ulaşım

Towers’lar, Otoyollar ve Üniversite Kampüsleri

Bir mimarlık fakültesindeki görüşmemi bitirip üniversite kampüsünden ayrıldım. Otobüs durağındaydım ve duraktaki öğrenciler otobüs yönlerini yanlış bildikleri için bir önceki otobüsü göz göre göre kaçırmıştım. Yarım saat daha beklemek zorundaydım. Başka bir üniversite kampüsünde gideceğim toplantıya da muhtemelen geç kalmıştım. Doğru yöne, yani yolun karşı tarafındaki durağa geçtim. Burada sürekli otobüs kullandığını tahmin ettiğim ve elleri kolları pafta ve maket dolu bir mimarlık öğrencisi olan K ile tanıştım. Yarım saat bekleyeceğimizi anladığımız için K ile proje dersleri, bu dönemki proje konusu gibi şeyler üzerine sohbet etmeye başladık. K mezun olduktan sonra arkeolojik kazılarda çalışmak istediğini heyecanla anlattı. Sonra konu dönüp dolaşıp kampüse ulaşıma geldi. “Akşam 6’dan sonra ulaşım var mı?” diye sordum.

“Var ama birkaç yıl önce okula ilk başladığımızda yoktu ve çok zorlanıyorduk.”

“Proje dersleri, jüriler uzayamıyordur ve bazen kesiliyordur o zaman.”

“Uzamıyor, belirli bir saatte kampüsten çıkıyoruz. Ama yine de en büyük sorun otopark sorunu. Öğrenciler otopark bulamadıkları için sınavlara geç kalıyorlar.”

Kendime ait özel aracım olmadığı için sanırım, arabalı olmanın da bir sorun olacağını düşünememiştim. K’ya göre öğrenciler için en büyük sorun otopark sorunuydu. Ona asıl sorunun toplu taşıma ile ulaşamadıkları bir kampüs olduğunu söylemek istedim. Tıpkı şehir hastaneleri ve kapalı siteler gibi. Bunun yerine ona ailemizin beş yaşındaki üyesi Doğa’nın en büyük hayalinin on yaşına geldiğinde okuldan çıkıp eve yürüyerek gelmek olduğunu anlattım. Oysa okulu ve evi arasında bir yürüme yolu yok. Batı Ankara’nın önemli bir kısmında kent birbirine otoyollar ve daha dar yollarla bağlanmış binalar arasında araçla ulaşmak dışında bize başka bir seçenek sunmuyor. Bazı durumlarda otobüs kullanmak bile sakıncalı. Çünkü bazı noktalarda kaldırım yerine dar bir emniyet şeridinde yürümek zorunda kalırsınız ve gideceğiniz yer karşı tarafta olsa da karşıya geçmeniz mümkün değildir.

Bu anlattıklarımın yalnızca on dakika içinde başıma geleceğini tahmin edemezdim. K ile vedalaşıp otobüsten başka bir üniversite kampüsündeki başka bir mimarlık fakültesine gitmek üzere ayrıldım. Sonraki otobüsü bulabilmek için telefonumun çevrimiçi haritalar kısmına baktım. Bu kampüsün servisleri olabileceğini tahmin ediyordum, fakat bulunduğum konuma yakınlığını düşünerek otobüsle de ulaşabileceğinden şüphem yoktu. Telefonum yardımıyla en yakın sürede gelecek olan otobüsü buldum ve durağında beklemeye başladım. Tabi ki teknolojiye asla tam olarak güvenemeyen birisi olarak en az üç kişiye bu üniversiteye belirtilen otobüsle gidilip gidilemeyeceğini sordum. Sadece birkaç durak sonra otobüs kampüsün otoyol kıyısındaki girişinde duracaktı. Ve kampüs girişinden gitmem gereken fakülteye kadar bir araç, kampüs içi ring ya da başka bir otobüs bulabileceğimi düşündüm.


Fotoğraf: Gülşah Aykaç, 2017, Ankara.

Otobüsün duracağı durağı bir durak kaçırdığımı bir şantiye işçisinden öğrendim. Otobüsten ben, beni uyaran şantiye işçisi ve başka bir kadınla birlikte toplam üç kişi indik. İndiğimiz yer otoyolun bir alt paralelindeydi. Sürücüler araçlarını sabırsız ve hızlı kullanıyordu. İndiğimiz yerde bir otobüs durağı tabelası olmasına rağmen bir kaldırım bulunmuyordu. Karşı tarafa geçmek mümkün görünmüyordu. Diğer iki kişiyi takip ederek kendimi bulunduğum daracık emniyet şeridinden topraklı şantiye sahasına doğru attım. Otobüsten benimle birlikte inen şantiye işçisi otoyola çıkmak için çapraz yürümemi tavsiye edip hızla iş yeri olduğunu tahmin ettiğim E Towers’a doğru yöneldi. Diğer kişiye siz nereye gideceksiniz diye sordum. W Towers dedi. Aynı yönde olduğu için birlikte yürümeye başladık. Başımı kaldırdığımda W Towers’ın beş yıl önce çalıştığım ofisin projesi olduğunu hatırladım. İnşaatı ne kadar da yavaş ilerlemişti. Yanımda yürüyen ve kulaklıklarını her an geçen hafriyat kamyonları yüzünden çıkarmış olan kadına bakıp onun ofis çalışanı mimar ya da sektörde çalışan genç bir uzman olabileceğini düşündüm.

Yan yana üç ya da daha fazla towers otoyol kıyısında sıralanmıştı ve hepsinin otoparkında muhtemelen inşaat ve pazarlamasında çalışan kişilere ait onlarca araç park edilmişti. Hiçbirinin inşaatı tam olarak bitmemişti. Ankara’nın ana yollarından biri olan ve Batı Ankara’yı Ulus-Kızılay kent merkezleri hattına bağlayan otoyola doğru orada kaldırım olup olmayacağı tedirginliğiyle yürüdüm. Ve otoyol üzerinde büyükçe bir alanın trafiğe kapalı olduğunu gördüm. Otoyolun inşaatı ile Towers’ların tamamlanamamış şantiyeleri kentin orta yerinde benim için bir kara delik oluşturmuştu. Burada yok olacağıma dair bir kaygı geliştirdim. Oysa burada bir tadilat olduğundan, evimize kadar uzanan sabah ve akşam trafiğin nedeni olarak bir süre önce haberim olmuştu. Bu kara delikte çalışan ikinci yol arkadaşım da beni terk etti ve kocaman bir yol inşaatı içinde kalakaldım. Ulaşmak istediğim kampüs girişi sadece on dakika ilerdeydi.


Kolaj: Gülşah Aykaç, 2013

Hayatımı korumak amacıyla aklımda çeşitli ihtimaller belirmişti. İnsansız gibi duran Towers’lara sığınmak, hafriyat kamyonlarını durdurup yardım istemek, araç trafiğinin yoğun olduğu kaldırımsız durağa geri gidip aynı otobüse binip bilmediğim bir yönde en son durağa kadar gidip geri dönmek, çevrimiçi haritalarda on dakika görünen mesafeyi yol inşaatı içinde yürüyerek katedip kampüse ulaşmak. İlk seçeneklerden daha güvenli geldiği için sonuncu seçeneği tercih ettim ve yürümeye devam etmek üzere yolun diğer tarafına bazı çukurların çevrelerinden geçerek ulaştım. Bu taraftaki yol kıyısında Towers’lar yoktu; yeşil alan vardı ve tellerle çevrilerek yol inşaatından ayrılmıştı. Köpek havlamaları duyuluyordu ama yine de hafriyat kamyonlarından ve Towers’lardan doğacak tehditlerden kendimi kollamak için bu taraf daha güvenliydi.

Bir süre sonra Ankara’nın bir önceki tartışmalı belediyecilik zamanında yapılmış meşhur kent kapılarından birinin yanına ulaştım. Kapının öte tarafında üniversitenin girişi görünüyordu. Fakat arada kocaman bir hendek vardı ve “inşaat alanına girmek tehlikeli ve yasaktır” tabelaları beni hendekten korumak istercesine artmıştı. O sırada annem telefonla aradı. Ondan ödünç aldığım ayakkabının vurup vurmadığını merak etmiş. Ayakkabının içinin kum ve çakılla dolduğunu, dışının tozdan renk değiştirdiğini söylemedim. İçine düştüğüm müşkül durumu zor olsa da açıklamaya çalıştım ve ulaşmaya çalıştığım kampüse varınca mutlaka onu arayacağımı söyledim. Beni tam olarak ancak ayakkabılarının halini gördüğünde anlayacaktı. Kapının kıyısından hendeğe düşmeden geçtim ve en sonunda kampüs girişindeydim. Ama giriş olduğunu düşündüğüm yer kampüs girişi değilmiş. Oradan taksi, dolmuş ya da otobüs geçermiş gibi durmuyordu. Daha çok hızlı ve seri bir şekilde bireysel araçlar geçiyordu. On dakika kadar emniyet şeridinde yürüdükten sonra dar da olsa bir yaya kaldırımına ulaştım. Artık kampüsteydim. Geçen araç sayısı ve hızı daha azdı.

Mimarlık Fakültesi’ni bulup etkinliği kırk dakika gecikmeli olarak bir ucundan yakaladım. Not defterimi çıkarıp not almaya ve konuşulanları dinlemeye çalıştım. Ellerim ne konuşulursa yazıyordu, fakat aklım sadece tek bir şeydeydi: Eve dönebilmek. Abime mesaj atıp eve nasıl ve nereden döneceğini sordum. Beni almasını isteyecektim. Şehir dışındaymış. Hava kararmış olmalıydı. Neyseki salonda etkinlik bölünerek servis saatlerine dair bir uyarı geldi: “Tam on dakika sonra servislere binmek üzere etkinliği bitirip hep birlikte çıkacağız.” Uyarıyı takiben etkinlik tam vaktinde bitirildi. Etkinliğin kalabalığından ürkerek önden çıktım ve servis alanına hızlı adımlarla gittim. Servis bekleyen öğrenci kalabalığının içine karıştığımda kendimi daha iyi hissediyordum. Ulaşımla ilgili birkaç soru sordum ve kampüse servissiz ulaşmanın çok zor olduğunu, bu yüzden yarım saatte bir servis olduğunu öğrendim.

“Bu durumda benim çok yakında olmama rağmen, servis saati uymuyor diye buraya hiç gelmemem gerekirdi öyleyse?”

“Evet, eğer aracınız yoksa…”

Mimarlık fakülteleri kampüslerine artık bir öğrenci değil, gelecekte bu üniversitelerde çalışmaya aday eğitim ve bilgi emekçisi olarak ulaşmaya çalışırken, bu konumumun diğer tüm emek özneleriyle -benimle aynı anda otobüsten inen şantiye işçisi ve uzman kadın, durakta karşılaştığım mimarlık öğrencisi ve aracını sabırsız kullanan sürücü- ortaklaşan bir kırılganlığı (prekarya, müşküllük) olduğunu söylemek isterim. Bu kırılganlık bizi her an zarar görebileceğimize (fragility) inandıran kentin gündelik hayatının bir parçası. Towers’lar, otoyollar, üniversite kampüsleri, şehir hastaneleri, yolculuk halinde bulunduğumuz otobüsler, metro girişinde çantamızı koyduğumuz koruma bandının oluşturduğu huzursuz sıra, belirli bir saatten sonra ulaşımı neredeyse imkansız kapalı siteler, kentin yatayda ve dikeyde alıp başını gitmiş uçları… Bir mimarlık işçisinin, bir üniversitelinin, işçinin, akademisyenin, çocukların ve yaş almış bedenlerin parçası olduğu bu müşterek, kentte artan kırılganlığımızın tam da kendisi.