barınma

 


Sevgili Ayşe,

Ankara’yla ve kentin değişimi ile ilgili çalışırken Kale’den karşıya Altındağ Tepeleri’ne baktım. Kale surlarının içi bir zamanlar şehrin tam kendisiyken, önce kentin marjinine ve sonra da marjinalliğin yerine evrilmiş olması ne kadar ironik değil mi? Kentleşmeden evvel kentlerde kale duvarlarının hemen dibine yoksul halk tarafından teneke, tahta, bir yerlerden çıkma ne malzeme bulunursa ondan evler yapılırmış. Kentleşmeyle birlikte -1950’li yıllar ve sonrasında- çatısı bir gecede kapatılması makbul olan gecekondular bu tepeleri sarıp sarmalamış. Bugün bu tepelere bakarken kendimize bakıyor gibi oluyorum. Yıldırım Türker’in bir dizesi var, hani şarkı da olmuş olan:

“Geçemezsin aynadan hiç yara almadan, geçemezsin.’’

Kaleden karşımızda apaçık duran Hıdırlıktepe, Yenidoğan ve Çinçin’e bakarken aynadaki bir halimize bakıyor gibi hissediyorum. Tepenin eğimleriyle uzlaşan evler, ağaçlar, patikalar bir yanda; yıkılmış ya da yakılmış gecekondular, molozlar arttıkça artan, tepenin eğimini reddeden TOKİ’ler ve TOKİ’lerin yeni geniş yolları, tektipleşen okulları, ne olduğu anlaşılmayan kurum binaları öte yanda…Tüm bunlar birbiri içine geçerek tuhaf bir kolaj yaratıyor… Buradaki dönüşüm Ankara’ya ve bize dair ne çok şey anlatıyor. Fakat suretin derinine bakmakta, buranın suretten öte yaşamın kendisi olduğunu deneyimlemekte, birkaç adım atıp karşıdaki bu tepelere geçmekte zorlanıyorum. Aynadan geçemiyorum.

Araştırmam için 1970’li yıllarda gecekondulara dair yazılmış roman, tez, şarkı ne varsa incelerken aslında bildiğimiz ama unuttuğumuz bir filmi hatırladım ve yeniden büyük bir merakla izledim: Düttürü Dünya. Film 1988 yapımı, yönetmeniyse Zeki Ökten. Kaynağına sadece bir yerde ulaştığıma göre Zeki Demirkubuz da yönetmen yardımcısı. Çinçin’deki saha araştırması sırasında mahalleliye bu filmi sık sık sordum ve filmin Hıdırlıktepe’de geçtiğini öğrendim.

Filmi hatırladın mı? Aslında film üzerine ne düşündüğünü çok merak ediyorum. İzlersen üzerine seninle biraz yazışmayı çok isterim.

Sevgiyle,

Gülşah (8 Kasım 2018)


Sevgili Gülşah,

Ne iyi ettin ne çok sevindim sesini duyduğuma! Ve böylesine güzel bir fikirle hem de!

Düttürü Dünya’yı izleyeli otuz sene olmuş, ama izlediğim gün dün gibi aklımda. Bir Pazar günüydü, babamla el ele Metropol sinemasına gitmiştik. Babamla sinemaya gitmeyi çok severdim, normalde pek de konuşkan olmayan babamla filmler hakkında epey uzun sohbet ederdik. O gün de hem bunun için heyecanlıydım, hem de Kemal Sunal filmi izleyeceğim için çok sevinçliydim. Halbuki filmde Kemal Sunal hiç güldürmemişti beni, çıkışta da babamın ağzını bıçak açmıyordu. Kömür kokulu karanlık Ankara akşamında sessizce evimize döndük, buruk bir tat kaldı ağzımda. O gün anlayamadığım babamın sessizliğini sonradan pek çok kez düşündüm, yıllar geçtikçe daha çok anlamlandı zihnimde. Babam o aynayı görmüş, o aynadan geçmeye çalışmıştı ve hatta onun gibi pek çokları o aynaları parçalamaya çalışmış, oysa parçalanan kendi hayatları olmuştu. Aynalar sapasağlamdı. Babam aynada göz göze gelemiyordu ne kendi yarası ile, ne yoldaşlarınınki ile ne de Düttürü Dünya ile. O geceki burukluğu buydu ve onu hayatı boyunca taşıdı, taşıdık….

Ankara’dan doğru düzgün ayrılmadığım koca otuz sekiz seneden sonra bana Ankara’nın resmini çiz deseler ne Anıtkabiri çizerim ne Kaleyi biliyor musun. Aklıma Hıdırlıktepe gelir, adeta tepeyle yeksan olmuş evlerden çıkan kömür buharının sabahın ilk ayazındaki yarı ışıklı buğusudur esas Ankara. Ama ben, biz ne kadar dokunabildik o Ankara’ya, ne kadar yaşayabildik, o zaman biz ne kadar Ankara’yız? Yaramız o aynadan geçişimizden mi geçemeyişimizden mi, yoksa babamınki gibi elimizde kalan kırık ayna parçasından mı? Hiç bilemem.

Hemen tekrar izleyeceğim Düttürü Dünya’yı, çokça heyecanla ve sevgi ile.

Çok öperim.

Ayşe (10 Kasım 2018)


Sevgili Ayşe,

Küçük çocuk olarak filmin tesirini babanın yüzünde izleyişini filmin sahneleri gibi gözümde canlandırıp duruyorum. Kömür kokusuna, elele yürüyen baba ve kızına filmin sonunda gecekondu yıkımında başlayan uzun şarkı eşlik ediyor.

Kaleden bakınca beni en çok sarsan şey molozlar ve gecekonduların TOKİ’lerle birlikteliği. Bir bölümü yıkıldığı gibi kalmış mahallenin kaderi sanki Düttürü Mehmet’in gecekondusunun yıkımıyla ve o uzun şarkıyla başlamış gibi.

Yıkılan ve ara ara sahipleri tarafından yakılan gecekondular görünmez bir savaşın görünür halleri gibi. Bu görünmez savaşın, rant savaşının, görünür savaşlarla aynı köklerden doğduğunu, görünmez savaşın yıkımı derinleştikçe görünür savaşların içinde kendimizi her an bulabileceğimizi düşünmeden edemiyorum. Aklım üzerinde savaş uçakları uçan Kızılay’a, bahçesi bombalanan Meclis’e, sokakta aniden yaşanan bombalı saldırılara, kamusal alanda hâlâ etkisi süren travmalara gidiyor. Bu görüntüler, gecekondu yıkımları ve bombaların patladığı sokaklar zihnimde birbirini tamamlıyor. Sanki herşey yakılıyor, yıkılıyor.

Oysa Dütdüt Mehmet’in gecekondusunun yıkımına mahalleli oynayarak tepki vermişti! Filmin geçtiği yıllardan bugüne yıkım, hâlâ umut ve çaresizlik arasında dolanan ve gecekonduya içkin bir mesele. Umut, ranttan faydalanmak, artık varoş anlamına gelen gecekondudan çıkmak, apartmana geçmek; umutsuzluk, gecekonduculuktan terfi edememek, bir tapulu gecekondunun bile olmaması, başka bir mahalleye ya da başka bir gecekonduya geçmek zorunda kalmak, ailenin dağılma tehlikesiyle karşılaşması demek. Görünmez rant savaşları her zaman iki belirgin taraf arasında geçmiyor. Filmin uzun kapanış şarkısı da sanki yıkımın ve görünmez savaşların devamını, kente yayılışını ve bunun kaçınılmazlığını anlatıyor.

Dütdüt Mehmet’in ailesindeki her karakter yıkımın biricik özneleri olarak birşeyleri temsil ediyor gibi. Mehmet’in küçük kızının dans ettiği sahneden pavyonda dans eden dansöz sahnesine geçiş, filmi izlerken en çok içimin titrediği an. Senin aynayı sezmen gibi, çocuk babasının müziğe hayranlığını seziyor ve birlikte bunun tadını çıkartıyorlar. Sahne geçişinin imlediği şeyin, kendisini pavyona götürebilecek sosyal-sınıfsal ayrışmanın içinde doğmuş olmanın ve gecekondunun bunun bir parçası oluşunun gölgesi ablası gibi yüzüne henüz düşmemiş. Mehmet’in müziğine eşlik eden küçük kız çocuğu gecekondunun en nihayetinde bir ev olduğunu ve hemen sonra bu evin tarihinin ne kadar sınıfsal olduğunu ne güzel bir ustalıkla anlatıyor.

Mektubunu heyecanla bekliyorum.

Ben de öpüyorum ve sarılıyorum!

Gülşah (11 Kasım 2018)


Canım Gülşah,

İzledim!!! Otuz sekiz yaşımın Ayşe’si, sekiz yaşımın Ayşe’si ile elele tutuşup izledik!!!

Her ikimizi de yine ve yine o yoğun hüzün, belki Ankara hüznü kapladı. Ankara hem yaşayanları, hem bizzat şehrin kendisi için hep bir olmak isteyip de olamayışların mekânı sanki. Dütdüt Mehmet’in dünyası da öyle, küçük bir Ankara, bir olamayışlar evreni sanki, evin yuva olamayışı, evliliğin aşk olamayışı, müziğinin sanat olamayışı ve Dütdüt Mehmet’in ve tüm mahallenin toptan var olamayışı, tutunamayışı…Hayatla süregiden bir mücadele/savaş hali ve sonunda hüzünle beklediğimiz, olmasa diye bir küçücük ümit ettiğimiz ama kaçamayacağını da hissettiğimiz olduramama/olamama halinin kazanması ve senin de bahsettiğin yıkım. Yıkımı Dütdüt’ün gözünden izliyoruz, hem fiziken yıkımı, duvarların parçalanışını, hem de o duvarları kurarkenki hayallerin, korumak için sarf edilen emeklerin, özverilerin parçalanışının gri gölgelerinin Düttürü’nün gözünden geçişini… Ama her olduramayanın cebinde saklı küçücük bir umudu vardır, çıkar bir yerlerden, Düttürü’nün dünyasında da Dütdüt’ün büyük kızı mantık ise küçük kızı umuttur, birden kalkıp dans etmeye başlar ve dans ederiz hep birlikte, bundan sonra da olamayacağını bildiğimiz yaşama en absürdünden ve en neşelisinden itiraz eder, boşuna da olsa umut etmeye devam ederiz, Düttürü, mahalle, pavyon, sen, ben hepimiz, Ankara… Zaten eğer gerçekten bir devrim olacaksa hayatlarımızda bir gün onu dans ederek karşılamayacak mıyız en düttürüsünden?

Filmle ilgili sekiz yaşımın Ayşe’sinin hiç görmediği ama otuz sekizin Ayşe’sinin çok hissettikleri de var. Kadın olma halleri mesela… Düttürü’nün kadınlarla örülü dünyası ve hepsinin hayatta kalma yolları. Memurluk-işportacılık-müzisyenlik arasındaki görünmez hiyerarşiler. Zarifçe mahallede solculuk. Ve tabii senin de çok vurguladığın değişen dönüşen Ankara tepeleri. Hepsini ne çok konuşmak isterim seninle.

Sevgiyle,

Ayşe (18 Kasım 2018)


Canım Ayşe’ler!

Mektubunu defalarca okudum şeklinde bir mektuba başlayacağım hiç aklıma gelmezdi. Mektuplaşmamızı önerirken, birbirine uzak yerlerde de olsak sohbet ederek yazışabilir miyiz’i düşünmüştüm sadece. Fakat mektup yazmanın kendisinde de bir büyü olabilir mi gerçekten? Mektubunu defalarca okudum, araştırmayı yazdığım deftere el yazımla yazdım. Elbette bu ekranlardan saniyelerle birbirimize ulaştığımız, fontlar ve puntolar üzerinden anlaştığımız gerçeğini değiştirmiyor. Ama bu yazıların mektup olamayışının bile bir mektupluk hali var ve o hal ne güzel. Senin de söylediğin gibi belki o olamayışlar içinde gömülü gibiyken, yine de arayıştan vazgeçmemek bu mektupluk halinde bana güzel gelen.

Yazdığın şeyi, ‘‘memurluk-işportacılık-müzisyenlik arasındaki görünmez hiyerarşiler’’ i filmdeki sahnelere geri dönüp tekrar düşündüm. Filmde gecekondu, büyükşehir ve hayatta kalma kavgasında insanı en çok belirleyen şey aslında ne iş yaptığı. Her an rüzgara kapılıp uçabilir bir çatı da olsa, kondu bir çatı olarak başının üzerinde var. O çatıyı sağlamlaştırmak, konduda kiracılıktan kondu sahipliğine terfi etmek, konduya iki oda ekleyip konduyu büyütmek, büyüyen odaları kente yeni gelenlere kiralamak, kondunun tapusunu alıp müteahhite vermek için hem çalışmak hem de gerekli sosyal ağları kurabilmek gerekiyor. Hayattaki hayallerini, ailendeki insanların hayallerini, akşam yediğin yemeğin ne olacağını, nasıl bir evde uyuyacağını, tüm gün ellerinle kollarınla ne yapıyor ve ne yapamıyor olduğunu, yani geleceği ve şimdiyi belirleyen şey hangi işte, nasıl çalıştığın. Çocuğunun (umut) lise ve güç bela toparlanmış bir para varsa üniversite okuyup meslek sahibi olması, ailenin borçlarından kurtulması, ailede kadınların ev temizliği işine gitmemesi ayrıcalığı, kadının ‘‘pavyona düşmemesi,’’ daha iyi koşullarda çalışmak, ailenin saygınlığı kazanması, belki de kondudan apartmana sınıf atlaması demek.

İş öte yandan kondunun doğasında var. Herkes biraz usta biraz aşçı biraz da ağaçtan topraktan anlıyor gibi. Filmin başlarında, pavyondaki iş çıkışı, sabahın erken saatlerinde tepelere tırmanan Dütdüt Mehmet, saz arkadaşı Rıfat ve yolda karşılaşılan Bekçi Cabbar’ın etrafında betimlenen mahallede iş bitiyor gibi durmuyor. Sonra işin hiyerarşisiyle ilgili bir çarpıcı sahne geliyor:

(11:30)

Mehmet: Günaydın Yenge!
Kadın: Günaydın
Rıfat: Erkencisin maşallah.
Kadın: Öyle oldu…
(Üç adam kadından uzaklaşarak yürümeye devam eder.)
Rıfat: Kızından haber var mı?
Bekçi Cabbar: En son Adana’da dediler, pavyona düşmüş.
Mehmet: Lafını bil de konuş Cabbar Efendi! Biz de pavyonda çalışıyoruz.

Sonra o hiyerarşinin sadece sosyal bir ayrışma olmadığı, geç 1980’li yılların ve hâlâ biraz bugünün Ankarası olan, mekânsal bir ayrışma da olduğu anlaşılıyor:

(30:15)

Mehmet: Benim kayınbiraderim bir tanedir vallaha. Her boku bilir. Kanunları yutmuş. Bakanlıkta odacı ne demek! Ankara’nın kalbi!

Ekte sana filmden seçip yan yana koyduğum görüntüleri gönderiyorum. Filmin restore edilmiş halini bulamadım. Çözünürlükleri yüksek değil ama filmin duygusunu biraz veriyorlar değil mi?

Özlemle,

Gülşah (28 Kasım 2018)


Canım Gülşahcım,

Benim de filmden çok aklımda kalan sahneler hep Ankara’nın o çok eğik sabah ışığında pavyondan eve dönme sahneleri oldu ve orada konuşulan, tartılan hayatlar. “Pavyona düşme” mevzu da bu tartının en önemli kalemlerinden biriydi tabi, beni de en çok düşündüren bu “pavyona düşme” mevzu ve onun etrafında şekillenen kadınlık halleri galiba. Dütdüt ve diğer erkeklerin bir kısmının hayatı pavyonda şekillense de ve bu onları toplumsal olarak çok da özenilesi bir yerde konumlandırmıyor olsa da pavyona “düşmüyorlar.” Filmdeki kadınlar için ise esas mesele hayatta düşmek veya çıkmak, “düşmüş” veya “düşmemiş” ama aslında hayatın ancak kenarına tutunabilmiş tüm kadınlar bir kurtuluşun veya en azından durumu veya günü kurtarmanın peşindeler. Yine de hepsinin mücadelesi farklı düzlemlerde devam ediyor. Dütdüt’ün eşi Gülsüm bu hayat kavgasının belki de biraz acımasızca en sert çizilmiş karakteri, hayatının ana fikri ve tek odağının o mahalleden, o sınıfsallıktan kurtulmak olduğunu anlıyoruz. Bunu yapmak için de hayatta her yolu deneyebileceğini izliyor ve seziyoruz. Gülsüm insanı hem irkiltiyor hem de bir yanıyla içini eziyor; tüm hayat güzelliklerinden, sevgiden, aşktan ve tutkudan uzak düşmüş hali, hayatı belki de daimi bir hayal kırıklığı ve mutsuzluk ve sevgisizlik döngüsünde yaşamanın ezen dünyada kadını getirebileceği noktanın irkiltisi galiba bu. Filmin diğer sert kadını da şarkıcı Serap. Aslında mahalledeki Gülsüm’ün pavyondaki izdüşümü Serap, onun da hayatının odağı olduğu yerden kurtulmak, pavyondan “çıkmak.” Bunun için ne gerekiyorsa yapacak, biliyoruz. Hikâyenin diğer kadınları Gülsüm ve Serap kadar kalın çizgili değiller, belki hayal kırıklıkları henüz o kadar hırpalamamış onları. Konsomatris Mehtap’ın Dütdüt Mehmet’e sevgisi var, biliyoruz ki olmayacak bir aşk, daha yemeğe bile gidememişler ve muhtemelen hiç gidemeyecekler. Ama Dütdüt’ün şarkıcılığından umudu var, çocuğunun parasını vermeyi düşünecek kadar. Mahallenin bekçisinin karısı Neriman kurtuluşu basbayağı mahalleden kaçmakta buluyor, arkasından orospu deneceğini bilerek belki de. Hafize Ana ve Dütdüt’ün kızı Mükerrem’in ise umutları kendi bireysel hayatlarını aşıyor. Hafize Ana hapisteki Ahmet’i kurtarmanın, en azından yüzünü görmenin peşinde. Ahmet’in “sakıncalı” olduğunu, belki de hiç hapisten çıkamayacağını anlıyoruz, ama filmdekiler gibi bizim de söylemeye dilimiz varmıyor. Dütdüt’ün kızı Mükerrem, evi, mahalleyi kurtarmanın, Ahmet’e para göndermenin derdinde. Bütün bu kadınlar bir Ankara tepesinde kadın olmanın, kendi hayatlarını dönüştürmenin çeşitli yüzlerini bize anlatıyorlar aslında ve biliyoruz ki film bitse de onların mücadelesi bitmeyecek. Hafize Ana Ahmet’ine gidecek yıllar yılı, Serap Ulus pavyonlarından Esat pavyonlarına gelecek, Mehtap Kızılay’da manikür yapıp çocuğunu okutmaya çalışacak, Mükerrem ise hem Cebeci’de hukuk okuyacak hem de Mamak’taki yeni kondusuna gidip gelirken hep düşünecek Hafize Ana’yı, Nerimanı ve anasını.

Şiirle başlayan mektuplarımız şarkıyla bitmesin mi Gülşah? Yalnızlık ve dayanışma, umutsuzluk ve umut arasında salınırken tüm karakterleri filmin, fonda hep o güzel şarkı çalıyordu:

Gece yarısı bir müzisyen evine yine geç, dönüyor
Taksi parası bile yok, cebinde ama evine, dönüyor
İki damla yaş geliyor gözlerinden cigarası sönüyor
Yalan da olsa zenginiz,
Bu bize yetiyor

Yalnızım yalnızlığım beni dinlemekte
Yalan da olsa ne var ki bu şarkıyı söylemekte
Yalan da olsa içimden bir bulut akıp gidiyor
Yalan da olsa mutluyum ya,
Bu bana yetiyor.

Yalan da olsa mutlulukların ve umudun şehri Ankara’dan çok sevgi ve çok özlemle,

Ayşe (8 Aralık 2018)