göç

Ne zaman ki mültecilere dair bir şeyler anlatmamız gerekiyor, aklımıza ilkin “çeper” geliyor. Bunda yanlış ya da abartılı herhangi bir şey yok, zira genellikle kentlerin “çeperinde” diğer yoksullar ve dışlanmışlar gibi mülteciler de çoğunluğu oluşturuyor. Ankara’da Önder Mahallesi’nde, Dikmen Vadisi’nde ya da şehrin bir başka yerlerinde yaşayan mültecilere dair pek çok yazı yazıldı.1 Hatta Göçmen Dayanışma Ağı/Ankara’nın bu konuda birden fazla raporu var2. Artıkişler’in başka güzel videoları. Yaşanan hak ihlalleri ya da Türkiye’de mülteci olmanın zorluğu aslında uzundur duyduğumuz, konuştuğumuz şeyler ve göçmenlerin sorunlarını gündemleştirmek için de oldukça önemli bir yerde duruyor. Fakat ben şimdi size bambaşka bir şey anlatmak istiyorum yani aslında “çeperde” olanları değil de tam bizim gibi “kentin merkezinde” yaşayanların etrafında olup bitenlerden bahsetmek istiyorum. Hep gittiğimiz mekanların, Kızılay’ın, Tunalı’nın içinde olanlardan.

***


Fotoğraf: Ayşe Gültekingil

Wassim’le buluştuk. Onu ilk tanıdığımda ortaokula giden küçük bir çocuktu Wassim. 5 yıldır Türkiye’de, Halep’ten geldi. Pek çok yazıya konu olduğu gibi Ankara’nın yenilerde Küçük Halep diye anılan Önder Mahallesi’nde yaşıyor ailesiyle birlikte. O zamanlar bir yandan okula bir yandan işe gidiyordu. Hani yine çokça okuduğumuz, Ankara’nın namı diğer mobilyacılar bölgesi olarak bilinen Siteler’de çalışıyordu. Aradan yıllar geçti. Wassim başka işler peşine düştü ve aslında biraz da “yırtmak” için Türkiye’deki pek çok insanın yaptığı gibi bir sürü işe girdi çıktı. En son görüştüğümüzde bir ses yarışmasının sonucunu bekliyordu. Dedim ya, Wassim’i uzun süredir tanıyorum. Bir gün yine buluşmak için bir araya geldik. Bu sefer her zamankinden farklı bir buluşma yeri seçtik. Ben onun mahallesine gitmedim de Wassim “benim muhite” geldi. Dedi ki Kızılay’da buluşalım, Kızılay AVM’nin önünde.

***

O sıralar ben Suriyeli bir arkadaşımızın oğlu olan Ali’yle ders çalışmaya hafta sonları yine mahalleye gidiyorum. Mahalle dediysem “onların” mahallesine, işte Kızılay’dan dolmuşla yarım saat uzaklıkta bir yere. Ali’nin abisi de Siteler’de çalışıyor, sabahın erken saatlerinden geceye kadar paket servisinde. En son, parasını alamadığı için iş değiştirmişti yoksa öncesinde Ulus’ta bir atölyede çalışıyordu. Onunki de artık sıradanlaşmış bir hikaye, pek çok mülteci gibi, uzun saatler çalışıp emeği sömürülen, çoğu zaman da parasını alamadan işten çıkarılanlardan biri de Ali’nin abisi. Haftada tek gün izni var. Pazarları. O günlerden birinin akşamında ben de evdeyim, Ee, diyorum, nerelerdeydin bugün? Kızılay’da abla, diyor. Kızılay AVM’ye gidiyorum ben, savaş oyunu oynuyoruz arkadaşlarla. Benim savaştan geldin, hala savaş oyunu mu oynuyorsun? sözüme, Ali ama herkesi yeniyorum bu sayede abla diye cevap veriyor. Birlikte gülüyoruz. Belli ki neyin travma olduğu ve/veya travmanın nasıl yaşandığı “bu mültecilerde” “biz mülteci olmayanların” tahayyülünden farklı ilerliyor.

***

Fotoğraf: Ayşe Gültekingil

Ayrancı’da bir arkadaşıma gideceğim. Bir ev ziyaretinin en temel kuralı asla eli boş gitmemektir. Yolda bir pastaneye uğruyorum, pastane sahibi tanıdık, Nabil. Suriyeli bir arkadaşımız, çok güzel Suriye tatlıları sattığı şirin bir pastane işletiyor Ayrancı’da. Evet evet, uzaklarda bir mahallede değil baya da “bizim” mahallelerden birinde esnaflık yapıyor. Pastaları alıyorum, sonra birlikte hızlıca bir çay içiyoruz. Esnaf olmanın raconu, dükkanına uğrayan arkadaşına illa ki çay içirmektir. Nabil de benzeri bir havada. Bu halleri oldum olası sevdim yine hoşuma gidiyor. Çayımı içip, tatlılarımı alıp arkadaşımın evine doğru yola çıkıyorum.

***

Bir sabah fırına iniyorum, balık var mı? diye soran bir kadın var yanımda. Bizde balık olmaz, biz fırınız, diyor adam. Arkadan cevval bir Türkiyeli hemen, İranlı mısın sen? diye soruyor balık isteyen kadına. Ankara’nın ortasında, Esat’ta “kırık Türkçe” konuşan birine ilk seferde İranlı mısın? diye sorulduğunu ilk kez duyuyorum, galiba mahallede yeni komşular var. Türkiyelinin bu cevvalliğini önce karşısındakinin kırık Türkçesinden cesaret almasına daha sonra da erkekliğin verdiği özgüvene bağlıyorum. Zira “buralar heep bizim” ve bir adam bir kadına istediği anda “sen” diye başlayan bir soru sormaya hep muktedir.

***

Evime doğru yürüyorum, birkaç tane İran restoranı yan yana. Bunlardan birine daha önce gelmiştim, yanımda İranlı arkadaşlar vardı, mekanın sahibinin de İranlı ve mülteci olduğunu onlardan öğrenmiştim. Zira herkes uzun uzun kendi BMMYK (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) dosyasından bahsetmiş, açıklanmayan mülakat sonuçlarından, cevaplanmayan e-maillerden, işlemeyen bürokrasiden dem vurmuştu. O zaman bir, bilemediniz ikiydi İran restoranlarının sayısı. Görünce sevinmişti arkadaşlar da, bir İran yemeği yemeye girmiştik içeri. Şimdi Kocatepe’den Akay’a giden bu sokakta İran restoranı, İran turizm şirketleri ve hatta bir tane de İran marketi var. Geçenlerde ara ara Ankara’ya gelen İranlı arkadaşlarını o sokağa götürdüğünden bahsetmişti bir başka arkadaşım ve hatta buranın İranlılar arasında artık “İran Sokağı” olarak anıldığından.

***

Fotoğraf: Ömer Şamlı

Ankara ve mültecilerle ilgili bir şey yazmaya oturduğum şu an, bunlar ve bunlara benzer onlarca hikaye akıyor zihnimde. Uzun uzadıya Önder’i, Solfasol’u, yoksulluğu anlatmak ise asla içimden gelmiyor. Zaten aslında mülteciler de sadece çok uzak diyarlardan gelip Ankara’nın en ücra köşelerinde başlarından sürekli acınası hikayeler geçerek de yaşamıyorlar. Hak ihlallerine uğrarken, yeni bir hayat kurmaya çabalarken bir yandan gülüyor, direniyor ve Ankara’nın “bizim” kullandığımız yerlerini de kullanarak en az bizimki kadar neşeli, umutsuz, sevinçli, belirsiz günler geçiriyorlar. Aksini düşünmek mültecilerin sürekli pasif, acınası ve geri kalmış şekilde karikatürize edilmesini, biz vatandaşları ise alabildiğine eyleyici, alabildiğine buralı olarak kodlama riskini taşıyor. Mültecilerin cümle içinde geçmesi hep “zavallı” birileri için bir şey yapma haleti ruhiyesini beraberinde getiriyor: verilecek kıyafetler var, var mı tanıdığınız bir mülteci?

Fotoğraf: Ayşe Gültekingil

Bu durum haliyle ortaklık kurabilme zeminlerini, şehrin yeni sakinlerini tanıma ihtimalini sürekli gözden kaçırma olasılığını içinde barındırıyor. Oysa mültecileri görmek, tanışmak, onların deneyimlerini anlamak için illa “mülteci çalışmak” ya da ezilenlere dair “özel bir ilgi” duymak gerekmiyor. Tıpkı bir ‘yerli’ olmak için orada doğmak gerekmediği gibi. Ve günün sonunda, her yeni gelenle olduğu gibi Ankara da yeni sakinleriyle birlikte değişip dönüşmeye devam ediyor.

1 https://www.birartibir.org/goc-ve-multecilik/188-gorunmeme-mucadelesi- ve-otesi? fbclid=IwAR0z14GNtpctl_6pzQveDWIiwkycUgygJPlawprPGvrHs4Exs09qWKYpais

2 http://gocmendayanisma.org/2016/06/27/ankara-onderde-neler-oluyor-whats-going-on-in-onder-ankara/
http://gocmendayanisma.org/2016/10/15/onderde-neler-oluyor-raporu-2-16-temmuz-irkci-saldirilar/