Özgür Ceren Can, Ruşen Cesur Kurtoğlu – Fotoğraflar: Siyah Beyaz Sanat Galerisi
Uzun zamandır Ankara sokaklarında Gökhan Tüfekçi’nin dışavurumcu ve renkçi kamusal eserleri, önemli birer kent estetiği unsuru olarak karşımıza çıkıyor. Sokakta onun resimleriyle karşılaşmalar, bürokratik kentin kurşuni gündelik rutinini kesintiye uğratıyor. Dahası hemen oracıkta bir ihtimaller hortumu ruhumuzu savurup rutini “hayat”a çeviriyor. Gökhan Tüfekçi’nin ilk kişisel sergisine verdiği “Arzular Şelâle” ismi bu bağlamda çarpıcı. Sanatçı sergisinde Osmanlı minyatürleri ve gölge oyunu gibi tarihsel köklerden devşirdiği bir imge repertuarını, pop art teknikleriyle harmanlayarak pentür üslubunu olgunlaştırmış. Sanatçının sergisi Siyah Beyaz Sanat Galerisi’nde sürerken, onunla bu ilk kişisel sergi macerası ve Ankara sokaklarında son yıllarda soluğu kesilmeksizin devam ettiği sokak sanatı üzerine konuştuk.
Özgür Ceren Can: Gökhan, sanata ilgin olduğunu ve bu alanda eğitim almak istediğini ne zaman fark ettin?
Gökhan Tüfekçi: Resim öğretmeni bir komşumuz vardı, 6-7 yaşında onun bir yönlendirmesi oldu. Bende istek vardı da üstüne bir çalışmam yoktu. Sonra lise zamanı iyice kafama girmeye başladı. 2009’da üniversiteyi kazandım bıraktım, 2011’de kazandım bıraktım, sonra komple bıraktım. Sonra 27 yaşında geri döndüm.
ÖCC: Neden bıraktın?
GT: Ya anlamadım ki olayı. Bu işlerin nasıl yürüyeceğini çözemedim, ondan bıraktım.
Sonra neden geri dönmeye karar verdin?
Diploma lazım ya, o yüzden.
Bitti mi?
Bitti canım.
O aralarda ne yapıyordun sen?
Takılıyorduk. Kışın çalıştım, yazın gezdim.
Çalıştım derken neyi kastediyorsun?
Barda çalıştım. Garsonluk yaptım, barmenlik yaptım.
Atölyen var mıydı? Resim yapmaya devam ediyor muydun?
Hiçbir şeyim yoktu. 27 yaşıma kadar hiçbir şey yapmadım. Ama ilgileniyordum sadece. İzliyordum, ne oluyor ne bitiyor bir haberim vardı da üretim yoktu.
Atölye kurma sürecin nasıl oldu?
Daha kuramadım ki. Daha bu sergiden sonra kuracağım. İşin hikâyesi artık 27 yaş bunalımı mı ne, sıkıntı başladı, zor da geçti. Okula geri dönünce de biraz ölüm kalım savaşı oldu. Oranın atölyesini kullandım, hep öyle geçti. Hani yapmam lazım, çalışmam lazım… Üç sene boyunca, dört sene boyunca günde 12 saat boyadım yani ne yaptığımı bilmeden. Öğreneceğim diye. Aradaki açığı kapatayım diye çok çalıştım.
Bu senin ilk kişisel sergin mi?
Evet.
Bundan önce ne yaptın?
Yine bir Siyah Beyaz’ın sergilerine katıldım. Onun dışında Anafartalar Çarşısı’nda Persona Non Grata vardı. Çok da talep edilen birisi değilim. Bilmiyorum nedenini.
Sen acaba o ağın içine mi girmiyorsun, ondan olabilir mi?
O da olabilir. Tercih meselesi mi bilmiyorum ama karakterim de öyle; biraz daha hem içeride hem dışardayım. Tek başına kalma oluyor benimki birazcık. Bunu bilerek, isteyerek yapıyorum.
Siyah Beyaz çok köklü ve eski bir galeri. Burayla nasıl tanıştın ve burada ilk kişisel sergini açman nasıl gelişti?
İşte sokakları falan boyadım, Sara Adılbelli görmüş. Sonra bir etkinlik vardı bir barın terasında, orda da duvar resmi boyayacaktık. Orada Sara’yla tanıştık. Oradan sonra bütün hikâye başladı. Sara da sokak sanatının sevdalısı olduğu için.
Sokaktan buldu yani seni.
Biraz öyle oldu. “Git diplomanı al.” dedi. İstediğim bir şey değildi, kabul ettiğim bir şey de değil ama ileride daha sonra uluslararası bir şey olacağı zaman lazım olacağı için okula geri döndük. Okulun atölyesini kullandım, o ara ürettim. Dört sene boyunca bir süreç ilerlemeye başladı. Birkaç sanatçıdan esinlenerek başlayan hikâye daha sonra kendi kimliğini bulmaya doğru gitmeye başladı. Kendi kimliğimi oturtmadan da bir sergi açmak istemedim. Arkasında durabileceğim güzel işlerim olduktan sonra sergi açmak istedim.
O zaman senin tanımlı bir sanat mekanına neredeyse ilk girişin diyebiliriz çünkü Anafartalar Çarşısı bir kamusal alandı. Aslında sokakta üretiyorsun?
Sokak, tuval.
Bir mahlasın var ‘karagözüktükaptan’ diye. Bununla çok ünlüsün sen, sokakla teması etkin olan insanlar için. Biraz bize o maceradan bahseder misin? Sokağa iş yapmak nasıl bir şey? Bir kere teknik olarak seni zorluyor mu?
Hayır. İş şöyle başladı, okulda tuvalde üretirken zaten büyük boy çalışmayı tercih ediyordum. Bir sıkıntıya girdim, dara düştüm. Bir kimlik bunalımı, “bunu yapıyorum ama ne işe yarayacak, bunu kim görecek?”. Ama ticari kaygı olarak çıkmadı bu mevzu yani. Yaptığım işin başka bir tarafa taşması zaten benim içimde vardı. Biraz siyasi bir durum da. Tepki veremiyorsun, ama işte ben buradayım demek istiyorsun. Varoluş mücadelesi gibi bir şey, bütün negatif şeylere karşı…
Renkçi kompozisyonların var. Geniş bir boya paletine ihtiyaç duyuyorsun. Nereden buluyorsun bu parayı?
İşte resim satıyoruz oradan alıyoruz. Dışarıya birkaç iş yapıyoruz, boyayı fazla söylüyoruz, artırıyoruz. Bir şekilde temin ediyoruz yani. O edilmediği zaman ne oluyor, üretim olmuyor.
Peki, insanlarla etkileşimin nasıl oluyor sokağa üreten bir sanatçı olarak?
Olmuyor, bulamıyorlar. Artık hiç bir şey de yazmıyorum, bulamıyorlar, olmuyor bir etkileşim yok. Hani Instagram’da, orada konulan fotoğrafta yüzüm olsa da çok kişisel fotoğraf paylaşmadığım için hayali karakter gibi.
Kendine has bir desenin var ama onun dışında bence renkle de bir üslup birliği kodluyorsun. Mesela “Gökhan pembesi” var benim için. Ondan biraz bahset bize.
İlk tuvalde çıktı o pembe o da tamamen parasızlıktan, boya kalmadığı için. Bir pembe bulduk bir şekilde. Spreylere bakarken güzel bir çekiyor adamı. Çizgi filmlere baktığın zaman sarı, pembe, mavi ya da işte bazen mor. Direkt zihne oynayan renkler, akılda kalması için. Kullandıkları bir metot.
Çizgi romanlarla veya çizgi filmlerle aran nasıl?
Yenileriyle çok iyi değil de bu iki boyutlu çizgi filmlerle aram iyiydi. Road Runner, Tom ve Jerry…
Sokağa üretmekle bir galeri mekânına üretmek arasında nasıl bir fark var?
Siyah Beyaz duvarlarla oynamaya müsaade etti. Başka bir galeri kolay kolay müsaade eder miydi bilmiyorum. Şöyle bir fark var; sokaktaki durum yarım saatte, kırk dakikada olup biten, çok anlık bir şey. Bir de ben eskizsiz falan çıkıyorum. Tuvaldeki süreçte bir resmin başında üç hafta falan geçiriyorum. Tabii, böyle olunca işin içine bir hikâye giriyor. Sokaktaki işin de arkasında durabilirsin ama tuvaldeki mesele biraz farklılaşıyor. Yani orada anlatmak istediğim başka bir konu var, daha uzun süre çalışabildiğim için. Sokakta imkân olsa orada da başka türlü olur.
İlk serginden bahsedelim. Ne anlatıyor bu sergi?
Okulun son döneminde fark ettim ki Batılı sanatın inanılmaz bir esareti altındayız. Dört sene gittik geldik, bize iki hafta “Türk Sanatı” diye saçma sapan bir şey anlatıyorlar. Minyatürler falan filan baltalanmış. Ama beni çok etkiliyorlar. Sergi hazırlıklarından 4-5 ay önce de Hacivat ve Karagöz meselesini çok takmaya başladım. Bütün işin çıkış noktası oradaki betimleme, o anlatım biçimi, o iki boyutluluk, o kukla mantığı. Yani bize özgü bir anlatım biçimi. Daha Asyalı. Batı sanatının ise “Pop Art” mantığından yola çıktım, “Pop Minyatür” diye bir kavram çıkartmaya çalıştım. Pop Art mantığını işin içine alıp bu coğrafyanın hikâyesini, o kitsch malzemelere modern dokunuşlar yaparak, eğlenceli bir hale getirmeye çalıştım. Sergideki işlerin içinde Ali Baba ve Kırk Haramiler var, Cennet Bahçesi var, arabesk kültüre biraz girdim, Kaptan-ı Derya’nın hikâyesi var.
Arabesk kültürü çalıştığın işlerde hazır nesne kullanmışsın.
Yumurta topuk ayakkabı, güzel bir dönemin temsili. Belki bir sonrakinde olacak, Gülhane Parkı serisi olacak, bu jiletli konserler falan var ya. Toplumun zaten yükselen bir arabesk kültürü var. Bunu saklayamıyor kimse, bütün elit mekânların içine, sonuna kadar sızmış durumda. Benim yaptığım varoşluktan sanat çıkmaz denilen şeye de protest bir duruş.
Arabesk kültürü üzerine gittiğin işlerde rakı şişesi, tespih, kurşun gibi çok eril hazır nesneler kullanmışsın. Fakat bu nesneleri o çok feminen pembenle renklendirmişsin.
Bu konu bende hep bir soru işareti. Pembe feminen mi?
Elbette öyle değil ama toplumda oluşan algı o yönde. Bir ters köşeye mi yatırmak istiyorsun insanları bu ezber üzerinden?
“Ali Baba ve Kırk Haramiler”de çok şeker renklerle birlikte kafa kopmalar falan var. O tezatlığı yaratmak hoşuma gidiyor. Hem çeksin, hem itsin.
Bundan sonrası için bir projen var mı? Az önce bahsettin, galiba aklında bir seri devam ediyor, sanki bitmemiş gibi.
Bitmedi daha. Sergi olarak yok. Şimdi sokağa devam da birkaç aya belli olur ne olacağı.
Şimdi kente, mesela gündelik hayatının içinde, bir tuval gibi bakıyor musun? “Şuraya resim yaparım, buraya çalışırım…”
Oyun parkı gibi. Biraz öyle. İlk başta o çekingenlik vardı, şimdi iyice oyun parkına döndü.
Sokaktaki işlerin vandalizme uğruyor mu?
Uğruyor canım. Gelip üstünü karalıyorlar. Olabilir, ama işte onun yerine gelse işi değiştirse, başka bir şey yapsa ya da kapatıp daha güzelini yapsa sıkıntı yok ama şu üst karalama olayını bir anlamış değilim. Yanı boş, oraya yapmıyor, onun üstünü karalıyor.
Sokağa iş yapan diğer insanlarla iletişimin var mı? Ben bir sanatçıyla ortak bir resim yapmıştınız diye hatırlıyorum.
Yolun en başından beri Cem Sonel var. Onlar zaten eskiden beri uğraşıyorlar. Tanışıyorduk ama arkadaşlığımız yoktu. Şöyle bir şey var aramızda; biz yapalım, iki kişi de olsak yapalım, burada bir kültür oluşsun… Yani İstanbul’da da yirmi beş yıl önce hiçbir şey yoktu. Ankara’da tek tük, on yıldır bir şeyler var. Bir dönem oluyor, Avareler, Küf, kolektif şeyler oluyor, ama bireysel böyle çıkıp sürekli devam ettiren grafiti artist var, ama figüratif ya da sokakla oynayacak birileri yoktu işte. Ama bu konuda bayağı “bireysel olarak çıkıp yapayım, kolektife bulaşmayayım, tamamen kişisel mesele” derken üç kişi, dört kişi, beş kişi olmaya başladık. Şimdi İstanbul’dan, oradan buradan adam geliyor boyamaya.
Siyasal erkin ve güvenlik kuvvetlerinin merkezlerinin burada olması Ankara kentini biraz daha zor hale getiriyor mu bu işleri yapmak için?
Zor ama mesela bu bekçileri çıkarttıklarından beri ben Tunalı’nın ara sokaklarına girmiyorum. E oraya girmemek de artık bizi şehrin bulvarlarına atmaya başladı. O da güzel. Bizim de buradan çıkmamız gerekiyor, Ankara sadece Tunalı Hilmi ya da Çankaya bölgesi değil. Sincan’a da yaptığımız var, Batıkent’te büyük bir viranemiz var zaten. Yani sıkıntı başka bir şeyi doğuruyor. İstanbul biraz daha rahat o konuda. Alışmış adam, çık boya yani. Söğütlüçeşme metro durağının oraya gidiyorsun, kolonları boyuyorsun gündüz, “Ne yapıyorsun?” diyen yok yani. Ankara’da zor.
Teşekkür ederim. Var mı eklemek istediğin bir şey?
Ben teşekkür ederim.