sanat


Yollar Serisi-170.km
50x12,5x6 cm, 2017
Raku pişirimi yapılmış atık refrakter ayak üzerine; sulu çıkartma dekor ve farklı bünyelerdeki seramikler ile Asamblaj

Elif Aydoğdu Ağatekin Seramik Sergisi

Seramik sanatçısı Elif Aydoğdu Ağatekin’in son serisi “Kuşlar Derdine Konar” 23 Kasım tarihine kadar Nurol Sanat Galerisi’nde. Sanatçı bir mektubu hatırlatan manifestosunda bu serinin bir kabulleniş sergisi olduğunu ifade ediyor. “Yıllarca sürmüş bir iç mücadelenin sonu… Artık kaybeden mi kazanan mı olduğunu önemsememe hali… Duymazlıktan gelme… Vicdanla akıl arasında bir ateşkes… Yıllar boyunca tekrar tekrar gidilen yollarda kaybedilmiş istikbalin resmini izleme hali…” Elif Aydoğdu Ağatekin “arabalar, kamyonlar, yol şeritleri, kar yağışları, bitmeyen inşaatlar, yol çalışmaları, grileşen doğa, şarkı sözleri, fabrikalar ve hafriyatların içinden geçerken başka insanların gürültüsünden kendi sesini duyamayacak kadar uzaklara gidip gelmekten yorulmuş” ve sahip olduğu yokluğun hikmetini arıyormuş.

Sergi gündelik hayatın istifçiliğini yüzümüze vuran, duygular örüntüsünü birbirine dolayan, büyük fikirleri, keskin kararlılıkları öteleyip; anlık kavrayışları farklı kombinasyonlarda dizerek bir “yığıntı estetiği” oluşturuyor. Yıkılan, kurulan, biriken her şey içimizden geçerken hayatın içinden geçip gidiyoruz, parçalanarak. Bir trenin, apartman dairesinin ya da bir vitrin dolabının camının ardından hayata bakarken; seyrine daldığımız bazen bir manzara bazen de ruhumuzun panoraması gibi… Sanatçının hazır porselen nesneleri kırarak, pişmiş toprak parçaları mikro molozlara dönüştürerek, sırlı ve sırsız formları gelişigüzel bir araya getirerek oluşturduğu seramik asamblajları;1 un ufak olmuş hayal kırıklıklarımızı kuvvetle çekip üst üste yığan mıknatıslara dönüşüyor. Neyse ki sergi evreninde gündelik küçük kıyametlerin tortusundan hüzün estetiği devşirme illeti mutasyona uğramış. Tatlı tatlı sızlayan şey, bir tırtılın koza örmesi gibi doğal, ezeli ve girift bir biçimde gelişen ontolojik bir yara kabuğu. Hayatın ancak onu ümitsizce sevenlerin tanıdığı2 biçimini sakınan, diğerleri içinse fragmanlardan oluşan darmadağın bir anlatı olarak kanayacak olan bir katman…

Birkaç gün sonra metro toprak altında rayların üzerinden kent merkezine doğru akarken camına yansıyan aksimle karşılaştım. Birden sergide karşılaştığım ve bana tren yolculuklarımı anımsatan “Yollar Serisi” yerleştirmesi gözümün önünde canlandı. Derken Pelin Esmer’in “İşe Yarar Bir Şey” adlı filminin görüntülerini belleğimin kuytularından geri çağırdım. Tren yolları boyunca düşünülen bir şarkı mırıldandım: “Sanki yıllardır uzaktayım ben.”

Hatıra ve hakikat birbiri içine geçerken, hayatla, sanatla ve toprakla bağlarımızın hiçbir zaman kopmayacak olduğunu kavradım. Ve sonra Elif Aydoğdu Ağatekin ile “Kuşlar Derdine Konar” sergisi üzerine biraz sohbet ettik:


Elif Aydoğdu Ağatekin

Özgür Ceren Can: Serginin, yazdığın manifestonun ve bazı eserlerin üzerine okunan kelime ve cümlelerin eşlik ettiği bir hikâyesi var. Sergin bir yolculuk, ona kattığın bu edebi unsurlar da bir rota diyebilir miyiz?

Elif Aydoğdu Ağatekin: Kesinlikle sergi bir yolculuk sergisi ve bu sergi, bundan 2 yıl önce Eskişehir Ticaret Odası’nın galerisinde açtığım “176 km” sergisinden hem parçalar içeriyor; hem de 176 km’yi hazırlarken hissettiklerimin bir devamı olarak kabul edilebilir. 176 km mahkûm olunmuş gerçekliğin ta kendisini anlatan bir sergiydi. O mahkûmiyet benim her gün Bilecik’e gidip gelme durumum. Bu kendini cezalı gibi hissetme haline veda etmeye çalışmaksa benim şu anki halimdir; o yüzden bu sergi metnim “Kuşlar Derdine Konar bir kabulleniş sergisi…” diye başlıyor. Sergide bu duygu durumunu atlatmamda o yolda en çok dinlediğim şarkılardan sözler, belli eserlerde açık ara kendilerini öne itiyorlar. Çoğunlukla Teoman’ın karanlık duyguları ile benim mahkûmiyet duygum birbirini öyle bir tamamlıyor ki… Bazen daha önce o şarkıyı hiç dinlememiş bir kişi yalnızca eserin üzerinde okuduğu bir cümleyle öyle bir bağ kuruyor ki ben de şaşırıyorum… Bu cümleler benim yol boyunca dinlediğim müziklerin içinden gelen, benim de yol boyunca içinde gezdiğim cümlelerdir.

ÖCC: Sence çağdaş sanat izleyicisinin yön bulmak için form karşısında metin destekli bir çeviri / deşifre desteğine ihtiyacı var mı?

EAA: Ben bu soruya cevap olarak ne ihtiyacı var, ne de yok demek istiyorum. Öncelikle formun yanında bir metin varsa mutlaka okunmalı. Okuyanı bulmak büyük şans. Tabii olur da okunursa şöyle şeyler olabiliyor; bazen o anlatım formun çok ötesine gidebiliyor. Sözü söyleyen form değil metin oluyor. Metin yoksa form zaten hiçbir şey ifade edemeyecek kadar geride kalabiliyor. Ya da bazen metin o kadar zor anlaşılır olabiliyor ki, bu izleyende müthiş bir yetersizlik duygusu uyandırıyor ve izleyici kaçmak istiyor. Bir diğer durum da metni okuyunca formla birebirde kurduğunuz özel ilişkiden uzaklaşma durumu. Bazen neden yaptığını bilmeseydim daha iyiydi diyebiliyorsunuz. Ve son olarak, neyi neden yaptığını bilmeyenler, anlatamayan ve yazmayanlar var ki bu bence en dramatik olan durum… Dolayısıyla buna ihtiyaç var ancak ayarlı ve çok kararında olmalı diye düşünüyorum…


Teoman Serisi-Çiçek Dürbünü
26x26x± 5 cm, 2017
Raku pişirimi yapılmış atık refrakter üzerine; farklı bünyelerdeki seramikler ile Asambla
j

ÖCC: Sergi anlatısı bir kavramsal çerçeveden besleniyor mu? Örnekse yıkım estetiği, fragman estetiği ya da duygu arkeolojisi gibi itidalli hüzün kürsüsüne ait bir şeyler… Yıkıntıların, yığınların ve birikintilerin altında ne var?

EAA: Yıkıntıların, yığınların ve birikintilerin altında kalan ben ve duygularım var. Bunu o kadar uzun yıllar boyunca hissettim ki sonunda seramik yaparken seramiklerin atıklarını kullanmaya, biçimlendirirken kırmaya, kırdıklarıma yeni bir anlam yüklerken dertlerimi anlatmaya, anlattıkça unutmaya, unuttukça iyileşmeye başladım. Kırarak biçimlendirmenin, insanın da seramiğin de şekillendirilmesinde çok önemli bir yöntem olduğu kanaatindeyim…

ÖCC: Mekânla form ilişkisini nasıl kuruyorsun?

EAA: Öncelikle her sergimi mekânına göre tasarlıyorum. Her cm2’nin hesabını çıkartıyorum. Defalarca krokinin üzerinden geçiyorum. Tekrar tekrar düzenliyorum desem yalan olmaz. Bir de serileme konusunda mutlaka galeriyle çivi çakmak ve renk değiştirmek gibi duvarlara müdahale edebilmek için anlaşıyorum. Bu konudaki tavrım çok net. Bir galeri bana çivi çaktırmıyorsa, duvarlarına istediğim gibi müdahale edemiyorsam, ben de sergi açmıyorum. Bu konuda tavır koymayan sanatçılara da bozuluyorum. Açık söyleyeyim galerilerde o tellere asılmış alttan da telin devamı sarkmış eserleri izlemeye dayanamıyorum. Galeriler farkında değil ama böyle yaparak sanatçıların ve sanatçılarının eserlerinin duvardan daha kıymetli olmadıklarını çok net hissettiriyorlar… Bu sergileme işi bu kadar hafife alındığı ya da kendilerini o asma aparatlarının kölesi yaptıkları için sergiler kuru, mekânlar içine girilmek istenmeyecek kadar sıkıcı hale geldi. Büyük organizasyonların mekânla birlikte tasarlanmış sergilerini binlerce kişi gezerken, bazen yılların galerini ayda 50 kişi gezmiyor artık. Bunu sorgulamamız lazım. Görsel anlamda herkesin her an bombardıman altında olduğu günümüz dünyasında, dikkat çekmek için mekânı eserinizden ayrı düşünme lüksümüzün olmadığı çok net, bu iş ayrı bir mesai, ciddi bir ele alış istiyor…


Yeni Türkiye Serisi-77
5,5xØ11,7 cm, 2019
Kırılmış yadigar seramik ve porselen fincanların içine Farklı bünyelerdeki seramik parçaları ve betonla yapılmış asamblaj

ÖCC: Gündelik hayatın hazır nesnelerini – örneğin bu seride fincanları – kullanırken nesnenin işlevine karşı nasıl bir mesafe alıyorsun?

EAA: Sergideki fincanların işlevine karşı aldığım mesafeyi şöyle anlatabilirim. Sergideki fincanların en eskisi 150 yıllık, altın seri numarası olanı da var, Avrupa’nın en kıymetli porselen firmalarına ait parçalar da. Nadide bir Kütahya çinisi de var, kayınvalidemin çeyizden kalan bir kahve fincanı da. Bu fincanların hepsi sağlam, şık ve gösterişliydiler. Dekorları nefis, duruşları zarif ve narindi. O yüzden çoğu vitrin parçasıydı. Korunmaları, çok dikkatli kullanılmaları gereken çoğu tek parçalardı. Bu fincanlar kadar yaşadığımız ülkeyi ve değerlerini anlatabilecek bir malzeme bilmiyorum ben. Ülkenin yıkılan tüm değerleriyle ilgili derdimi anlatmak isteyince bu fincanları özel, özgün, nadide yapan tüm değerlerinden ayırmak gerekiyor. Bunu yapmak için, bizim ülkemize yapılan şeyle aynı yolu izledim. Onları önce itibarsızlaştırdım, bunu bile isteye o kıymetli yapılarını kırarak yaptım, sonrada olmalarını istediği hâle getirdim, hepimizin her geçen yıl daha da sessizce olduğu gibi…

ÖCC: Form bütünlüğü kutsayan bir çağdaş seramik biçimciliğinin bu denli baskın olduğu bir sanatsal çevrede, formu parçalamak, bazen moloz gibi bir atığa dönüştürmek, sırlı ve sırsız parçaları gelişigüzel bir araya getirmek gibi şeyler yapıyorsun. Tekniğin hiyerarşilerini ve malzemenin reçetelerini sorgulayan bir karşı tavır mı bu?

EAA: Seramiklerimi biçimlendirmede daha önce başka işlevleri olmuş, buluntu, yadigâr, kırık, eski, satın alınmış ve çoğunlukla endüstrinin atıklarını kullanmayı tercih ediyorum. Yargısal olarak değiştirilemez olan bu parçaları yeniden biçimlendirebilme olasılığı, ileri dönüşüme yönelik yeni arayışları beraberinde getiriyor ve bana da yepyeni yollar açıyor. Benim için heyecan verici deneyimleri içeren bu yol, her gün yeni kelimelerin anlamını öğrendiğim bir dil ve bitmesini hiç istemediğim bir yolculuk. Bu durum beni form bütünlüğünü kutsayan çağdaş seramik biçimcilerinden uzakta, ayrı tutuyor ve yaptığım şey karşı bir tavır olarak algılanabiliyorsa işte o zaman ne mutlu bana…

1 Modernist Fransız ressam ve heykeltıraş Jean Dubuffet 1953 yılında doğal veya hazır malzemelerin parçalarından oluşturulan sanat eserlerini tanımlamak için ilk defa “asamblaj” terimini kullanmıştır. Asamblaj, diğer adıyla “birleştirme” sanat dışında başka amaçlarla üretilen endüstriyel ya da doğal nesneleri yeni bir dizge içine yerleştirerek oluşturulmaktadır
2 “Bir insanı ancak onu ümitsizce seven tanır.” Walter Benjamin, Tek Yön, 1999, YKY: İstanbul. (Çeviri: Tevfik Turan)