladık. Bu süreçte en çok onları kıskanıyorum.
Balkonlar, evi dışarı ve gökyüzü ile paylaştığımız ilk yer. Bir güvercin olsam, balkonlardan yaşamları toplaya toplaya yol alsam.