4 Kasım 2023, Güneş Sokak, Alper "Laf Aramızda Engürü Kahve"yi izliyor.
"Alper" diyince gözümün önüne hep kesişen, toplaşan, ayrışan, kaçışan çizgiler geliyor. Fotoğraf, müzik, sohbet, kahve, insan ilişkileri… Her birinde alışılmışın dışında bir bakış, ezberimizden daha farklı bir iletişim aklı. Bizim gibi 1.50 göz hizasından bakmıyordu sanki hayata, bizim tanış olmadığımız bir açıdan bakıyordu, oradan kuruyordu her yaptığıyla ve iletişimde olduğu bizlerle ilişkisini. Sanki o yüzden, dilimizde bir türlü sabitlenemeyen; huysuz, sevimli, nahif, güldüren, komik, düşündüren, eleştirel, nazik, komik Alper tanımlamaları da birbirine karışıyor. Ortaklaşamamamız da Alper'in yaklaşımındaki açısal farktan sanırım. Kendi adıma hala Alper’in aklını/yaklaşımlarını anlama konusunda oldukça yaya kaldığımı söyleyebilirim. İşte bu sebeplerle de benzersiz ve güzel bir insan Alper.
Alper aslında ardından konuşulacak biri mi, bilemiyorum. O; yanında konuşulan, karşısında gülünüp laf yetiştirilemeyen, kahvesi, fotoğraf makinesi, bilgisayarı, müziği ve kent muhabbetleriyle hayatımızın ortasında duran biriydi, hep yanımızdaydı.
Ankara’nın üniversitelerinde, gazetelerinde, sokaklarında, barlarında, plaklarında, Ayrancı’sında, Güneş Sokağı’nda; bir hafıza, bir ömür kurdu. AFSAD'dan Fotoğrafevi ve Fotoğraf Sinema Ankara’ya, Engürü Kahvesi'nden Tenedos’a, Radyo Arkadaş'tan Siyah-Beyaz’a, Fikrim’den Nefes’e, EskiYeni’den Alerta’ya uzanan bir coğrafyanın sabitlerindendi ve iziydi de hatta. Kentin belleklerinden, önemli kimliklerinden biri oldu demek iddialı olmaz gibime geliyor açıkçası. Hafızasını dolu dolu tuttu hep; hem kent, hem insan, hem müzik, hem fotoğrafla.
Şimdi biz arkadaşları; bir araya gelip onu anlatmaya kalktık. 30 kişinin kaleminden, 30 farklı yerden… Şarkılarla, videolarla, fotoğraflarla… Aslında Alper tarzı çok sesliliği ve çok renkliliği biraz olsun yakalamayı denemiş olduk. Çünkü O’nun hikâyesi tek bir kişinin cümlesine sığmaz sanki, bir kalabalığın ortaklaşan sesinde arayabiliriz belki, böyle de daha anlam kazanabilir diye düşündüm ve çok yazılı bir kaleme alış denemesi yaptık. Az biraz uzun oldu ama, isteyen parça parça, isteyen bir çırpıda, dileyen de sadece istediği yazıları okusun, ne güzel. Yazılarda özlem de kahkaha da keder de geyik de var ama aslında toplamı bir Alper hafızası, bir Ankara hafızası. Alper’in; izi de, tortusu da, sesi de, objektifi de, sözü de, bu kentin sokaklarında ve bizlerde gezinmeye devam etsin yeter ki...
Ortaya çıkana; hepimizin Alper'le ortak kişisel tarihlerimizden küçük bir arkadaşlık haritası diyebiliriz. Hepimiz birer şarkı seçtik. Yazıları okurken, şarkıları dinlemeyi unutmayın lütfen.
Buyrun, hep birlikte Alper’e…
_o_1_o_
Ahmet Selim Sabuncu
Alper
Yok, olmadı…
Yazdıklarımı sildim…
Hepsini…
Tekrar yazdım.
Gene olmadı…
Alper’i yazmak.
İlkokuldaki hatıra defterine yazı yazmak gibi geldi bir anda.
“Bana kalbin kadar güzel bu sayfayı ayırdığın için teşekkür ederim.” diye başlardık yazmaya…Ciddi ağır laflar etsem… Alper, kıs kıs güler oralardan. Alper ile o kadar çok ortak anı ve o kadar çok ortak noktamız var ki yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Düşündükçe ilk gençlik yıllarımızda ne kadar çok zaman geçirdiğimizi hatırlıyorum. Çaldığı mekanlara gittiğimde benim için Erkut Taçkın’dan bir “Beyaz Ev” çalardı.
Ahmet Selim Sabuncu ve Alper, 1990'lar, Engürü Kahve, Murat Özcan'ın objektifinden.
Fotoğrafçılar için yazmak her zaman zordur, dertlerini hep dört köşe bir çerçeve içinde anlatıp dururlar. Oraya da ne sığarsa artık. Kendi fotoğraflarımızı, yaptığımız işi abartmıyorduk. “Ya bu iyi oldu” söylediğimiz en abartılı cümleydi. Sanat yapalım diye bir derdimiz yoktu ama fotoğraf üretmek her zaman öncelikliydi. Değer verdiği plaklarını satıp yerine fotoğraf makinası alacak kadar çok seviyordu fotoğraf çekmeyi…
Para tutmayı hiç sevmezdi. Yıllar önce bir fotoğraf yarışmasından ikimiz de para ödülü kazanmıştık. Tören, Resim Heykel Müzesi’ndeydi. Paraları cebimize koyup Necatibey Caddesi’nden yürüdük. O dönemde Necatibey Caddesi’nde kaçak elektronik aletler satılırdı. Alper tüm parasını bir müzik setine yatırmaya karar verdi, vazgeçirene kadar epey uğraştım. Belki de o yüzden DJ’lik işini sevdi, günlük kazanıp günlük harcıyordu.
Hastalığını çok geç öğrendim.
İlk buluşmamızda birlikte sergi açma fikrini söyledim.
Önce biraz direndi, sonra ikna oldu.
İyi ki ısrar etmişim...
Bir sergi ve bir belgesel ile güzel bir final yaptık.
Hatıra defteri yazıları “Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma” ile biterdi.
Unutmayacağım.
Ahmet Selim Sabuncu'nun Alper için hazırladığı belgesel, Haziran 2025.
_o_2_o_
Arzu Eke
1.
Ölmek fikri nihilizmin ve varolma sancılarının yaşandığı yeni yetme zamanlarımda cesurca bir eylemdi. Hele ki 27 yaş efsanesi, cesur yüreklerin hepsi o yaşlarda, bir de üstelik kendi tercihleri ile gitmişlerdi. Bilerek ölmek, gitmeye karar vermek ne şiirseldi. Ölüm heyecan veren bir keşifti. Bildiğinden bilmediğine geçmek çok heyecan vericiydi. Tam da böyle düşündüğüm yeni yetme zamanlarımda tanıdım Alper’i. Neredeyse 40 yıldır tanıyorum Alper’i. AFSAD’da tanışıp Sahne zamanlarında taçlandı arkadaşlığımız.
Herkes Engürü günlerini efsane yapıp diline dolamış vaziyette Ankara sokaklarında, lakin asıl efsane Sahne günleridir. Nihat Gençler de, Ulus Bakerler de asıl Sahne’de var olmuşlardır. Sahne kapanınca hep beraber Engürü Kahvesi’ne göç edip, kahvehaneyi sohbet bahçesine çevirmiştik. Haa dükkanın arkasında sıkı yanık oynanırdı o ayrı. Çok efsane günler, olaylar yaşadık biz. Boris Vian’ın “Mezarlarınıza Tüküreceğim”inde ki gibiydi her şey. Ve Alper hep bunların ortasında yerini almıştır benim için. Çok başka bir bakış şekli vardı her şeye ama her şeye. Ters köşe bir akıl istersen Alper’e gidilirdi. Sürreal bakardı o. Birçok insanın gerçekten düşünce kahramanıydı. Cesaret edemediği işleri, Alper ile konuştuktan sonra gaza gelip yapanı çok görmüşlüğüm vardır. Yirmili yaşlarım milyon tane Alper anısı ile dolu. Hepsini anlatmaya kalksam dizi olur yeminle. Ama fotoğraf evinde yaşananlar, AFSAD’da olan bitenler, hele bir Çubuk Barajı yürüyüş anımız var ki evlere şenlik. Muz likörünün mokunu çıkarıp da üzerime kusunca Alper’i parçalayacaktım ki, elimden zor almışlardı. Tek teselli etrafın mis gibi muz kokmasıydı. Kahkahalarımızı atarak temizlemiştik beni sonrasında. Ah Alper ahhhh…
Yıllar yılları kovaladı, koca koca zamanları devirerek geldiğim bu günlerde artık ölüme aynı heyecan ile bakmıyorum, bakamıyorum. Ölümün heyecan veremeyecek kadar ağır bir duygu olduğunu biliyorum artık. Eze eze, hayat her durumun aslında ne kadar ağır olduğunu öğretiyor anlamak isteyene. Ben anladım. Başta babam olmak üzere, sevdiğim her insanı kaybettiğimde içimde bir delik açılıyor benim. İçimden geçip geçip duruyorlar. Alper’i göndermek ayrı bir ezdi ruhumu. Kanser olduğunu söylediğinde hiç konuşmadan oturmuştuk. Sonra sinemaya gittik. Birkaç gün sonra Bilkent’e konsere gittik. Hiçbir şey yokmuş gibi davrandık birkaç buluşma. Öleceğini bile bile her şey normalmiş gibi davrandı Alper. Gene çok cesurca bir iş yapmıştı. Öleceğini bile bile, yaşamaya bildiği şekilde devam etti uzaktan gözlemlediğim. Sürreal bir olgunluk bu dedim kendi kendime. Hiç isyan etti mi, bunu Genco’ya bir gün soracağım. Ölmesine bir 15 gün kala Ebru ile gittik Alper’i görmeye. Son görüşümüz olduğunu az çok bilerek gittik. Kapıdan çıkarken de bir daha göremeyeceğimi anlayarak evden çıktım. O aradaki zamanda hiç unutamayacağım bir şey yaptı Alper. Zor oturup, zor konuşmasına rağmen, ki sanırım en son bizimle oturabildi; Caner abi ile Ebru içeriye bir şey bakmaya gittiklerinde, odada yalnız kalmak çok acayip hissettirdi bana. O sessizlik nasıl bu kadar çığlık attı hala bilmiyorum. Alper ile son defa sessiz sessiz bakıştık. Diyecek tek kelimem yoktu Alper’e. Çok ayıp ediyorsun Arzu bir konu bul, bir şey söyle, böyle sessiz olur mu yuh sana derken kendi kendime, cılız bir sesle “Eski neşen yok senin, çok durgunsun. Bunu fotoğraflarından da anladım. Ne oldu sana!” diyiverdi. İnanamamıştım. Kendi canı ile uğraşırken benim durgunluğumu anlaması inanılmazdı. Ah Alper ahhh duygularımı kelimelere dökemeyecek kadar şaşkınım, üzgünüm. Herkesin bir gitme vakti var. Bunun bir mantığı yok. İzahı yok. Alper’in de gitme vakti geldi. Ama onu çok tanımayanlar şundan çok emin olabilirler; her duyguyu dibine kadar ve hakkını vererek yaşadı bunu bilin. Aklında kalan bir şey olduğunu sanmıyorum. Çok sevdiği annesine umarım kavuşmuştur. Bu satırları yazarken onu Tom Waits’in çok sevdiği Tempration ile gönderiyorum. Yolun ışıklar ile dolsun. Annen ile birlikte Man Ray’e de selamımı söyle. Zamanında ne çok konuşmuştuk Man Ray hakkında. Bugün fotoğraf sanatından bahsediyorsak en büyük sebep odur diye fikir birlikteliği yapmışlığımız vardır.
Engürü Kahve, 1990'lar, Yunuz Özkazanç'ın objektifinden.
2.
Zamanında, AFSAD’ın efsane günlerinde, Alper ile Sabuncu devamlı proje üretip dururlardı. Özellikle Jan Saudek’in kadın imgesine bakış şeklindeki şehvetli kabalık ve bunu fotoğrafı boyama tekniği ile yapmış olması bizim oğlanların aklını başından almıştı. Alper’in birçok fotoğraf üretiminde Saudek etkisini görebilirsiniz. Portreleri ile öne çıksa da, benim nazarımda Alper’in en sevdiğim fotoğrafını sizlerle paylaşıyorum. Böyle bir gören göz hiçbir zaman sıradan bir duyguyu içinde barındıramaz diye düşünüyorum.
3.
Bildiğiniz birçok fotoğrafçıya tur bindirecek kadar iyiydi Alper. Çoğunluk Alper’in vazgeçtiğini düşünebilir, lakin yanıldığınızı düşünüyorum. Bu sizin bildiğiniz CV cumhuriyetindeki kariyer manyaklığının egemenliğinde hiç yaşamadı Alper. Karanlığa heves ettiği günler olmuştur mutlaka ama teslim olmadı bu salakça duyguya. Önemli olmak için değil tutku duygusu için fotoğraf çekti Alper. Yaptığı her işi sürreal bir tutku ile yaptı. Sıradan, günümüz insanlarının düşünce zihniyetini taşıyanlar Alper’i kaybetmiş veya vazgeçmiş olarak görebilir ama işin aslı öyle değil. Caner abinin dediği gibi, o buralara ait olmayan bir ruhtu. Harbi öyledir Alper. Ahh Alper ahhh gittiğin yerde huzur bulmanı diliyorum. Man Ray’e selam söyle. Buluşuncaya kadar şimdilik hoşçakal.
Arzu, Ebru ve Alper.
_o_3_o_
Ayşenur Topçuoğlu
2002 yılı Mayıs ayı falan olmalı. Akün sineması kapanacaktı. Alper’le birlikte, en azından ona yakışır bir kapanış yapabilmek için, önce olmaz gibi görünen bir hayal kurmuş, sonra da onu hayata geçirmek için çok uğraşmıştık. Yapmıştık da. Bakanlıktan binbir takla atarak alınan orijinal Hababam Sınıfı film makarası, kalabalık bir gece, basın, falan filan. Uzun hikaye...
Sinemanın kapanış gecesi için uğraşırken, bir yandan da meğer ikimizin de o dönem ki birlikte yaşamımızın, ortak Ankara filmimizin sonuna geliyormuşuz. Bilmiyorduk. Öyle oluverdi. Bazen olur öyle.
2002 yılının sonunda, Ankara’dan İstanbul’a taşındım. “Bir sinema kapandı. Ben bir kenti terk ettim…” diyerek.
Çok keyifli, çok tatlı, hep eğlendiğimiz, birbirimizi çok sevdiğimiz ve hep güvendiğimiz bir dönem filmiydi yaşadığımız. Çok sevmiştik içinde olmayı. Ama o dönem bitse de, yıllar boyunca, zaman zaman uzaktan, bazen daha yakından, birbirimizi önemsemekten, bir şekilde ucundan kıyısından birbirimizin hayatında olmaktan hiç vazgeçmedik. En azından ben kendi adıma Alper’i hep çok sevdim, önemsedim, takdir ettim, saygı duydum, birlikte hep çok güldüm, dedikodu yaptım, eğlendim, öğrendim, geliştim.
Çok üzgünüm Alper artık olmadığı için. Çok mutluyum onu tanıdığım için. Çok isterdim biraz daha zamanı olmasını. Ama öyle kocaman ve istediği gibi yaşadı ki, buna da teselli buluyorum.
Son görüşümde bana durup dururken anneannesini anlatmaya başlamıştı. Ne çok sevdiğini, çocukluğunda birlikte neler yaptıklarını, dibinden ayrılmadığını. Şaşırmıştım ama bu çok tatlı hatıralarını benimle paylaştığı için, üstelik biraz olsun konuştuğu için çok sevinmiştim. Anneanne, torun, şimdi sıcacık birlikteler diye hayal ediyorum.
Bir de yine o son buluşmada, Yoko Ono dedi durdu. Onu hiç anlamadım.
Hiç unutulmayacaksın canım Alperciğim. İlk görüşmemizde anlatacaksın bana, neydi o Yoko Ono muhabbeti. Merakımdan çatlarım yoksa.
2002, Akün Sineması'nın kapatılma kararı sonrası, Alper ve Ayşenur'un Akün'de Hababam Sınıfı gösterimi, gösterimin yaka kartı.
Buraya, Ayşenur'un Akün anlatımının tam da altına, Alper'in kendini anlattığı (özgeçmiş, CV, biyografi de diyen olabilir) metnini son dakikada buldum ve hiç dokunmadan ekliyorum:
[Alper Fidaner eskileri sever.
Dünya üzerinde başlangıçtan bugüne kadar yaşamış insanların bıraktığı izlerle bağ kurmaktan, kendisini o insanların yakınında hissetmekten hoşlanıyor. Arada bir de olsa, karanlık, kanlı ve savaşlı dünyada, güzel birşeyler de olduğunu hatırlamayı ve başkalarına hatırlatmayı istiyor.
Hikaye şöyle:
1965 yılında Bursa’da doğdu. Bir yaşındayken getirildiği Ankara’yı terkedemedi. Liseden sonra girdiği okulların hiçbirini bitiremedi, askerliğini bedelli yaptı.
1983’te amatör olarak başladığı fotografçılığı kısa bir süre içinde geçim kaynağı olarak görüp meslek edindi. Güneş, Akşam, Siyah Beyaz ve Evrensel gazeteleri ile Milliyet ArtıHaber dergisinde fotografçı ve fotograf editörü olarak çalıştı. Reuters haber ajansı, Aktüel dergisi ve başka bir çok dergi için fotograflar çekti. Bir kaç televizyon programının yapımında çalıştı. Bir süre reklam sektöründe fotografçılık, grafikerlik ve görsel yönetmenlik yaptı; kaset ve kitap kapağı, afiş, broşür, katalog, web tasarımları hazırladı.
Ankara Fotograf Sanatçıları Derneği’nde (afsad) fotograf seminerlerinde eğitmenlik, yönetim kurulu üyeliği, Fotograf dergisi yayın kurulu üyeliği yaptı. Bir dönem, derneğin yeniden yapılandırılması için gerçekleştirilen çalışmalara katıldı. Çalışmaların engellenmesi üzerine afsad’la ilişkisini kesti.
Kadir Aktay ve Hafize Kaynarca ile birlikte kurduğu Fotografevi’nde dersler verdi, atölyeler düzenledi. Bilkent Üniversitesi Fotograf Topluluğu’nda, Numune Hastanesi Fotograf Kulübü’nde, Ankara Kültürevi’nde fotograf dersleri verdi. Bir süre Ideefixe’te fotograf danışmanlığı yaptı.
Çok sayıda karma sergiye katıldı. Serdar Atay, Ahmet Sabuncu ve Kadir Aktay ile ortak sergiler açtı. Ulusal ve uluslararası fotograf yarışmalarında çok sayıda ödül ve mansiyon kazandı. Bu ödüllerin pek bir işe yaramadığını çabuk farkedip, yarışmalara katılmaktan vazgeçti. Aralarında aşk acılarını anlatan Akrep Burcu Günleri ile Orhan Pamuk’un kitaplarındaki İstanbul atmosferini görsel bir anlatıma dönüştürme niyeti taşıyan İstanbul: Karamelek’in de bulunduğu on küsur saydam gösterisi hazırladı ve bunların bir kısmını bıkıp usanmadan, çeşitli yerlerde tekrar tekrar gösterdi.
Radyo Arkadaş’ta program yapımcılığı, yayın koordinatörlüğü yaptı. Metin Solmaz’la birlikte Müzük dergisinin yapımı ve yayınında emeği geçti. Aklına estikçe Müzük’e ve başka birkaç dergiye müzik yazıları yazdı. Çocukluğundan beri içli dışlı yaşadığı plakları bir ara derleyip toparladı, sayılarını çoğaltıp eksiklerini tamamladı, ciddi bir 45’lik ve taş plak kolleksiyonu haline getirdi..
Ankara’da ve İstanbul’da çeşitli barlarda “eski45likler” çaldı, çalıyor…
TRT’de yapımcılığını ve yönetmenliğini Ahmet S. Sabuncu’nun yaptığı Kırkbeşlik adlı pop müzik tarihi programında sunuculuk, danışmanlık ve metin yazarlığı yaptı. Aynı ekibin hazırladığı Eurovision Maceramız adlı belgeselin de metinlerini yazdı, danışmanlığını yaptı…
Nasıl bir adam bu?
Kadınların ve sokakların fotografını çekmeyi, sinemada filmin sonundaki yazıları okumayı, Man Ray’i, Andre Kertesz’i, Duane Michels’ı, Jan Saudek’i, Wim Wenders’i, Lars Von Trier’i, Leo Carax’ı, Federico Fellini’yi, Stanley Kubrick’i, François Truffout’yu (nasıl yazılıyordu?), François Ozon’u, Humphrey Bogart’ı, Nicole Kidman’ı, Milla Jovovich’i, Pulp Fiction’daki haliyle Uma Thurman’ı, Leonard Cohen’i, Janis Joplin’i, Joan Baez’i, Tom Waits’i, Nick Cave’i, Patti Smith’i, Seyyan Hanım’ı ve Türkçe tangoları, Neşe Karaböcek’i, polisiye romanları, siyah beyaz ya da technicolor eski filmleri, Tenedos Café ile Serap ve Tayfası’nı, şekersiz koyu kahveyi, Tekel’in acıbadem likörünü (o da tarih oldu), pahalı konyakları, sert sigaraları, buldukça para harcamayı, eski sevgililerinin pek çoğunu, Panter*’i ve hatırladığı/hatırlamadığı daha başka bir sürü şeyi seviyor.
Tiyatrodan, şiirden, evlilik müessesesinden, otomobil sahibi olma fikrinden, hırslı olmayı matah birşey sananlardan, jelibon cinsi naylon şekerlerden, süpermarket sinemalarından, nemrut sahaflardan, fotograf gezilerinden, düzenden, gelecek planlarından ve futboldan hiç hoşlanmıyor, uzak duruyor.
Woody Allen’ın Zelig’ine benzeyen değişken, tutarsız insanların hayatını aksatmasına ve sinirlerini bozmasına izin vermemeye uğraşıyor. Ama ne mümkün…
Akün sinemasının kapanmasını, artık Ankara’yı terketme zamanının geldiğine dair bir işaret olarak görüyor. Yine de şehrin arkasından geleceği korkusundan olsa gerek, yıllardır gitme kararı veremiyor. Oysa şehir çoktan onu bırakıp gitti.
Geçimini Fotograf Sinema Ankara’da fotograf dersleri vererek, free-lance fotografçılık ve internet sitesi editörlüğü yaparak sağlamaya çalışırken, bir yandan da kırkbeşlik macerasına devam ediyor… Bu iş nereye kadar sürer, bilmiyor.]
*Panter, Alper Fidaner’in on küsur yıl birlikte yaşadığı parlak kara, çok güzel, sinirli, huysuz ve saldırgan bir kedi kız. Tanıyanlar unutamıyor…
_o_4_o_
Ayşin Zoe Güneş
Canım Alper,
Umarım içimizde oluşan bu büyük boşluk bir veda ve bu da bir veda mektubu değildir.
Ben seni nasıl tanımlayabileceğimi bilemedim hiç, çünkü dostum desem bana yetmeyecekti, ağabeyim ve yer yer babam desem sen yaşlı hissedip haklı olarak kızacaktın. En nihayetinde seni bir “yer” gibi tanımlamayı uygun buldum, başta mesafeli yaklaşsan da kısa bir süre sonra senin de hoşuna gitti bu “yer” olma hali. İnsana iyi gelen, kendini hatırlatan, aydınlık olmakla birlikte ışığın durumuna göre zaman zaman gölgeli ve karanlık, içinden başka başka mevsimler geçen, fakat hep huzurlu seslerin duyulduğu, an ile inceliğin iç içe geçtiği, zerafetin herhangi bir gösterişe gerek duymadan aktığı bir yer.
Bu ve başka birçok nedenle hayatımdaki yerin çok özel, çok biricik oldu hep. Bir çıkmaza düştüğümde olasılıklardan bahsedip, seçme özgürlüğüm olduğunu hep hatırlatarak, en iyi bildiğini öğütledin. Çok mutlu olduğumda “kutlayalım şekerim” diyerek gülümsemeli sohbetlerle sevincimi benimle birlikte kucakladın. Çok üzgün ve kederli olduğumda, “dur geliyorum” diyerek 10-15 dakika içinde o an mutfaktaki malzemelerle şahane lezzetlere ulaşıp taçlandırdığın soslu makarnayı patlatıp, iyi gelecek bir şarkı veya film açıp gündelik mevzulara dalarak bütün üzüntümü dağıttın. Çok sevdiğin ve o anda radyoda çalan klasik müzik eşliğinde Calvino veya Man Rey konuşurken “bak şu an çok karikatürize bir entelektüel görünüm içindeyiz, acilen grunge olmamız lazım” diyerek lafını kestiğimde kahkaha atıp yapay ve yersiz endişeme eşlik ettin. Kendi evim dahil hiçbir yere sığamadığımda sana gelip punk gibi o pembe kanepeni adeta işgal ederek oracıkta bir hayat kurdum, zaman zaman tahammül sınırlarını zorladım, bunları bile incelikle kucakladın. 16 yaşımdan beri bana kalbini, aklını, evini açtın. En zor ve en güzel zamanlarımda hep yanımda oldun. Birbirimizi bazen kızdırsak da asla incitmedik. Sen bana çok güzel baktın, beni çok güzel gördün. Ne mutlu ki bu sadece bana has bir durum da olmadı, baktığın herkesi çok güzel gördüğünü yapılan paylaşımlardan anlıyorum. Şimdi hepimizin kalbinde, veda olmadığını umduğum o büyük boşluk var.
Umarım kendine has zerafetini yeterince kucaklayabilmiş ve bunun ne kadar değerli olduğunu sana da hissettirebilmişimdir. Umarım bir yerlerde, başka boyuta geçen insanların sevdikleriyle buluştuğu bir kurgu gerçekten vardır.
Seni çok seviyorum.
_o_5_o_
Besim Can Zırh
Alper Fidaner ile tanışıyordum, yakından değil ama Asi Keçi çevresinden arkadaşlarıyla olağan arkadaşlıklarım üzerinden; ama tanıyordum. Ankara'da 1990'lardan 2000'lere uzanan bir kuşağın temsilcisi, bu kuşak belleğinin bu boyutta bir taşıyıcısı olduğunu biliyordum. Arkadaş Radyo'dan, Engürü'den 45'liklere ve sonrasına; pek çokları Ankara'dan, Türkiye'den ayrılan bu kuşağın Ankara'da kalan, Ankara'ya dokunarak üretmeye devam eden bir temsilcisi olarak izliyordum. Temmuz'un en sıcak günlerinden birine denk gelen Karşıyaka'daki cenazesinin sonrasında Alerta'daki vedasının farklı kuşaklardan insanların buluşmasına vesile olmasıyla idrak ettiğim bir tanışıklıkla...
Alper'i uğurladık ve gelip Alerta'da Alper'in altına sıralandık (Alper ekranda), 28 Temmuz 2025, sanırım ben çekmiştim.
_o_6_o_
Büjgan
Alper “The Witty”
Tanju bana hakkında bir şeyler yazmam için ulaştığında, aklımdan ilk geçen “Yalnızca üç kere gördüğüm Alper Fidaner’i yazacak kişi ben değilim sanki?” düşüncesiydi. Son zamanlarda çok fazla bunu yapacak kişi ben değilim sanki cümlesini kurar olduğumu fark ediyorum. Sanatçı olma yolunda endişe dikenleridir bunlar deyip, üzerine biraz düşünüyorum. “Neden olmasın, tabi ki yazarım.” diyorum. Bir şeye yeterli olmakla, birini tanıma ve o kişiye yakınlık hiyerarşisinde kendine yer bulamamak arasında paralellikler var gibi geliyor. Oysa duyguların astı ve üstü görecelidir.
Alper, ona Alper dememi, abi kelimesinin ona aşırı yaşlı hissettirdiğini söylemişti, zaten hiç de abi biri değildi, tanıdığım sinerjisi en yüksek insanlardan biriydi. Onunla ilk tanıştığımda önyargılar denizinden bir demetle kapısındaydım. Evinin kapısında gülümseyince bir yarısı, ona dair eleştirilerimi, şu an hoyratlık seviyesinden pişman olsam da, duyduğunda verdiği yumuşacık tepkilerle de diğer yarısı gitmişti o denizin. Geçirdiğimiz birkaç saatin sonunda onlarca kadını nasıl bir diyalog kurarak çektiğini, nasıl bir iletişim yeteneği olduğunu, fotoğraf çekmenin hazzının hastalığına “o anlık” çok iyi geldiğini görmüş, çok iyi anlamıştım. Erkek fotoğrafçıların, kadınları nü ve görece erotik anlatılarda çekme sevdasından sıkılmış, bu sahneyi beş bin kere görmüş biri olarak, onun da onlar arasında olduğunu düşünmem benim hatam, hatta sığlığımmış, bunu da gördüm. Anladığımda, onunla hiç tanışmadan bile çok samimi hissetmemize sebep olan dobralığın da verdiği yetkiye dayanarak, bunları filtresiz bir şekilde onunla paylaşmıştım. Karşısında çok büyük tepkiler alabilecekken, kendine has alaycı gülüşü ve sarkastik bir şakayla karşılık vermesi beni onun kendine ait bir “erkeklik” oluşturduğuna ikna etmiş, kanımı beş kere daha ısındırmıştı.
Büjgan: "Arkhe’de Fotoğraf Kampı’nda verdiğim ders için hazırladığım sunumun ilk sayfası."
Henüz daha ilk buluşmada, bana sadece kendi yaptığı vişne likörünün, kendi eserlerinden birini hediye olarak almanın, hayatımda çekildiğim en iyi portrelerden birini, Maier’imin Lubitel’ini kullanma keyfini, buzlu bira adlı o muhteşem Türk Sanat Müziği eserinin güzelliğini tattırmamış, aynı zamanda fotoğraf çekerken heyecandan nefessiz kalmanın, hayata tutunma yollarından biri olduğunun, yalnız olmadığımın ve fotoğraf var oldukça asla olmayacak olmanın, yaşlar ve önyargılar ötesinde bir dostluk kurmanın, cömertliğin ve elle yaratılan neşenin güzelliğini de hatırlatmıştı.
Onun hakkında yazarken, dört beş gecedir düşünüyorum. İngilizce’de nüktedan, sarkastik, kinayeli şakalar yapan anlamları taşıyan “witty” kelimesi ilk defa ne zaman kullanıldı bilmiyorum ama Alper’in bir parmağı olduğu çok açık. Ona dair tarifim bu, dünyayla alay eden. Ama, O’nu tarif edecekler belki de daha yakın dostları ve dünyada vakitlerini onunla daha çok geçirme şansına erişmiş insanlardır diye düşündüm bu sabah. Bana da anlatması zor bir insanın yasını bir fotoğraf dersinde tutmak, onu bir kelimeyle anmak ve sabaha karşı bunları yazmak kaldı.
2025'in ilk ayları, Büjgan ve Alper, Sarper Gökbulut objektifinden.
_o_C_o_
Caner Fidaner
Alper'in Uçtuğu Gün
Kardeşim Alper 27 Temmuz 2025 günü öğle üzeri, uzunca bir süredir istirahat ettiği yatak odasının balkon kapısından çıktı, uçup gitti. Arkasından bakakaldım.
İlk kez doğumundan hemen sonra, annemizin kucağında görmüştüm onu. Bursa’daydık. Ortaokul birinci sınıf öğrencisiydim, 29 Ekim töreni provalarından çıkıp hastaneye gitmiştim. O gün üzerimde okul formalı ceketim, elimde beyaz tören eldivenleri vardı. Beni ilk gördüğünde resmi kıyafetli olduğum için herhalde, hayat boyu bana hep az biraz mesafeli bir saygı duydu Alper.
İnsanlarla kurduğu ilişkinin büyüsünü hiçbir zaman çözemedim. “Sende şeytan tüyü var!” gibi, bilimin olmasa da kültürün bir parçası olan ünlü cümle, yapabildiğim tek açıklama olarak kaldı yıllar boyu.
İki kardeştik, ben evden kaçan olmuştum, o evde kalan. Kısa süreli ayrılmalarını saymazsak elli yılın üstünde yaşadı Alper, aile evimizde.
Kendimi babamın oğlu sayardım, Alper ise bana göre annemizin oğluydu. Annemizin makyaj masasını onlarca yıl elden çıkaramaması da bundandı, bence. Bu yüzden o makyaj masasının da Alper’in ardından, daracık balkon kapısından çıkıp uçmasını, havada süzülerek yok olmasını hiç yadırgamadım.
Fakat uçup gidenler yalnızca annemizden kalanlar olmadı, babamın ben doğmadan önce edindiği 1950’li yılların başlarına ait Varlık dergisi ciltleri, yine o dönemden kalma Varlık kitapları filan da makyaj masasını takip ettiler, onlar da bulutların arasında gittikçe küçüldüler, gözden kayboldular. Geride döşemesi, duvarları, tavanı, muhtelif eşyalarıyla yalnızlaşmış bir ev kaldı.
Gece salonda yatmış, balkon kapısını da açık bırakmıştım. Hava aydınlandığında uyandım, doğruldum, şaşkın şaşkın etrafıma baktım, çünkü artık ev boş değildi. Açık kapıdan içeriye anılar süzülmüş, çevremi doldurmuşlardı. Bir süre arkaları kesilmedi, geldikçe geldiler. Aklım başıma geldiğinde duvarlar, masa üstleri, tavan köşeleri çocukluğumuzdan, gençliğimizden, ileri yaşımızdan olayların kimileri hafif bulanık, kimileri daha net izleriyle doldu. Sonra ardından Alper’in arkadaşları sökün etti, buldukları her boşluktan eve girdiler. Bazıları birer gölgeydi, bazıları seslerden ibaretti. Aralarında üç boyutlu görüntülere dönüşmüşler ya da elle tutulur gözle görünür olanlar da vardı. Kimileriyle konuştum, sarılıştım, ağlaştım.
Velhasılıkelam Alper’in uçup gitmesinden sonra hem yalnızlaştım, hem de zenginleştim. Her kayıptan sonra olduğu gibi bu sefer de biraz daha büyüdüm.
Ya da bana öyle geliyor.
Fidaner kardeşler: 9 Mart 2024. 1 yıla yakın Alper'e bakım emeği veren Mercan'la, 24 Eylül 2023.
Kırk Birinci Mum
Bir sevdiği öldü mü insanın
o akşam yüreğinde
kırk bir tane mum yanarmış
Ertesi gün mumlardan biri sönermiş
ertesi gün biri daha
sönermiş
ertesi gün
biri daha
sönermiş
her gün
mumlardan biri
sönermiş
ta ki
bir tane yanan mum kalana kadar
O hiç sönmezmiş
yanarmış hep
yanarmış hep
yanarmış
hep
yanarmış
_o_7_o_
Demet Altıntaş
Canım Alper’im, biricik dostum,
Bir dostluk ne kadar güzel yaşanabilirse, o kadar güzelini yaşattı bize.
Son iki yılda hem çok kahkaha attık hem de çok dramatik anlar yaşadık. Alpercim, izahın olmadığı yerde mizah yapardı. Bir gün radyoterapi hocasını beklerken -yaklaşık üç saat beklemiştik- “Zaten azıcık ömrüm kaldı, bir de burada bekletiyorlar…” demişti de epey gülmüştük.
Alper bizi hep çok güldürürdü…
Alpercim, tıp kitaplarına da konu olmuştu. Küçük hücreli akciğer kanseriyle ilgili bir akademik kitapta fotoğrafı çıkmıştı. “Bunu paylaş: Alper öldü, ben morgdayım yaz.” diyecek kadar kendiyle espri yapabilirdi…
Seni çok seviyorum, canım Alper’im. Boğazıma dizdiğin taşlar bir gün yutkunmama müsaade eder umarım…
2020, Alerta'ya doğru... 19 Mart 2022.
_o_8_o_
Didem Ünal Demir
Bir mevzuda, haberde, post’ta, fotoğrafta, şarkıda ya da filmde ben düşünürken Alper sol kulağımdan her zamanki haliyle diyeceğini diyorsa, bu bende hâlâ oluyorsa, ötelerde değildir.
Sadece Alper’in verebileceği yanıtları tam da Alper’in söyleyeceği şekilde duyuyorsam, her şeye rağmen huysuz ve her şeye rağmen komik “hıh”layan ses tonuyla üstelik, fazla uzaklaşmış olamaz.
Sevenlerinin hatıralarında ve zihninde yer eden Alper hep yakınlarda olacak.
14 Kasım 2022, dışarıda son kadehler. Genco, Oya, Mehmet, Didem, Ceren, Alper, Pınar. 2013, Esra Kaya'nın objektifinden.
_o_9_o_
Duygu Altınordu
Alper’in Ardından
Alper’i kaybetmenin tarifini yapmak çok zor. 25'imde tanıdığım, 13 yıldır hayatımda olan, hem dostum, hem sırdaşım, hem de ilham kaynağımdı. Bugün onu anlatmaya çalışmak, kelimeleri yan yana getirmek hiç kolay değil. Çünkü Alper yalnızca bir arkadaş değil, bulunduğu her ortama ışık getiren, dokunduğu her şeye değer katan bir insandı.
O, yeteneğiyle, zekâsıyla ve üretkenliğiyle herkeste hayranlık uyandıran biriydi. Geride sadece güzel anılar değil, aynı zamanda birçok eser, iz, hatıra bıraktı. Alper'in yaptığı her şeyde yüreği vardı. Onunla aynı döneme, aynı hayata denk gelmek büyük bir şanstı.
İnsanların sevgisini kazanmak kolay değildir; ama Alper bunu doğal haliyle, olduğu gibi olarak başarırdı. Onu tanıyan herkes onun ne kadar özel biri olduğunu bilir. İyi bir dosttu, iyi bir insan, iyi bir ruhtu.
Seni çok özleyeceğim, canım...
Sesini duymayı, fikirlerini dinlemeyi, bir şeyleri seninle paylaşmayı…
Bir şey düşündüğümde “Alper olsa ne derdi?” diye soracağım kendime.
Bir şeye güldüğümde, seninle de paylaşmak isteyeceğim.
Ve her seferinde içimden geçeceksin, sessizce ama güçlü bir şekilde…
"güzelim dünya elveda,
ve merhaba
k a i n a t . . .
27 Temmuz 2025, 11:55"
Bir gün kainatta, belki de Satürn'ün halkasına oturup istediğimiz tüm şarkıları çalıp, en benzersiz fotoğrafları çekeceğiz.
Sözleştiğimiz gibi.
O güne kadar hoşça kal...
Senin deyiminle,
Gecelerin prensesi Duygu Altınordu
29 Ekim 2012
_o_10_o_
Ebru Ceylan
Alper Fidaner, benim fotoğrafla, sanatla, yaşadığım kentle (Ankara), aslında hayat denilen o mucizevi duyguyla tanışmaya başladığım ilk gençlik yıllarıma ait bir duygudur en çok.
Yani bugün beni ben yapan her türlü ilgimin, eğilimimin oluşmaya başladığı zamanlara ait en güçlü referans noktalarından biridir. Tıpkı Engürü Kahvesi ve Fotoğrafevi gibi.
Onun, yaptığı işlerle ve hayatla kurduğu sakin, sade, aslında bir bakıma kapalı sayılabilecek ama mesut ilişkinin yaydığı huzurlu atmosfer, ben ve çevresindeki herkes için Ankara'nın ve Alper'in her zaman “orada duran” bir anayurt, yuva duygusu yaratmasındaki en büyük etkenlerden biridir diye düşünüyorum. Ondaki o yerleşiklik durumu, yıllar geçse de değişmez olan o töz, bizi zamanın uçuculuğuna, hayatın geçiciliğine karşı koruyan ve rahatlatan bir teselli gibiydi adeta. Tıpkı sevdiğimiz eski bir fotoğraf gibi, hayatı zamanın dışına taşıyan ve ölümsüz kılan.
Alper, fotoğrafı, sinemayı, eski 45’likleri, fotografik ilginç yüzleri ve güzel kızları çok severdi. Ve de arkadaşlarını. Kendine bunlardan oluşan küçük ve mutlu bir dünya kurdu. Ve onu tanıdığım 30 yıl boyunca bu dünyaya gönüllü bir sadakat içinde yaşadı. Her ne kadar asi bir ruha sahip olsa da, aslında bir yandan da asil bir Ankara beyefendisiydi.
Vefatından yaklaşık bir ay kadar önce Ankara'ya, ona uğradığımda, onu, hastalığından ötürü doğal olarak bir öncekinden daha kötü durumda görmüş ve beni tanıdığından bile emin olamamıştım. Güneş Sokak'taki, arka bahçeli eski Ankara apartmanlarının en güzel örneklerinden biri olan dairesinde oturduğumuz yaklaşık 1 saat boyunca, konuşmalara katılamamış ve daha çok abisi Caner'le olan sohbetimizi yarı bilinçli bir şekilde izlemek zorunda kalmıştı. Şimdiyse ona dair hatırlayacağım en hüzünlü an, o gün onun evinden ayrılırken, oturduğu tekerlekli sandalyesinden, sessizce elimi tutup öpmesi olacak. O gün bu tuhaf ve Alper’den hiç beklemediğim duygusal hareketi, zarif bir vedaya yormuştum. Gerçekten de öyleymiş.
Çok üzgünüm, insanın uzun yıllardır tanıdığı arkadaşları giderken, insanın ömründen de sanki birer parça alıp götürüyormuş. Biraz geçmişinden, biraz geleceğinden. Evet ölenle ölünmüyor ama azalıyor insan. Tuhaf duygular. Neyse ki fotoğraflar var…
1 Mayıs 2014, Alper, Nuri Bilge, Ebru. Tunalı. Nuri Bilge Ceylan Fotoğraf Sergisi, Cermodern, 2015.
_o_11_o_
Emine Kart
Alper’le yollarımız 1987 yılında, AFSAD kursuna başladığım günlerde kesişti. Bir gün AFSAD’a gittiğimde, masanın başında sessizce çalışan birini gördüm. Alper’di. O dönem AFSAD’ın dergisinin mizanpajını yapıyordu. Ben de sessizce yanına oturur, saatlerce onu izlerdim.
Zamanla arkadaşlığımız derinleşti. Birlikte sayısız anı biriktirdik. O yıllarda AFSAD, Fevzi Çakmak Caddesi’nin teras katındaydı. Terasta yaptığımız su savaşları, karanlık odada baskı için sabahladığımız geceler, çekim gezileri… Tüm bunlar dostluğumuzu daha da güçlendirdi.
Bir gün, ters ışıkta fotoğraf çekmek için Ankara Kalesi’ne gitmiştik. Orada çektiği fotoğrafları çok sevmiştim. İkisini bana hediye etti; hâlâ bende dururlar. Evlenirken davetiye fotoğrafımı, onun önerisiyle, yine Alper çekmiş ve hazırlamıştı.
Alper, sakinliğiyle, yaşama verdiği değerle ve o değeri yaşama biçimiyle özel bir insandı. Çok iyi bir fotoğraf gözü vardı. Bir gün İFSAK’ın Uluslararası Yarışması’na fotoğraf göndermem gerekiyordu. Karanlık odaya birlikte girdik. Yedigöller civarında çektiğim, orman köylülerini gösteren bir fotoğraf vardı. Net olmadığını düşündüğüm için basmak istemiyordum. Alper ısrar etti. Sonunda kabul ettim ve o fotoğrafı birlikte bastık. Yarışmada ödül alan kare, işte o, Alper’in seçtiği fotoğraf oldu.
Sonra yollarımız yirmi yıl kadar ayrı düştü. Ta ki Gezi’ye kadar…
Alper, güzel yaşadı. Son dönemleri hariç…
Canım arkadaşım… Işığının izi, dokunduğu insanların üzerinde hâlâ parlıyor.
_o_12_o_
Emrah Dönmez
Seni seviyorum güzel adam.
18 Şubat 2019 28 Mart 2023
_o_13_o_
Eşref Kaçmaz
Alper abiyi 1996 yılında, ben Engürü Kahvesi’nde komi olarak işe başladığımda tanıma şansım oldu. O zamanlar çok genç ve tecrübesizdim; ortama uyum sağlamaya çalışıyordum. Alper abi ise sakinliği, neşesi ve naifliğiyle Engürü Kahve’nin en özel insanlarındandı. Onu çok severdim. Dinlemeyi bilen, tatlı dili sebebiyle herkesle teması olan biriydi.
Zamanla aramızda güzel bir arkadaşlık gelişti. Çalıştığımız yer sadece bir iş ortamı değil, bir aile gibiydi bizim için. Alper abiyle düzenli olarak haberleşmeye hep devam ettik. Bayramlarını kutlar, doğum günlerinde mesaj atardım. O da aynı samimiyetle karşılık verirdi. Sıcak yazışmalarımız mutlu etmiştir hep beni.
Hastalandığını duyduğumda çok üzülmüştüm. Ama yine de iletişimimiz sürdü; zaman zaman yine haberleştik, birbirimize hal hatır sorduk. Onun gücünü ve hayat enerjisini her zaman takdir etmişimdir. Bu yüzden ölüm haberini aldığımda gerçekten çok üzüldüm. Sanki bir parçam eksilmiş gibi hissettim.
Son yıllarda Engürü'den tanıdığım, birlikte çalıştığım güzel insanların birer birer aramızdan ayrılması içimi çok acıtıyor. Her biriyle yaşadığım anılar, birlikte gülüşler benim içimde hep kalacak ama yoklukları derin bir boşluk bırakıyor. İnsan bu tür kayıpları kabul etmekte gerçekten zorlanıyor. Alper abi de bu değerli hatıraların en kıymetlilerinden biri olarak kalacak kalbimde.
2014 Muhabbet Sokakları, Ortaköy, 2013
_o_14_o_
Ferdağ Karagözler Köroğlu
Canım Alper’ciğim,
Senin gittiğini en çok, birkaç gün önce Ankara’ya geldiğimde anladım sanırım. Çok zor geldi. Oraya gelince “gezilecek görülecek yerler” arasında hep birinci sıradaydın. Kitapları başımın üzerine koyup yürütmenin dışında epey emek verdin bana. Her gelişimde tiyatro, bale, konserler ayarlardın. Acayip keyifliydi. Saatler süren sohbetlerimizi ne çok özleyeceğim. Zaman zaman bana kızar küserdin. Niye bunu yaptığını sorduğumda: “Başka kimseye böyle sert konuşmuyorum, sen nasılsa affedersin diye böyle yapıyorum” gibi sinir bozucu şeyler söylerdin. Ama maalesef doğruydu da…
Orijinal bir adamsın gerçekten. Her boku biliyor sözü, senin için söylenmiş kesin. En son bana “kuğular” hatta beyaz olanları hakkında bir sürü şey anlatmıştın. Belki de uydurdun kontrol etmedim :). Uzun zamandır dışarı çıkmadığın için (Alerta dışında) her istediğini ıncık cıncık tarif ederek isteme konusunda uzmandın mesela. Oturduğun yerden bütün Ankara’yı yönetiyor gibiydin. Özel zevklerin çoktu. Mabel portakal parçacıklı çikolatalar, Paşabahçe misket limonu kolonyalar başka kimin aklına gelir bilemiyorum :))).
Yukarıya bakıp yazdıklarımı okuduğumda hepsi yetersiz kalıyor hislerimin yanında. Seninle öyle çok şey paylaştık ki… Geçenlerde evine gittiğimde aklıma bu evin yapılışı geldi. Her şeyi ile Tanju ilgilenmişti. Her aşamada yıkık dökük yerlerin fotoğraflarını gönderir fikir isterdin. Sonra yine bildiğini yapardın. Evdeki her yerin ilk tamamlanmış halini gördüğümü hatırladım çevreme bakınca. Ne mutlu olmuştun bittiğinde. Behlül’ün kaçması, deliler gibi onu araman... Bu kadar uzaktan ne kadar da yakındık seninle. Şimdi de çok uzakta olduğunu sanmıyorum. Çünkü meraklısın ve hepimizi takip edeceksin biliyorum. Zarafetin, entelektüelliğin, sanatçılığın ve en önemlisi, o yumuşacık güzel kalbin ile çok özel bir insansın. Sana sarılıp göbüşüne sevgiyle yatıyorum. Güle güle canım dostum…
_o_15_o_
Genco Dönmez
40 yıllık dostum, nerdeyse öbür yarım gibiydi. Gitti. (Dostluğun içinde yemek konuşmanın, yemenin rolü ayrı konu.)
3 Kasım 2023, Hastane öğlen arasında Emek 90 sokak Karadeniz Pide'ye Kaçış, Alper-Genco-Tanju.
_o_16_o_
Gül Abus Semerci
Cool ve natürel bir adamdı Alper. Hani kasıntı bir coolluk vardır ya, Alper öyle değildi, aynı zamanda kendini bu adamın yanında rahat da hissederdin. Hakikaten zarifti, centilmendi ve daha bir sürü iyi bir şeydi Alper. Şimdi düşünüyorum da, en ufak kötü bir hissim olmadı Alper’le alakalı. Bir de nedense ona çok güldüğümü hatırlıyorum. Komik olmaya çalışmadan nasıl komik olabiliyordu, hala hayret ederim buna.
Gül Abus'un 2 kitabının da kapak fotoğrafı Alper'e ait.
İyi bir fotoğrafçıydı Alper. İki kitabımın kapağını o çekmişti. Ama asıl kızıma hamileyken “doğuracaksın artık, hadi çekelim şu fotoğraflarını” demişti. Elimde büyükçe bir ekmek bıçağı… Bıçağı koca karnıma saplayacakmış gibi pozlar vermişim filan… Sene 1999, çok genciz, ilginç olma hevesimiz, arayışlarımız, artistik bir halimiz filan da var tabi… O fotoğrafların peşine ben de seneler sonra düştüm. “Kötü bir arşivciyim Gül” demişti, taşınmış, ev tadilat filan görmüş, hemen hepsi çoktan yok olmuş.
2-3 senede bir feysbukta yazışırdık, “Çektiğin kadınlar da, fotoğraflar da çok havalı, neden İstanbul’a hiç gelmek istemedin” diye sormuştum. “Gelirsem ünlü olurum Gül, çok fena olur o zaman” gibisinden bir şey yazmıştı:)
Yani kısacası özel bir adamdı Alper ve daha bir sürü iyi bir şeydi… Halen çok üzgünüm…
_o_17_o_
Gülsüm Postacı
Alper, içimde bir yere oturuyor. Ne yana dönsem orada. Gülüğümüz şarkılardan, birlikte sustuğumuz cümlelere kadar her şey başka bir yankıyla dönüyor şimdi. Tamam; Mandrake, Kızılmaske, Gordon… Sonra Red Kit, Tenten diyorum; senin inadına yenik düşüyorum bugün. Zagor da fena sayılmaz; ama oğlum bunların hepsi erkek be.
Güneş Sokak’taki o pencere hala açık mı bilmiyorum, seni hep orada göreceğim. Bana son kez el sallayan halinle… Hiçbir şey dramatik değil aslında. Her şey olduğu gibi. Çok eksik. Senin cümlelerin eksik mesela. Yine yırtsaydın ne iyi olurdu.
“Madonna olmak diye bir şey var.”
“Bu dünya bizim değil, Ya Sonra’yı Levent Yüksel’in sananların dünyası.”
“Tarkan kral olsun. Çok kral biri.”
Galiba biraz daha içimizde kalacağız bugün. Ölüm yok Tuana uyan, oy vermeye gideceğiz. Gün gelir zorbalar kalmaz gider. O gün geldiğinde… Rakıyla hiç aram yok. Evinin direği Sava’yı içeceğiz. Yani aslında patlayan köpüklü şarap.
Ajda iyi, için rahat olsun.
2013, bir afiş için objektif karşısında Alper.
_o_18_o_
Hasan Nami Güner
Hasan Nami: "Bu foto 83 yılından. Akdeniz çay bahçesi. Eski Fransız kültür yanı."
_o_19_o_
Metin Solmaz
Yüksek sanattan cadı fotoğrafçılığına Alper
Alper harikulade, atipik, ters köşe, fikir sahibi mükemmel bir fotoğrafçıydı. Öznesizdi. Büyük fotoğraftan ve içinde kaybolmaktan yanaydı. Bir çeşit Dogme Manifestosu’nun fotoğraftaki karşılığıydı. Yüksek sanat çevrelerinde takdir de görürdü. Orhan Pamuk’tan meşhur fotoğraf sanatçılarına güzel cümleler onun için kurulurdu. Saydam gösterileri dolar taşardı. Yarışmalar kazanırdı. Birkaç saatte çekip gösterip nam saldığına şahitim.
Nasıl oldu da sanatı sepeti bırakıp filtreli bir cadı fotoğrafçısına dönüştü?
(Bu mini yazı bir çeşit iç tartışma. Okurdan özür dilerim içimi yazıda tartıştığım için. Ama bazılarına ilginç gelecektir en azından diye düşünüyorum.)
Fotoğrafı çok; ama hakikaten fazla biliyordu. Bir şeyi lüzumundan fazla bilenlerin yaptıkları şeyi beğenememeleri yüzünden yapmalarını zorlaştıran durumu umursamayacak kadar da punk idi.
Ama o bir Alper’di. Fotoğraf dünyası çok hızlı ilerliyordu. Alper ise Güneş sokaktaki evinden 100 metre ilerideki Amelie’s’e bile hızlı ilerleyemezdi. Nitekim üşendi. Sonra Murat Meriç’le 45’likler alemine dalınca hayat daha kolay geldi. Fotoğrafa da daha pragmatik yaklaşmaya başladı. Sanatının avucundan kaydığını gördü bildi üzüldü ama çok da üzülmedi.
Alper’in bunları okuyamıyor oluşuna çok üzgünüm. Neyse ki yaşarken de söylemiştim bunları ona. Ne mi demişti? O bir Alper. Böyle kendisiyle ilgili riskli zamanlarda konuşmaz. O aşırı sempatik gülüşünü üzerime sprey edip susmuştu. Konuşturmaya çalışınca da geçiştirmişti.
Alper için onun nefret ettiği ve biz eğleniyoruz diye de çok gıcık kaptığı şarkıyı çalıyorum. Her neredeyse artık bizim bu kitsch yanımıza kızamaz. Sana gelsin Alper: Zakkum Çiçekleri.
Ekim 2024, Aykan Özener'in objektifinden 20 Aralık 2023
_o_20_o_
Murat Meriç
Siyah Beyaz, Evrensel, Radyo Arkadaş, Fikrim, Kapı 7, Dummy, JazzStop, TRT ve aklıma gelen/gelmeyen bir sürü mekân, kurum… Bunlar, birlikte düzenli “iş” yaptıklarımız. Alper, sonrasında bir sürü yerde çaldı, Edirne’den Doğubeyazıt’a uzandı, Alerta’ya demir attı. Ben de farklı mekânlarda çalarak aynı yoldan ilerledim. Arada tuhaf kesişmeler yaşandı; komşu barlarda birbirimize nanik yaparak çaldığımız bile oldu. Yıllar sonra EskiYeni’de kesiştik, Nefes’te güçlerimizi yeniden birleştirdik.
Sevdiği ama sinirlendiği bir şarkı var: “Nasıl anlatsam, nerden başlasam” diye başlayan Mazhar Fuat Özkan şarkısı… “Bir zamanlar âşık olmuştum / ama şimdi ismi neydi unuttum bak” dizelerine takılırdı. “Unutulur mu lan?” derdi her seferinde ve eklerdi: “Ben hepsini hatırlıyorum valla…” Hatırladıkları bunlardan ibaret değildi. Ankara’nın, memleket müziğinin hafızalarından biriydi. Memleket müziği dediğim pop, caz, rock. Ona yeterdi. MFÖ demeyi de sevmezdi zaten, gıcık olurdu; ağzını doldura doldura Mazhar Fuat Özkan derdi. Kimse bilmez, onları ilk keşfedenlerden biriydi. Meraklısı, bir dönemin efsane dergilerinden Yarın’ın arşivinde bir Ankara konseri sonrasında yaptığı röportajı bulabilir.
Fikrim, 2000
Fotoğrafçılığı zaten tartışılmaz. Hafızasındakilerin bir kısmını neyse ki kayıt altına almıştı. Son dönemde yaptığı işlere ısınamadım, bunu ona da söyledim ama bilhassa ‘80’li yılların sonlarında yaptıkları muazzam. Fotoğrafa meraklıysam, bir şeyler biliyorsam sayesinde.
Çıtır Çıtır, Müzük, eski45likler ve Kırkbeşlik birlikte can verdiğimiz en güzel şeyler. Bilen biliyor, uzun uzun anlatmayayım ama şunu söyleyeyim: Hepsinde eğlendik. Hem de çok eğlendik. Arada uzun bir küslüğümüz var, o bile güzeldi. Son demlerinde iştahla ve çok gülerek herkese o dönemi anlatıyordu: “İnanmazsınız şimdi ama Dost’un önünde karşılaştığımızda birbirimize ‘hıh’ yaparak geçiyorduk…” Barışmamız ayrı şenlik, bir gün bir yerde anlatırım muhakkak.
Aslında her şeyi ekteki iki fotoğraf özetliyor. Çalarken çok eğleniyorduk ve gelenlerden ziyade birbirimizle, yaptığımız işle ilgileniyorduk çünkü sürekli yeni bir şeyler öğreniyorduk. Gelenler eğleniyorsa, eğlendiğimiz için. Bugün bir eski45likler efsanesi varsa, bundan.
Çocuk gibiydi, çocuklaşarak gitti. Gözümüzün önünde eridi ama neşesinden, kahvesinden ve Munzur suyundan asla ödün vermedi… Dinlediklerinden de. Son gidişlerimden birinde bile “bak bak bunu dinle, çok acayip” diyerek tuhaf bir konser kaydı izletmişti. “Hadi len, nesini beğendin bunun” demediğim zamanlarda sevinirdi. Onu demişsem de “zaten sen müzikten hiç anlamazsın” derdi. Huysuzdu, evet.
Artık Alper yok, bir kanadımız kırık. Güzel yaşadı, iyi direndi. Bir noktada bize dokundu, bu yeter. Dile kolay, on yılım onunla dip dibe geçti. En şahane dönemim. En şahane dönemimiz. O yılların tek şahidi Panter. Bilen bilir, bilmeyenlere anlatır.
Hiç unutmam, annesini kaybettiği gün şöyle bir mesaj atmıştı: “Kurtuldu derler ya, işte ondan.” Artık annesinin yanında, ona kavuştu. Kurtuldu, evet. Ondan.
Ona son bir şey söylemem gerekseydi şu cümleleri kurardım: Hoşça kal arkadaşım. Bir gün elbet bir yerde buluşacağız. O güne dek huzurla uyu. Yaşattığın her güzel gün, öğrettiğin her güzel şarkı, birlikte geçirdiğimiz her eğlenceli gece için bin teşekkür. Bütün bunlara “hadi len, bu ne böyle vıcık vıcık” diyeceğini biliyorum ama olsun. Ben söylemiş olayım.
2003, Alper ve Murat Erol Büyükburç'la, Ahmet Selim Sabuncu'nun objektifinden.
_o_21_o_
Murat Özcan
“Günlerimiz”
Haberi aldım evde yalnızım. İlker, Nihat abi sonra da Alper... Sırada hangimiz varız acaba? Alper yüksek puanlarla girdiği Siyasal Bilgiler sonra İletişim Fakültesi vs hiçbirini bitirmedi, diploma hiç umurunda olmadı. Ülkemizde diploma için yapılan rezillikleri düşünürsek, yalnızca bu bile Alper’in nasıl bir insan olduğunu anlatmaya yeter. Dünyaya metelik vermeyen bir adamdı. Sadece en sevdiği fotoğrafı hastane odasında bile sürdürdü. O yüzden en çok da Türk fotoğrafının başı sağ olsun.
Gitardan bozma bağtarı aldım, el yordamıyla çalmaya çalışıyorum. Zülfü Livaneli’nin Yağmur Atsız’ın şiirinden bestelediği “Sessiz sitemsiz” şarkısını çalıyorum.
"Bir kitaba başlar gibi,
Koşarken yavaşlar gibi,
Ölen arkadaşlar gibi,
Sessiz, sitemsiz"
Telefon çalıyor, açıyorum Mehmet Demir, kafayı bulmuş ağlamaklı Alper’den söz ediyor, ben henüz ayığım teselli etmek de bana düşüyor. Eski günlere dönüyorum. Alper’le AFSAD’ta ilk tanışmamız, Yarın Dergisi günleri, Behice Boran anmaları. Radyo Arkadaş, genel kurul savaşları... Zafer Çarşısı’nda Nuri Bilge sergisine gitmiştik beraber. Çıplak ve Deniz’den sonra portreler çekmişti, yüzde detaylar silinmiş. Bunu nasıl yapmış diye düşünmüştük beraber, Alper çözmüştü sonunda tekniğini. O çözmeyecek de kim çözecekti, karanlık odanın efendisiydi Alper. Yıllarca Engürü’de, Ataç 2’deki stüdyosunda muhabbet ettik. Beraber iş yapmaya da kalktık ama iş para kazanmaya geldiğinde o benden de beceriksizdi. Bir hayal kurmuştum Engürü Kahvesi’nde otururken, bir arkadaşa da söylemiştim;
“Bir gün zengin olursam bu kahvedeki bazı arkadaşları koruma altına alacağım, hiç çalışmasınlar sevdikleri şeyi yapsınlar. Pek masraflı adam da değil hiçbiri; araba, yat, kat hayali yok hiçbirinin. Sigara, çay, akşamları da birkaç bira hepi topu. Alper mesela hep fotoğraf çeksin, Tamer hep kitap okusun, Bülent şiir ve eleştiri yazsın, Kerkük türküsü söylesin…”
Tabi olmadı, ben de bu konuda pek becerikli sayılmam, hayal işte...
Siyah Beyaz Gazetesi kurulduğunda da birlikte başladık, Alper şefimizdi. Karanlık odada ağzında sigara tek gözüyle negatif rulosunu baş ve işaret parmağı arasında sıvazlar, şak diye en iyi kareyi bulurdu her zaman. Birbirinden bağımsız bir sürü güzel fotoğraf çekiyorduk ama öykülü seri fotoğrafın kıymetini ondan öğrendik. Mamak çöplüğünde haber fotoğrafı diye çektiğim bir makara fotoyu onun tavsiyesi ile basmış ve bayağı bir ödül almıştım o seriyle. Gündüz vakti 400 ASA filmi 1600’e zorlayıp grenleri şişirme işi de onun fikriydi. Halbuki herkes grenleri nasıl yok ederim derdindeydi. Bir ara küçük bir Minox alıp bakmadan fotoğraf çekmeye başladı, ben itiraz ettim “Yahu öyle fotoğraf mı çekilir? Nerde o zaman fotoğrafçı bakışı” vs. Bizim aslında kompozisyon kuralları vs. kendimizi sınırladığımızdan bahsetti, Bilal’e anlatır gibi anlattı mevzuyu. Sonunda ikna oldum. Gerçekten de bazen filmi ilk taktığımızda birkaç kare ilerlesin diye boşa bastığımız karelerden sıra dışı güzel şeyler çıkıyordu. Her zaman bildiği her şeyi etrafındakilerle paylaştı. Ataç 2’deki stüdyo herkese açıktı. Benden Devlet Opera ve Balesi için bir afiş fotosu istediler, bir de stüdyo bulmuşlar Gaziosmanpaşa’da, şahane son model Sinar teknik makine, softbox vs. her şey var. “Yok” dedim, “bizim Alper’in orda çekeceğim.” Beraber gittik, Alper Tom Waits dinliyor, stüdyoda mis gibi taze kahve kokusu banyo kokusunu bastırmış. Dediler ki “Yahu ne iyi ettin burası muhteşem bir yer, yaşıyor. Öteki taraf lüks bir yerdi ama ölüydü...” Şöyle bir bakıyorum da gerçekten Alper’in olduğu her yerde hayat vardı, huzur vardı. Hiç kavga gürültü, negatif enerji hatırlamıyorum onun mekanlarında. Bit pazarından plak toplamaya giderdik, onlar genelde pop/sanat müziği vs. alırken Neşet Ertaş, Hacı Taşan Bozlaklar vs.’i genelde hep ben kapardım. Fotoğraftan da para kazanamayınca Türkiye’de ilk defa böyle bir iş yaratıp, uzun süre geçimini eski 45’liklerden sağladı Murat Meriç’le beraber.
2015, her iki fotoğraf da Kadir Ekinci'nin objektifinden.
Nazım’ın bir şiiri vardı "Güzel günler göreceğiz çocuklar" diye. Sonradan Edip Akbayram vs. şarkısını da çok dinledik. Ama şimdi bakıyorum da güzel gün filan göreceğimiz yok. Nihat Abi o günler için kendini paraladı, o güzelim öykülerini bırakıp veryansınlar yaptı, Sırrı Süreyya senaryolarını, sinemayı bıraktı, siyasete bulaştı, hepsi o güzel günleri göremeden gittiler. Korkarım biz de göremeyeceğiz. Ülke tımarhaneye dönmüş, artık şiir, film vs. konuşamıyoruz bile. Nereye gitsek mevzu haksızlık, yolsuzluk, hayat pahalılığı. Bu ülkeyi kötü insanlar yönetiyor. Seferihisar’a taşındığımdan beri işi gücü bıraktım, nerdeyse 5 yıldır elime kamera almıyorum. Soranlara da “Eh işte biz de sahil kenarında butik bir tımarhanede geçiriyoruz son günlerimizi” diye espri yapayım diyorum ama maalesef gerçek de bu. Meğer en güzel günler geride bıraktığımız günlermiş. Tanrım bize o gençliğimizin baharındaki umutlarımızı geri ver yeter. Cennet mennet istemez.
Engürü’de aynı saatlerde buluşalım;
Ahmet Erhan, Salih Bolat tavla oynasınlar…
Akif Kurtuluş, Ahmet Telli, Adnan Satıcı, Yavuz Yıldırım hepsi gelsin, şiir manifestolarını konuşsunlar, anlaşamasınlar, bazıları küssün…
Hüseyin Cöntürk gelip “İngilizce öğrenin çocuklar, termodinamiğin dördüncü yasasını bilmeyen sanatçı olamaz” desin…
Bülent, Abdurrahman Kızılay’dan türkü söylesin...
Ben Müzük dergisi için İhtiyar Kemancıyı çekeyim, Nihat Abi de öyküsünü yazsın…
Yönetmen öyküsündeki abimiz okey grubunu toplayıp, işsiz gençlere “Bir yere söz vermeyin oğlum, 10-15 güne İstanbul’a gidiyorum imza atmaya”, sağındakine “Senaryo işi sende tamam mı”, solundakine “Sen benim asistanımsın tamam mı” desin, işsizliklerini unutup neşe içinde okey oynasınlar…
Ben karşı masaya geçeyim, Ulus Baker’in kıymetini bilemedim o zamanlar, yanında oturup dikkatle dinleyeyim ODTÜ’lü çocuklarla muhabbetini...
Kemal Can sırf uzun saçlı diye sağcı çakalların kovaladığı gençleri kurtarsın kahvenin önünden…
Mehmet Özer elinde fotoğraf makinası, bir grup işçi ile beraber yürürken, bir yandan fotoğraf çekerken, bir yandan şiir okusun…
Asaf Koçak, Uğur Kaynar, Behçet Aysan ve diğerleri Eren’i de tutup elinden gelsinler, bir güzel muhabbete dalıp kaçırsınlar Sivas Otobüsü’nü…
Yeni komi Paşa da Nihat abiye şiirini göstersin, Nihat abi “Vay be” desin, sonra bize göstersin; “Seni önce hayalimden geçirdim sonra geçti polis kayıtlarına”…
Sonra karnımız acıksın, Apo dayının Arnavut ciğerinden yiyelim çubuk turşusuyla…
Metin, Genco, Alper herkes gelsin…
15 Kasım 2023, Murat ve Alper. Can'ın (Mengilibörü) objektifinden.
Can ile Özlem, Tanju ile Ayşe de geçerken baksın, ne enteresan yer lan burası diye, belki ilerde belgeselini yaparlar. Saim çayları yenilesin.
Ah Alperim huzur içinde uyu…
_o_22_o_
Nebil Sayın
93 ya da 94 yılı olmalı, Ankara'dan otostopla Olimpos'a gelmişim sabahın körü, bilen bilir meşhur Gypsy. "Bi bira içer başlarım güne" derken tanıdık bir tip görüyorum, o da beni tanıyor.
Adam oturuşuyla, bakışıyla, kurduğu cümlelerle o kadar Ankara ki, ama o zaten bilmem kaçıncı birada, ben yol yorgunu kim olduğumuzu zorlamadan giriyoruz havadan sudan muhabbete. O da o gün Ankara'ya dönüyormuş, tersoymuş, kaldığı süre biriken hesabı Gypsy'ye veresiye yazdırıyor, vedalaşıyoruz gidiyor.
Kimdi lan bu?.. iki gün sonra -yine- kafam fena güzelken bir anda hatırlıyorum “Alperdi o bee!” Bir yıl önce yine hayal meyal hatırladığım bir Blues bar gecesinde dolu dolu kavgalı gürültülü, eğlenceli saatler geçirip arkadaş olduğum bebe. Sonrasında birbirimizi her gördüğümüzde direkt tanıdık, kocaman sarıldık, iki tatlı kelâm edip ayrıldık.
Alper çok Ankara’ydı her şeyiyle. Ankara onu çok özleyecek.
Alper Fidaner: "Maskesiz Çıkmam" 26 Mart 2020
_o_23_o_
Nedret Miser
Konuş deseydi Tanju, üç gün konuşurdum. Ama konu yazmak olunca… Yazabilenlere ayıp etmeden, yazılanı harcamadan, el-ayak dolaşmadan becerebilir miyim, umarım. Hem lafı uzatmanın, hem de hisleri eksiksiz aktarmanın ince bir dengesi var; ikisinden de fire vermemek lazım.
Kırk yıllık tanışlık, tanışıklık, can-ciğer dostluğun hep kıyısından dönmek… Yegâne asgari müştereğimizin Engürü oluşu ve tabii ki “genel muhalefet şerhi” kimliklerimiz. Geyiğin dibine vurduğumuz uzun Engürü mesailerinden sonra -ta ki Çıtır gecelerinde, O çalıp, ben dinleme pozisyonuna kadar- aslında hiç ortaklaşmamışız. Hiçbir meyhane masasında, bir barda, bir sergide, hiçbir toplumsal protestoda, entelektüel faaliyette ya da ev sohbetlerinde yan yana gelmemişiz. Ne tuhaf… Hiç yan yana düşmemişiz ama birbirimizi çok sevmişiz.
Zaman öldürürken bile kaliteden ödün vermemişiz.
Rehberimde yıllardır “Alper Tunga” diye kayıtlı. Her karşılaştığımızda “Alper Tunga öldü mü?” diye sormama, kırk yıl boyunca aynı sabırla “Hayır” cevabını vermesine alışmıştım. Son gün, beni cevapsız bırakan Alperim, Fidanım…
“Sen Oblomov’sun” derdim. “Öfff, kim olduğumu anlatıp yorma beni” derdi. Son on yıldır, biraz da “Halet Rezzaki”ye benzetirdim. (Birazı; parasızlığından.) Ama o tembelliğin içinde derin bir bilgelik, o parasızlığın içinde onurlu bir mesafe vardı.
8 Ağustos 2023, Nedret, Alper, Pınar, Ayşe, arkada Caner abi... Foto çekim, ben.
“Bıktım dünyayı sırtımda taşımaktan.
Hayatın yorgunuyum ben.
Rahat vurgunuyum ben.”
Mehmet Demir’in dediği gibi; 555 benzemezi bir araya getirebilen, ardından ağlatabilen adam… Seninle hayat, hep biraz eksik, biraz fazla; hep yarım kalan bir şaka, tamamlanmamış bir cümle gibiydi. Ve belki de bu yüzden, kırk yıl boyunca o cümleyi kurmadan yaşadık.
_o_24_o_
Nesrin Karadağ
Alper’e
Terimin sırtımdan çıktığı sıcak bir öğlen İstanbul’unda daldığım ama ne olduğunu bilmediğim düşüncelerimden metro treninin yüzüme vuran rüzgarıyla uyanıyorum. Birden yine aklıma geliyor: Alper artık yok. O, bu küçük, bunca dert arasında mutluluk neydi diye hatırlatan rüzgârı hissedemeyecek. 27 Temmuz’dan beri hep böyle; durup durup onu ve ölümü düşündüğüm, elimin hiçbir işe gitmediği yas olduğunu hissettiğim bir hal. Oysa üzülme önceliği benim değilmiş gibi geliyor ama konu Alper olunca o öncelik kimin diye de düşünüyorum. Caner abi? Genco? Belki de onu tanıyan herkes.
Uzun süredir bu ülkede yaşamanın sürekli yas tutmak gibi olduğunu düşünüyorum. Bu his sanırım ilk ve en belirgin şekilde pandemi zamanında gelmişti. Kendimizi bu düzen içinde yalnız ve öksüz hissedişimiz, sürekli eften püften nedenlerle kolayca ölebiliyor olmamız, hep yas ve küskünlük hali gibi geldi bana. Oysa şimdi anlıyorum ki; nefes almak, sevildiğini bilmek hiç kimsem yok derken insanların senin kimsen olması, dayanışma… Bunlar bize bu ‘garibanlığımız’ içinde yaşama arzusu veren şeylermiş. Sanırım Alper’i bu vakte kadar yaşatan da bu oldu.
O günden beri ölümü, ülkeyi ve Alper’i birarada düşünüyorum. Kimsesizliğimiz, başımıza gelenler ve gelebilecekler karşısındaki çaresizliğimiz, her gün biraz daha eksilmemiz çok can yakıcı. Ama şimdi anlıyorum ki dostlarımız bizim asıl ülkemiz, memleketimiz, yurdumuz.
90'lar, Murat Özcan'ın objektifinden Nesrin ve Alper. 8 Ağustos 2016, Alper, Nesrin, Genco.
Bu yazdıklarımı okusa kesin dalga geçerdi, olsun ben yine de yazacağım. Yurdum dostlarımsa ülkemin büyük bir parçasını kaybetmiş durumdayım. Üzülme önceliği benim.
Konu Alper’se o hepimizi birleştiren bir ülke gibiydi. Hepimiz onun farklı bir yerinde farklı bir iklimindeydik… Bu yüzden üzülme önceliği hepimizin.
Güle Güle Alper ve hepimizin başı sağalsın.
_o_25_o_
Oya Yağcı
Müstehzi edalı, huysuz köstebek…
Ankara’lı Bartleby…
Kaleydoskop Alper!
Alper’le tanışmamız iki huysuzun buluşmasıydı. Genco’nun 40 yıllık arkadaşı ve kaknemlik ortağı (aslında başka imalar da var tabi ama neyse…)
Üniversite yıllarından ve Engürü’den aşina olup son 8 yılı arkadaş olarak geçirdiğim bir sabit Alper. Gençlikte ben pire gibi zıplar ve dolaşırken o köstebek inadı ile Ankara’yı, fotoğrafı, müziği ve kentsel hafızayı kazarak ilerleyen bir sabit.
Alper kadar durduğu yeri savunan ve durmayı varoluş estetiğine dönüştüren bir başka isim tanımıyorum. İnsan cümle kurmakta zorlanır; bir yandan çok üretken, diğer yandan inatçı bir tembel.
Dobralığı incelikle işleyen, sinir bozacak kadar kafadan retçi, sevdiği ve keşfettiği her şeyi çevresine de bulaştıran, nesnelerle, hele ki işlevsel-pratikseler çocukça bir coşkuyla aşk ilişkisi kuran (kötü kahve makinesi bile olsa), evini yaşayan bir müze olarak inşa eden bir Kaleydoskop. Alper’e dokunanın dünyası çelişki, renk, müzik, bolca hayat dedikodusu ve kalabalıkla dinginliğin garip diyalektiğine bulaşır.
Alper’le mesafeli bir aşkımız vardı. Kumaydık ve ikimiz de huysuzduk. Tembeldik. Tembelliğimden utanmamayı, üşengeçliğime bahane üretip saçmalamamayı ondan öğrendim. Severek yaptığım iş ve dünyama dahil olan insanlar dışında koşturmadan da bir şeyler yapabileceğimi öğretti bana. Ama haberi yok bundan.
Pandemi ve aşılar zamanı, Alper, Oya, Genco, 2022. Çatal, 2020, sokaktan geçerken çekilen.
Alper’in en saygı duyduğum tarafı, dışarıdan yapılmayı, biçimlendirilmeyi kesin bir biçimde reddetmesiydi. O kendini yapan, nev-i şahsına münhasırlığı içinde kimseyi kırmadan kendi dönemleri, ilgileri, işleri içinde sürekli taşınan bir oluş haliydi. Bu kadar hareketsizlik içinde sürekli taşınan bir göçerdi Alper…
Alper benim Kaknemimdi.
Kaknem, huysuz, kafadan retçi, Seğmenlere gitmese de Seğmenler’in son hali ile kavgalı, malumatfuruşluğu günlük enerji kaynağı olarak devreye sokan, sinir bozan ve yeterli dozu aldığında kahvesi, şarabı, müziği ile sıcacık gülümsemesi ve sarkastikliği ile gönül alandı.
Çok kızar ama kırılmazdınız Alper’e… İzin vermezdi.
Mesafesi kadar sokulganlığı, inatçılığı kadar ikna edilmeye teşneliği kafa karıştırırdı ama sonuçta o Alper’di.
Yürümeyi, hareketi sevmediği için hepimiz ona giderdik. İlgi talep etmenin en incelikli, en sevimli yollarını bilirdi. Bu kadar dikenle bu denli yumoşluk ancak Kirpi’ye özgüdür derseniz eğer, Alper’i de ekleyin o kısa listeye. Ha bir de benim Roka var merak edene.
İlgiyi sever, açıkça talep ederdi ama ilgisini çok dolaylı yollardan gösterirdi.
_o_26_o_
Özgür Ekici
Müstesna bir izleyicinin ardından
Meşgalelerinden biri icabı karşıladığımız sabahların ardından bir taksi gelir, eşyalarının bir kısmını bana verir ve ön koltuğa geçerdi… Olgunlar’da, Alerta önünden başlayan yolculuk, kendisini Güneş Sokağı’nda stüdyosu da olan evine yahut evi de olan stüdyosuna bıraktıktan sonra benim bana gitmemle sonlanırdı. Belki her hafta sonunun her günü değildi ama yıllara yayıldı bu rutinimiz, ritüelimiz; ta ki 2023 Temmuz ayının sonlarında başlayacak, şakayla da olsa öngördüğü hastalığına ve onun dayattığı yeni rutinine geçene kadar…
Derler ki altı noktayı birleştirmek yeterlidir, dünyanın burasındaki herhangi bir kişinin dünyanın şurasındaki başka bir yerinden herhangi bir kişi ile ilişkilendirilebilmesi için; söz konusu Ankara ise nokta sayısı iki hatta çoğu zaman bire düşer. Elbette bazı herkesler diğer herkeslerden farklıdır ve nokta sayısı sıfır olur, kendiliğinden bilinirler, ben de Alper’i 1990’lardan bu yana bilirdim ancak onun beni bilmesi muhtemelen 2008’den sonradır. Yani sen Alper’i biliyorsun diye Alper’in de seni bilmesi şart mı? Değil. Her neyse, bana sorarsanız -ki sormasanız da söylüyorum-, müstesna bir izleyiciydi Alper. Farklı meşgaleleri içinde belki yalnız bu değil ama hep bir izleyiciydi. Örneğin kentin, mahallesinin izini sürerken, ‘şehir kırıklarını’ oluştururken izleyiciydi. Arada Kuğulu Park’a, çokça CSO’ya ve dahi BSO’ya gidiyor olsa da o sokak senin bu sokak benim dolaşmayı tercih etmezdi ama hep izlerdi sokağını, mahallesini, kentini. Söylemeye gerek var mı? Vizörünün ardında, kendine uygun gördüğü ilk sıfat ile bir izleyiciydi daima. Bir dostunun çektiği belgeselinde de belirttiği üzere tek başına yapabildiği şeyleri seviyordu. Mealen -tutkuyla severdi filmleri elbette- ama zor iş sinema, tek başına yapmak mümkün değil, bir ekip falan gerekiyor, o yüzden fotoğrafçılık demişti… İşte bana göre DJ’liği de öyleydi. Çoğu zaman huysuz kimi zaman ise daha tatlı, izliyordu önünde dans eden insanları. Evet, locasına kabul ettiği pek sevdiği insanlar vardı ve evet istisnaları vardı -ama konumuz bu değil- istek parça falan almıyordu, ritimlere eşlik etmek için elini kolunu kıpırdatmıyor ya da sallanmıyordu seçip çaldığı parçalar eşliğinde, tek başına yapıyordu ve izliyordu. Ne çalacağını iyi kötü bildiğinden öyle listesi, ekranı ile de ilgilenmeye çok vakit harcamazdı; çoğunlukla olduğu yerden kimi zaman da içeriden dışarıya çıkarak pistin diğer tarafından izlemeye devam ederdi. Antrparantez ekleyelim, pandemi sırasında kapitalist ve bilcümle muhafazakâr, otoriter sistem tarafından dayatılan yalnızlaştırılmaya karşı (Solfasol müzikal dayanışma ile birlikte) yaptığı ‘karantin karantino’ ile bir araya getirdi bizleri. Yani her ne yapıyorsa yapsın, Alper’in izleyiciliğinin sadece izlemekle sınırlı olmadığını ve kendi meşrebince müdahil bir izleyicilik olduğunu belirtmeden geçmeyelim, selam verelim ve sarılalım kendisine.
Gezi'nin başlangıcı, Kuğulupark, 31 Mayıs 2013. Ankara'nın Ölü Doğası (ASİ Keçi), Alper arkadaşlarıyla, 2015, Kuğulupark.
Yazsam olur mu? Bilmiyorum, ama yazmasam olmaz gibi geliyor dediğim bu yazıyı kapatırken Shostakovich’in Caz Süitlerinden 2 No.lu Valsı açalım ve Alper’in adımlarını takip edelim. Hep iyi şeyler mi söyleyeceğim? Hayır, öylesinin gerçekliği sorgulanır. Beni hiç dinlemeyeceğim şarkılara maruz bıraktığını, uyandığımda ne yapsam dilimin ucundan çıkmayan ya da aklımdan atamadığım ritimlerle sınadığını da ekleyelim. Müziğinle ve fotoğrafınla, izleyerek mutlu ettin pek çok kimseyi. Çaldığın müzikler ile kışkırttın ve baştan çıkardın bazılarını. Kimi bir ömür boyu kimiyse bir dakika sürecek nice ilişkilere tanıklık ettin sana ayrılmış olan locandan. Verdiğin aralarda ve asıl olarak program kapanışı ardından karşılayacağımız sabahı beklerken yer aldığımız masalarda ya da sokakta paylaştın geceye dair gözlemlerini. Ve sonra son taksi geldi… Güle güle sevgili Alper, iyi ki vardın ve biliyorsun ki çok özleneceksin.
_o_27_o_
Pınar Çalışkan
Canım Abim,
Seninle fiziken yollarımızın ayrılmasının henüz iki haftası geride kaldı. Sohbetlerimizi düşünüp fotoğraflarımıza baktıkça halen gözlerim doluyor hatta hüngür hüngür ağlıyorum. Olsun şarkıdaki gibi “Ağlamak güzeldir.”
Bir süredir bazı yakınlarımın da yeniden sormasıyla “Nereden tanışıyorsunuz?” “Nasıl böyle samimi olmuştunuz?” sorularını biraz daha düşünür oldum. Sanıyorum senden ismen haberdar olmam 2008 yılının Eylül ayı sonrası yani Ankara’ya üniversiteye gelişimle. Daha öncesi yok gibi zira her ne kadar kendimi iyi bir televizyon çocuğu olarak tanımlasam da sizin TRT’deki 45’lik programına rastlayamamışım. Aynı gün ve saatte başka kanallarda ne olduğuna baksam kesin anlarım sebebini de neyse… Tekrarlarına falan denk gelmemek de ilginç yani. Benim için kayıptır o ayrı.
Nicelikte az nitelikte şukela seyircili, beni iyi ki ikna etmişsin dediğim YouTube programımız Pina ve Alper’e nihayet biraz bakabiliyorum. EskiYeni’yi sormuşsun bir yerde, “Yok ben pek EskiYeni insanı olmadım” diyorum. Ayda yılda bir, birilerinin sürüklemesiyle uğramalı veyahut 1 Mayıs sonrası gündüz oturması şeklinde. O yüzden seni cismen bilmem sanırım 2015 senesinde artık Instagram hesabı açmamla. Facebook arkadaşlığımıza da baktım; Şubat 2020. Senin Alerta’daki Kont Dracula’cılık başlangıcın ise 2 Ocak 2017 imiş. Yani aslında seni kesinkes Ocak 2017’den beri kanlı canlı görüyorum, biliyorum. 2018 ve 19’da pek muhabbetimiz olmadı diye anımsıyorum. En fazla Bahattin ve Harun’lu birkaç masada sen henüz programına başlamadan sohbet etme şansı elde etmişimdir.
Şimdi Facebook Messenger’da biraz zaman turu yaptım. Nisan 2021’de röportaj ricasını konuşuyoruz, sen “Çok heyecanlandım ne zaman konuşalım” demişsin, telefon numaralarımızı paylaşmışız, sonra sen ev adresini yazmışsın. Nehir söyleşi yapmak istiyorum da ya seninle, arkadaşlık/kardeşlik böyle başladı aslında tam olarak. “Biz yapalım abi seninle, basılır basılmaz, çok da önemsemem ben böyle şeyleri, ikimiz için ben birer baskı alırım, bize anı kalır” demiştim de “tamam” demiştin hemen. Dünyanın en yumuşak kalpli abisi.
Kesin bu “Alper”, “Alper Abi” seçimini de o gün konuştuk. Şimdi şöyle ki sayın abim benim taaa 2011’den beri tanıdığım Alper isimli bir arkadaşım var. Her Alper dediğimde ilk çağrışım o olacak ama sen zaten bir abisin, benim için de Alper Abi olabilirsin demiştim de hemen olur demiştin. Vallahi sonra sen de beni iyi ki Solfasol YouTube kanalı için senden istenen yayına eşlik etmem için ikna etmişsin de bana şahane bir anı kaldı. Salondaki TV’de iki kumanda hareketiyle açıp kolaylıkla izliyorum. Fotoğraflarımız ve mesajlaşmalarımız çok ağlatıyor ama videolara aşırı gülüyorum. Suratımdaki gerginlik, kameraya bakamamam, senin über rahatlatıcı halin tavrın… Abidik gubidik şeylerden bahsedip süreyi bir güzel yememiz ve sonra asıl konumuza dönüp hızlı hızlı bir özetlemeyle noktayı koymamız. İyi ki yapmışız Muhtemelen benim için iş ve özel hayat anlamında maddi manevi hayatta en zorlandığım dönem olmasaymış muntazam ve dolu dolu en az 20 bölüm yaparmışız. Neyse olur öyle.
Aradan geçen 4 koca yıl dolu dolu. Yeniden üniversiteye girilse baştan yeni bir okul bitirilir öyle. Müthiş bir sırdaşlık, sohbet muhabbet ve etkinlik arkadaşlığı. En sevdiğim müze ve ören yerleri gezme arkadaşım annem bir tarafa; en sevdiğim konser, sergi, tiyatro, sinema ve bilumum etkinlik arkadaşım Alper Abim bir tarafa.
26 Temmuz 2023, Pınar, Alper, Ferdağ, CSO ada.
İnsanın farklı yaş gruplarından, farklı şehirlerden de olsa müthiş bir beğeni ve eleştiri uyumuyla benzer şeylere çok benzer yerlerden yaklaştığı birini bulması ve bunu da son derece yumuşak ve yalın bir dille paylaşabilmesi harika bir şeymiş. Teşekkürler hayat, teşekkürler canım abim.
Senden sonra olanlar, olacaklar, sana anlatmak isteyeceğim onca şey. Onlarla artık baş başayım.
12 Ağustos ‘25
Ankara
hava sıcak, yaprak kıpırdamayan bir gece yarısı daha
fonda: “…
gün biter gülüşün kalır bende
anılar gibi sürüklenir bulutlar
ömrümüz ayrılıklar toplamıdır.”
_o_28_o_
Sibel Yükler
Alper’e dönmek
2006 sonbaharı. Henüz 16 yaşındayım. Gözümü Gazi Mahallesi’ndeki bir evde açıyorum. Kalbimde küçük bir yağmur bulutuyla duruyorum. İlk kez tek başımayım, ilk kez evimden, yatağımdan, ailemden keskin bir gerçeklikle uzaklaşıyorum. Kızılay’a kadar yürüyorum. Taşradan çıkıp gelmiş bir çocuk için gözüm sürekli dağ arıyor, silme betonlar içimi karartıyor. En çok da yürürken tanıdık kimseyle karşılaşamamak, kocaman bir yabancılığın ortasında bırakıyor beni. Günler günleri kovalıyor, Ankara dayanılması zor bir acıya dönüşüyor. Sonra bir gün masada bir walkman ve tek bir kaset gözüme çarpıyor, alelacele yanıma alıp çıkıyorum. Gazi Mahallesi’ndeki caddede aynı yabancılıkla yürürken tam o sırada kulağıma bir söz fısıldıyor Yeni Türkü:
“Acıyla ve tutkuyla bakıyorsun gözlerime, kayıp bir çocuk gibi bakıyorsun gözlerime.”
Bir anda kalıyorum caddenin ortasında. Sanki Ankara, içinde küçük bir yağmur bulutuyla gezen bu çocuğu duyuyor ve sonunda dayanamayıp elinden tutuyor. Kafamı kaldırdığımda, günlerdir yürüdüğüm Gazi Mahallesi’nin caddesindeki kocaman çınarları ilk kez o an fark ediyorum. Bulduğum her sokağa giriyorum. Sokaklar sokakları, ağaçlar ağaçları bağlıyor. Ankara’yla, en güzel mevsimi olduğunu sonradan anlayacağım 2006 sonbaharında tanışıyorum ama içimdeki yalnızlık hiç dinmiyor. Nihayet bir sene sonra ayrılıyorum bu kentten. Bir gün Yeni Türkü’nün Aşk Yeniden albümünü yeniden açtığımda tuhaf bir his uyanıyor içimde: Memleket hissi… Ankara resmen memleket özlemiyle oturuyor içime o ân… Yine bir sonbahar günü bu kez tamamen taşınıyorum Ankara’ya. Artık her köşe başında birilerine selam verip, birilerini kucaklar oluyorum. Ankara artık evim, yuvam oluyor.
Bir gün EskiYeni’deyken DJ kabinindeki sevimsiz bir adam gözüme çarpıyor. 45’liklerle milleti eğlendirip dans ettiren bu adam hiç gülmüyor. O zamanlar Sercan, daha Ezhel değilken Afra Tafra grubuyla bir gece önce hepimizi şenlendirip delirtmiş. Bu adamsa sevimsiz sevimsiz duruyor. Kafamı takıyorum bu huysuza. Sigaraya çıktığında hemen arkasında bitiyorum.
17 Eylül 2011, Alper EskiYeni'de bilgisayarın başında, insanlar sahnede.
Aa! O da ne! O sevimsiz adam yanındakilere laf atıp kikir kikir eğleniyor. Sokaktan geçen birileri görüyor, “Alpeeeeerrr” diye koşup boynuna atlıyor. Herhalde diyorum bu adam zorla çalıyor, yaptığı işi hiç sevmiyor da kabinde asla gülmüyor. Baksana, kikir kikir bir herif.
Ne bileyim ben bu adamın bir gün benim de şen “Alperciğim” olacağını, gördüğüm her yerde koşa koşa boynuna atılacağımı, neşeyle içeceğimiz şarapları, saatlerce Ankara konuşacağımızı, Ferdi Özbeğen’e kadehler kaldıracağımızı, Kayahan şarkılarına saracağımızı, ondan çok şey öğreneceğimi… Bilmiyordum, bildirdi… Ankara’nın en güzel zamanını eylül sanırken, ekim olduğunu da bildirdiği gibi.
İlk gençliğimiz onun çaldığı gecelerde mutlulukla geçti. Herhalde koskoca Ankara’da onun önünde dans etmeyen çok az insan vardır. Hepimiz huysuz gibi dururken aşırı eğlenen bu adamın önünde senelerce kıçı başı dağıtıp dans ettik. Ve elbette Ankara’nın hafızası bu adam, hepimiz gibi benim de hafızam oldu onca yıl içinde.
2016 OHAL’inden başlayarak kültürel-politik belleğinin üzerinden yavaş yavaş dozerle geçilen bu kent, pandemi zamanı artık geri dönüşü imkânsız bir yokluğa ve yoksunluğa düşünce, kafayı kırıp Bodrum’a taşındım bir ara. Ben her şey güzel olacak diye beklerken yalnızca tek bir hisle baş başa kaldım orada: Yapayalnızlık. Dağıymış, deniziymiş, bahçesiymiş… Hiçbiri gözümde olmadı. Topladım evi, 8 ay sonra yeniden yuvaya döndüm.
Hasretle döndüğüm canım Ankara’ma gelir gelmez sokaklarında bile yürümeden önce, gece yarısı bir anda yalnızca Alper’i görmeyi istedim. “Alpercimmm, neredesin?”, “Evdeyim, çık gel.” GOP’tan Ayrancı’ya kış soğuğuna aldırmadan yürüyüp evine vardım. Kocaman sarılıp “Oh be!” dedim, “Kavuştum Ankara’ma.” Alper’e gitmek, Ankara’ya dönmenin vücut bulmuş haliydi çünkü.
O gece Alperciğim ve Demetciğim ile Ankara’nın en Ankara semtlerinden Ayrancı’nın ortasında, Güneş Sokak’taki o evde, sabaha kadar Ankara’yı, Ankaralılığı, Ankaralı olmanın gelmişini geçmişini yâd edip durduk. Bir hikâye atmıştı o gece Alper, üçümüzün olduğu kareye “Sibel geldi” yazmıştı. Alperciğim, evime dönerken eşikteki ilk adımım olmuştu işte.
Alper bir Ankara belleğiydi kuşkusuz. Ama onca yıllık sanat birikimi, muazzam fotoğrafçılığı, belgeselciliği şöhretli bir hayatı rahatlıkla sunabilirdi. Fakat Alper, bunları sormasanız bilmeyeceğiniz bir mütevazılıkla sürdürdü hayatını. İstanbul’un çekiciliğini değil, Ankara’nın mütevazı tanıdıklığını seçti. Kibardı, nüktedandı, huysuz ve tatlıydı, sıcak bir dost, çılgın bir çocuktu. Şimdi ona, Türkiye’nin ilk DJ’yi olduğunu ondan öğrendiğim Ferdi Özbeğen’in, muhteşem piyanistliğini adeta bir Alper mütevazılığıyla, “Ben piyanist değil, piyanist şantörüm” diye anlattığı ve dinleyince tıpkı Alper’i anımsatan o şarkısıyla veda ediyorum. Huzurla uyu canımın içi… Çok eğlen oralarda!..
“Alır götürür bir şarkıyı bazen çok uzaklara
Bakar ki herkes mutlu dans ediyor kol kola
Bir gariplik çöker içine aklından neler geçer
Sevilenlerle mutlu kendinden geçer”
_o_29_o_
Uğur Kavas
Sevgili Tanju kardeşim, bana bir mesaj atarak, geçenlerde Toprak Ana'nın bağrına bıraktığımız sevgili Alper hakkında “bir şeyler yazmak ister misin?” diye sordu.
Bunun üzerine eskilere gittim. Fotoğrafa 1976 yılında başladım. AFSAD'la, dolayısıyla Alper'le tanışmam ise, 1989 yılına, bu dernekte neler yapıyorlar diye merak edip kapıdan içeri girmeme denk gelir.
Alper benden on bir yaş küçük.
AFSAD’ta karanlık odaya çok hakim, güzel fotoğraflar basan ve ortaya koyan bir Alper'i tanıdım. Derneklerde kendine kafa dengi bulanlar hemen küçük gruplar oluşturur. Alper'in o yıllarda en sağlam kankası Serdar idi. Okul arkadaşı. Sonraları arkadaş çemberinin çok geniş olduğunu gördüm. Dernekler ne yazık ki, küçük Türkiye durumunda. Çıkar çatışmaları, iktidar kavgaları hep sürüyor ve sürecek. Derneğin yapısından şikayetçi olanlardan birisi de Alper’di. Yeni bir oluşum, daha katılımcı bir yapı istiyordu, ne yazık ki olmadı ve dernekten ayrıldı. Ben de 1996 yılında derneği bıraktım.
Alper beni takip etmese de, ben onun yaptıklarını, ürettiklerini hep takip ettim.
Alper Güneş Gazetesi'nde çalışırken, 1990. 2015, Fahri Aksırt'ın objektifinden.
Sonraki yıllarda Cinnah'ın arkasındaki küçük bir galeride açtığı butik sergi, hastalanmadan önce Fuji Showroom'da yaptığı gösteri, gösteri sonrası albüm yapması için konuşmalarımız. Çok para gerek demesi.
Hastalığı başlayınca, Ahmet Sabuncu ile birlikte açtığı sergiye oksijen tüpü ile katılması.
Evden çıkamaz hale gelince mesaj atması ve tanıdıklarını çağırması... Bunun üzerine 4-5 kez evine gitmemiz, her gidişimizde sevdiği After Eight çikolatasını götürmemiz, hemen açarak yemesi...
Durumu çok daha ağırlaşınca gitmeyi bıraktım ancak pek de iç açıcı olmayan haberlerini almaya devam ettim.
Melun hastalığın vücuda yayılması ve Alper'i bizden koparması.
Koca Yunus'un dediği gibi;
“Şu dünyada bir nesneye yanar içim, göynür özüm.
Yiğit iken ölenlere göğ ekini biçmiş gibi.”
Tanrı yattığı yerde rahat ettirsin. Yanına gidene dek kardeşim Alper'i özleyeceğim.
_o_30_o_
Umut Kara
İrticalen Bir Tarif(Sizlik) Olarak Alper
Ne vakit öldü? Ölen hangi vakit?
Bir gösterendi sanıyorum. Vakitsiz Ankara maarif takviminin akrebiydi, iğnesi plak. Zamanı kendine yazdırmayı bildi. Aramızda biri gitse, kim gitse anlardık sonrasızlığı, ‘ya sonra’sızlığı, idman ettire ettire öğretti. Zamanın kendinden izinsiz yürümesine dispeçlik etti. Sözel sanat dispeçerliğindeki tavrını yaşama yaydı. O, bir yaygı, Rilke’den bir deyişle, bulunduğu yerin mekanıydı.
Bütünsellik
Bir ‘doğru’ güzellemesi öneremiyorum. Sonsuz bir hattın öylece durmasıdır kimi insan. Sona ermiş bir hikâyenin insanı olmanın akla gelmesi güç bir devamlılığında olmak. Bütün zamanını, çocukluğu gençliği görmediği ömründen bir kesite dair olanı eş anda yaşayan bir evren tanesi olmak. Bütüncüllüğün süksesiz yekpare denesi. Böyle aşkın bir övgüye münasip miydi bilemem ama üzerine düşündürmek, yani en iyi becerdiği gördüğüm, iyi kötü, fena hoş, çirkin güzel, şüpheye mahal vermeyecek şekilde ilerlemek. Şüphesiz bir öncelik bu.
Beklemek rastlardı ona. Belirsizlik karnı burnunda dolaşır ya, bulurdu onu beklemek, belirsizliğin ulağı olan beklemek.
Olmayan Spinoza, Olanlar Oldu
(Ankara’dan bahsedilen bir yazıda da Spinoza geçmesin!)
Kendi çaresini kutsamayan, yalnızlığıyla kurduğu mesafeyi serin duyarlığın övüncüne dönüştürmeden dertler hiyerarşisinde mümtaz yerini konuşlandırma gayretinde olmayan gamsızlığına gıpta ile bakılan kimler var? Payını alır buradan da belki, payına rastlanır yani.
Sıradanlığı kendi hususi alanında şölensiz yaşamaklar var, ne dikkat çekici. Binlerce öteki duruştan her biri müstesnaysa, onunki neden bunların ötekisi ya da bambaşkası olsundu. Kıpırtısızlığın barışıklığı bizi nereye vardırıyor? Nereden gelmiştik, ölüm var, var olan ölümden.
Farkındasız tüm tesirlere minnetle.
Güle güle.
Demode Pop Artist Kahvesi'nde, 8 Aralık 2012. Demode Pop Aylak Teras'ta, 15 Ekim 2016.
_o_A_o_
Asi Keçi ekibinden:
"Kamerasının deklanşörü sustu ama yakaladığı kareler ses vermeye devam edecek..." (görseller en altta foto galeri'de)
_o_E_o_
ve Laf Aramızda Engürü Kahve belgeseli söyleşilerinden, Alper için söylenenlerle bitirelim bu uzun Alper külliyatını.
* Bakmak isteyenler için, Yersiz Şeyler'deki Alper Fidaner yazıları linkini de buraya koyayım, atlamış olmayayım.