Fotoğraf: Ezgi Fındık
Ben kendisinde dikkat eksikliği bozukluğu olan ve hareketli bir oğlu olan bir anneyim. Oğlum doğduğunda henüz tanı almamıştım ama sanırım içten içe zorluğumu biliyordum ki oğlumun dikkati ve hareketi hep gözlemim altındaydı.
Bir de tabii kentte olmanın güçlükleri… Daha doğaya yakın bir yerde, mahallede, evde büyüsün oğlum isterdim; ancak bunlar herkesin kolaylıkla ulaşabilecekleri kaynaklar değil kentte. Bir başka seçenek olarak kentte yaşamamayı tercih eden aileler varsa da bizim için mümkün olmadı, yüzümüzü oraya çeviremedik hiç, kaldık Ankara’da.
Dolayısıyla daha 15 günlüktü Ulaş, biz en yakın bağda bahçedeydik. Sonraki süreçte de her fırsatta bir üniversite kampüsünde, mesire yerinde bulduk kendimizi. Çünkü benim duygusal olarak regüle olabilmem, dikkatimi düzenleyebilmem için buna ihtiyacım vardı. Böylece daha sabırlı, tahammüllü olabiliyordum. Benzer durumda olan ebeveyn arkadaşlarımız ve çocuklarla sosyalleşiyorduk. Bir yandan oğlum da rahatça hareket ediyor, sosyalleşiyor, o da o şekilde kendini düzenliyordu. Hepimizin ihtiyaçları büyük oranda karşılanmış huzurla evimize dönüyorduk.
Sonra 11 Mart 2020 oldu. Türkiye’de ilk Covid 19 vakası görüldü.
Tam biz “Bahar geldi, kendimizi daha fazla dışarı atabileceğiz, oğlum babasıyla köyüne gidebilecek, toprak olacak, hareket bağımsızlığı olacak, bir ağaca bakarak yeniden nefes alabileceğiz” diye yerimizde duramazken oldu. Neyse ki ben son birkaç yıldır bazı pratiklerle geleni kabul etme kapasitemi genişletmiştim de Ulaş ne yapacaktı tam olarak bilmiyordum.
İlk bir hafta görece ne olduğunu anlamaya çalışarak, tam olarak izole olmayarak geçti. Ama sonraki süreçte altı yıllık rutinimizin kesinlikle çok dışında şeyler oldu. Ben tek ebeveynli hayatımda bütün sosyal desteklerimden mahrum kaldım. Oğlum kendini düzenlemek ve sosyalleşmek için ona fırsat sunan her şeyden mahrum kaldı. Elbette bir sürü güzel şey de oldu: evde birlikte olmayı, kedilerimize bu kadar yakın olmayı, kendimize ve yaşam alanımıza bakmayı, uzun uzun kahvaltı yapmayı, örmeyi, boyamayı… özlemiştik. İlk bir buçuk ay neredeyse hiç evden çıkmadan, inanılmaz zorlu ama bir o kadar da yaratıcı bir süreç oldu. Zorluydu, çünkü benim nefes alacak alanım kalmamıştı, alan ihtiyacımı karşılayamıyordum. Oğlum da alan ihtiyacını bir başka açıdan karşılayamıyordu.
Fotoğraf: Ezgi Fındık
Bir süre sonra çarşambaları çocuklara izin çıktı, biz de dışarı çıktık ve çarşamba dışındaki günlerde de apartmanın çevresinde zaman geçirmeye başladık. Aslında bu yazının asıl konusu da bu. Sokağa çıkmadan ulaşabildiğimiz, baktıkça neler neler keşfettiğimiz, belki eskiden gittiğimiz yeşil yerlere göre oldukça küçük ama bu salgın günlerinde bize cennet olan bahçe, yan apartmanın bahçesi.
Bir gün teklif ettim oğluma oraya gitmeyi (ki daha önce de nadir de olsa giderdik) ama kabul etmedi. Dışarı çıkmaya zor ikna olur hale gelmişti. Ama nihayet çıktık. Sonra da her gün yarım saat bir saat orada oynamaya başladık. Ben meditasyon yapıyordum, örgü örüyordum. Oğlum gördüğü herkesle temas kuruyordu; kendi ifadesiyle “aramızda tel örgüler olsa da çok tatlı yetişkin arkadaşlar” ediniyorduk. Hatta bir de küçük arkadaşı bile olmuştu. Onunla çamurla oynuyorlar, ağaçları suluyorlardı. Hem “yetişkin” hem de çocuk arkadaşlarımızla ertesi gün için sosyal mesafeli olarak randevulaşıp dinginlikle eve dönüyorduk. Ta ki “yabancı” olarak tanımlanıp bahçeden kovulana kadar…
Çok üzüldük o akşam Ulaş’la. İkimizde dokunsalar ağlayacaktık. Ne yani kendi apartmanımızın arkasındaki asfalt küçük alana mı kalmıştık! Ulaş zaten kabul etmedi. “Ben yabancı değilim ki, yan apartmanda oturuyorum” diye isyan etti. Zar zor Ulaş’ı uyutup geçtim bilgisayar başına. Sanırım ilk kez bu kadar net anlaşılma/duyulma ihtiyacımı fark edip harekete geçtim: mektup yazacaktım yan apartmandaki komşulara. Diledim ki onlar bu kararı alınca bu cephede de bir şeyler oluyor görsünler, öyle yaptım oldu yok. Yazmak bile iyi geldi bana. Okuyan olduysa aralarında (mektupların akıbetini anlatacağım) okurken rahatsızlık hissedeceklerini düşündüm. Dileğim bu rahatsızlığı yaşamaları değildi ama rahatsızlık olmadan genişlemiyor sinir sistemi, içlerinde bir şey büyür umarım diye düşünmüştüm.
Mektup böyle:
Fotoğraf: Ezgi Fındık
“Merhaba,
İsmim Ezgi. Yan apartmanda 12 numarada oğlumla birlikte yaşıyorum.
Bir süredir sizler gibi ben ve oğlum da eve kapandık. Hepiniz için süreç eminim zorluydu. Bu süreci tek başına bir çocukla yaşamak da zordu. Hareketli (harekete bolca ihtiyacı olan) bir oğlum var. İsmi Ulaş. İlk 1,5 ay boyunca Ulaş neredeyse hiç dışarı çıkmadı. Ben de oldukça nadir çıktım. Ancak öyle bir noktaya geldi ki evde çok zorlanmaya başladık; oğlum hareket etme ihtiyacını yeterince karşılayamadığı için inanılmaz huzursuz olmaya başladı. Ağlama krizleri, onu sakinleştirmekte her zaman başarılı olamayan annesinin çaresizliği… Kendinizi çok küçücük bir yerde sıkışmış halde hayal edebilirsiniz belki O’nu anlamak için. Ya da belki de siz de benzer şekilde hissettiniz. Çünkü bazılarınızı o güzel arka bahçenizde yürürken görmüştük penceremizden.
Açıkçası sizi orada görünce ve havaların ısınmasıyla cesaretlendim. Oğluma dedim ki “Ulaş hadi gel arka bahçeye gidelim. Birlikte ağaçlar nasıl çiçeklendi, meyveye döndü bakarız. Biraz oynarız. Ben de sen de biraz hava alırız”. Çok zor ikna oldu, çünkü günlerdir dışarı çıkmanın çok da güvenli olmadığını anlatıyorduk.
Velhasıl-ı bu sürecin son birkaç haftasında üç senedir her halini hayranlıkla izlediğim bahçenizde zaman geçirdik. Biraz olsun duygularımızı yatıştırdık ağaçları izlerken, dutları incelerken, acaba ne zaman yenecek hale gelecek derken. Oğlum apartmanınızdan adını dilinden düşürmediği bir arkadaş bile edindi…
Bahçenin o hali için ve geçirdiğimiz zamanlar için teşekkürler. Altı yaşında bir çocuk ve onunla yalnız yaşayan annesi için en azından bazı günler huzurlu akşamların garantisi oldu bahçeniz.
Size bu mektubu kesinlikle “yabancılar ve köpeklerini gezdirenler giremez” kararınızı sorgulamak için yazmıyorum. Tam tersine ne kadar zorlu bir süreçten geçtik ve “bahçeniz” çoğu zaman kendisini çaresiz hisseden bir anneye nasıl yardımcı oldu diye anlatabilmek için yazıyorum.
Şimdi penceremden gördüğüm ağaca dokunmaya, biraz hava almaya, biraz yeşil görerek rahatlamaya çocuğum ve benim iznim olmadığını anlıyorum. Başka komşular aracılığıyla eğer buna teşebbüs edersek (ben ya da bir başkası elbette kişisel değil) apartman görevliniz tarafından uyarılacağımızı duyuyorum.
Böyle zorlu zamanlarda dayanışmaya ihtiyaç vardır komşum. Altı yaşında bir çocuğun biraz hareket ederek rahatlamasına destek olmak sizi de döner dolaşır rahatlatır. Ben evimde çaresizlikle kıvranırken benim çaresizliğim de döner dolaşır size de bulaşır. En azından benim bildiğim “Ayrancı mahalleli” halinde durum böyle olur. Haksız mıyım…
Buraya kadar okuduysanız minnettarım.
Sağlıklı günlerde ‘gerçekten’ tanışabilmeyi dilerim.
Saygılar.”
Fotoğraf: Ezgi Fındık
Diyeceksiniz ki, “eee sonra ne oldu?”. İlk gün bütün mektuplar çok büyük ihtimalle apartman yöneticisinin talimatıyla toplanıp atıldı. Bende ne oldu durum böyle olunca: ben kararlıydım, ertesi sabah yeniden bıraktım mektupları.Bu kez yalnızca posta kutusunun sahibinin alabileceği, istemezse kendisinin okumadan atacağı isterse okuyacağı şekilde. Duyulma ihtiyacımı eril ve yok sayan bir biçime teslim etmeyecektim.
Nihayetinde herhangi bir reaksiyon gelmedi yan apartmandan. Hala kullanmıyoruz bahçeyi (yaklaşık 10 gündür). Ama başka pek çok kişiden geldi reaksiyon. Anlaşılma ihtiyacım durumun muhatabı tarafından değil ama başka pek çok kanaldan sağlanmıştı. En son sizden gelen bu paylaşım teklifiyle sanırım tamamlandım. Duyduğunuz ve sesime ses verdiğiniz için sağ olun komşum, çünkü komşuluk bunu gerektirir (!).