kültür

 

Sevgili Ayşe,

Salgınla birlikte ev, şanslı olanlarımız için her gün dönmek zorunda olduğumuz yerden her gün kalmak zorunda olduğumuz yere evrildi. Kalamayanlar içinse eve dönüşün kendisi ayrı bir çile. Eşik güvenli ve tehlikeli arasında bilinmez ve katı bir çizgi gibi. Evin dışından içine doğru gerçekleşen sürekli bilgi akışının canlı tuttuğu tekinsizlik ayrı, dışarıdaki güvencesizlik, kırılganlık ve umutsuzluğun yaygınlaştırdığı ev içi şiddet ayrı gölgeliyor yuva dediğimiz en temel insani mekânı…

Bir Ankara filmi olduğu için Yeraltı’nı yeniden izlediğimde düşündüm bunları. Aslında niyetim Ankara’daki mekânlar ve insanlar üzerine düşünmekti; fakat kendimi ev üzerine düşünürken buldum. Tek tek mobilyalara, geçmişteki evlere, tanıdığım insanların ev ile ilişkilerine, balkonda asılı çamaşırlara takıldım kaldım.

Hemen filmle ilgili bazı hatırlatmaları not edeyim. Zeki Ökten’in yönettiği, Hıdırlıktepe’de geçtiğini öğrendiğimiz Düttürü Dünya filminde yönetmen asistanlığı yapan, dolayısıyla Ankara’da film çekme deneyimi olan Zeki Demirkubuz, Yeraltı filmini 2012 yılında Dostoyevski’nin Yeraltından Notlar eserinden esinlenerek yazıyor ve yönetiyor.

Elbette ki bu ev Ankara’da bir ev. Filmdeki yabancılaşma – ev eksenindeki duygu durumu, aynı yönetmenin C Blok filmini hatırlatıyor. Mevcut iktidarın belediyeler üzerinde otorite kazanmasıyla ironik bir biçimde kesişen bir tarih olarak 1994 yılında vizyona giren C Blok, İstanbul’da kent merkezine uzak, yüksek yoğunluklu çok katlı bir toplu konut sitesinde geçiyor. Bu noktadan düşününce kendime soruyorum, yönetmen Yeraltı için acaba neden Ankara’nın göbeğini seçti? Ve bu filmden bize nasıl bir Ankara yansıyor?

Sevgiyle,
Gülşah (21 Temmuz 2020)


Gülşah!

Senden yeniden mektup almak beni ne kadar mutlu etti! Şimdi artık memlekettesin, ama bu sefer de karantina ayrı düşürdü, mikropartiküllere çevirip küçük hayatlarımıza hapsetti hepimizi. İyi ki mektuplar var, iyi ki filmler, kitaplar var da gerçek hayatın hüznü biraz hafifliyor.

Yine bir eve kapanma döneminde izlediğim, ama epeydir üstüne düşünmediğim bir filmi hatırlattın bana: Yeraltı. Ne kadar heyecanla koşmuştum sinemaya, Kader’ine, Masumiyet’ine, Üçüncü Sayfa’sına bayıldığım yönetmenin ANKARA filmini seyretmeye. İlk defa bu kadar uzun bir dönemi evde geçiriyordum, taze anne olmuştum, hayatım bir anda alabora olmuştu, ipleri bir türlü uç uca getiremiyor, hem kendimi yetersiz hissedip hem de hayatın avuçlarımın arasından kaydığı korkusundan, evin benim için bir kapana döndüğü hissinden asla kurtulamıyordum. O sırada ansızın kendime ait bir üç saatim oluverdi, bu bir mucizeydi. Hiç düşünmeden bana eski hayatımla o çok özlediğim bağı tekrar geri getirecek sinemaya ve o filme koştum, karanlık salonda koltuğun sıcaklığına karıştım. Ancak karşımdaki erkek kahraman, tıpkı benim gibi evi ile hayatı ile sorunlu ilişkiler yumağına boğulmuş Muharrem, benim ilacım değil zehirli ikizimdi. Film boyunca hissettiği ve hissettirdiği değersizlik, bir türlü kuramadığı ilişkiler, evini bir türlü sevemeyişi, hiç sevemeyişi ve evini, hayatını bir hapishane gibi yaşayışı ve bunun içinden asla çıkamayacak olmasının bende uyandırdığı öfkeyi bugün bile o kadar berrak hatırlıyorum ki. Neden evi anlamlandıramıyordu? Neden hayatını yeniden kuracak cesareti yoktu? Neden hınçlanmak bu kadar kolaydı? Hayal ettiği gibi yaşanmadı diye hayatı çöpe atmak mı gerekirdi gerçekten? Evle, hayatla kurduğumuz ilişkiler yenilgiye mahkum muydu? Değiştirmek, dönüştürmek olanaklarını aramak hayatın, yaşamanın kendisi değil miydi zaten?

O gün Muharrem’e sorduğum soruların cevabını kendimde aradım, bir kısmını buldum ve tekrar tekrar sordum ta ki 3 ay öncesine kadar. Mart 2020 gelip hepimizin hayatı altüst olana kadar. Kimimiz için kaçtığımız ev, kimimiz için sığınağımız olana kadar. Evin anlamı bir anda tamamen değişene ama aynı soruları en baştan sordurtana kadar.

Bu gözle tekrar Yeraltı’nı izleyecek olmak beni çok heyecanlandırdı Gülşah. Filmde aklımda yer eden başka izleklerin de ipuçlarını takip edeceğim, Ankara gecesinin karanlık ışıklarını, bir devrin geçişini, bazen gizli bazen apaçık erkeklik hallerini. Ve yazacağım tabii ki.

İyi ki varsın Gülşah!
Ayşe (8 Ağustos 2020)


Sevgili Ayşe,

Mektubunu aldığıma ve filmi yeniden izlemek istemene öyle çok sevindim ki! Filmin vizyona giriş tarihinin henüz anne olmuş bir kadın olarak ev ile ilişkini sorguladığın bir döneme denk gelmesi ne kadar ilginç! Sanırım kişinin o anki yaşantısı üzerinden okumaya açık bir film bu. Ne de olsa yeraltı bir ruh hali. Varoluşçu bir ruh hali. Dünyanın absürtlüklerine ve olumsallıklarına karşılık, bunlarla birlikte ve bunlardan koparak var olmak hali. Var olmanın zamanı ve mekânı da o hali belirliyor.

Bu yüzden zamanlar ve mekânlar arası bir sıçrayış yapmak istedim. Eve kapanmamın yersiz, 3+1 sitemizdeki apartman dairesi halinden; Muharrem’in Ankara apartmanlı, memuriyetli Ankara’sına; oradan da kitabın esin kaynağı olan Yeraltından Notlar’ın 1864 yılı Petersburg’una döndüm.

Bir önceki mektupta yazdığım soruya yanıtlar arıyordum: Zeki Demirkubuz bu film için neden Ankara’yı seçti? Bir devlet memurunun varoluşçu haline en çok Ankara mı yakışıyor? Muharrem’in huzursuz uykularından uyandığı, birbiriyle uyumsuz nesnelerle dolu, ailesinden kaldığı izlenimi veren geniş Ankara evinin dışarısında, dahil olamadığı bir kamusal alan var. Kızılay Meydanı’nda, bir alt geçitte, kaldırımsız yolların kıyısında betimlenen ve içine karışmanın zor olduğu bir kamusal alan. Bu ‘sıkıntılı’ kamusal alana, Muharrem’in anlaşamadığı ve sevmediği halde veda yemeğine metazori olarak katıldığı, arkadaşının yazdığı ve ödül aldığı Ankara Sıkıntısı kitabının da atıfta bulunduğunu düşünüyorum.

1864 yılı Petersburg’unda memuriyetten emekli olabilmiş bir ana erkek karakter bize olayları geçmiş zamana dönerek anlatıyor. Muharrem’in biraz aksine küçücük bir odada, kentin merkeze uzak bir ucunda yaşıyor. Zamanın ruhuna uygun bir halde, ana karakterin sevilmeyen arkadaşı bir yazar değil, başka bir kente atanan kıdemli bir asker. Ana karakter ‘‘Dünyanın en soyut, en işini bilen kenti Petersburg’ta yaşama mutsuzluğu’’ndan bahsediyor. Acaba başkentlerin siyaseti temsil mekânları olarak sürekli yeniden üretilmesi mi kentlerin bu sıkıntılı, soyut, devlet teşkilatlarıyla donatılmış, ‘işini bilen’ kamusallığını oluşturuyor?

Yeraltı filmi ile esin kaynağı metin arasındaki bu zaman ve mekân sıçrayışında benim için en çarpıcı olan ise Yeraltından Notlar’ın başlangıcında Dostoyevski’nin yeraltının ana kahramanının ‘‘toplumda sıklıkla rastlanabilecek, henüz hayatta olan bir kuşağın temsilcilerinden biri’’ olduğunu söylemesi. Muharrem’in evinin dışında örülü ve evden ayrı tutamayacağımız sıkıntılı kamusal alanla; yalnızlığının, kendine acımasının, öfkesinin ana mekânı olan evi arasında kurduğu ilişki de bir o kadar toplumsal belki…

Filmle ilgili ve -sanırım yine içinden geçtiğimiz dönemli ilişkili olarak- filmdeki kadınlarla ilgili düşüncelerini çok merakla bekliyorum.

Sen de iyi ki varsın Ayşe!
Gülşah (9 Ağustos 2020)


Sevgili Gülşah,

“Yeraltı”nı tekrar izledim ve yine benzer bir tedirginlik ve gerginlik içinde buldum kendimi, biraz bunun izini sürmeye çalışmak istiyorum ben de. “Yeraltı”nın Muharrem’ini iki özelliği ile görüyoruz: sevgisizliği-ilişkisizliği ve öfkesi. Muharrem filmde ilk görüşümüzden son görüşümüze kadar zerre değişmiyor, zaten öyle bir kaygısı da yok gibi. Filmin bir noktasında değiştiğini, iyi bir yolda olduğunu söylüyor, ama biz bunu göremiyoruz, belki de illüzyonlarından biri bu, bilemiyoruz. Ama sonuçta kaybetmiş bir erkek Muharrem, üstelik bu kaybetmişliğini bir mücadele veya bir hüzün içinde de yaşamıyor, eni konu bir hırs ve hırçınlıkla yaşıyor. Yine de yine de herkesten, bütün memurlardan, “arkadaş”larından, “ünlü bir yazar Cevat”tan ve etrafındaki tüm kadınlardan üstün olduğunu, aşkın olduğunu hissediyor. Sürekli yapabileceklerini yapamamasının suçlusunu ararken şiddet eğilimi de gittikçe belirginleşiyor ve bunu da saklamıyor, ama çevresindeki erkeklere (arkadaşlarına, güvenliklere) karşı fiziksel hale gelmeyen bu şiddet, kadınlar (Türkan, seks işçisi) söz konusu olduğunda hemen açığa çıkıveriyor. Erkek şiddetinin ne kadar yaygın olduğunu düşündüğümüzde Muharrem’in bu davranışı maalesef bizi şaşırtamıyor, ancak film bize Muharrem’in hezeyanlarının hedefine yönelik başka ipuçları da veriyor.

Filmde Muharrem’in küçümsemesine ve hoyratlığına insanlar kadar maruz kalan bir nesne var: Evi. Gördüğümüz kadarı ile Muharrem evini sadece yemek yemek ve uyumak için kullanıyor. Türkan’la kısmen kurduğu samimiyeti bir tarafa koyarsak hayatındaki genel ilişkisizlik hali eve de yansıyor, evi ile de herhangi bir özel ilişki kurmaktan kaçıyor adeta. Ne bir bitki görüyoruz etrafta, ne evde televizyon seyretmek dışında geçirilen bir vakit. Muharrem’e ait olduğunu düşünebileceğimiz çok az sayıda nesne hariç aileden kaldığı belli ağır mobilyalar ve avizeler ile ellenilmemiş bomboş duvarlar, çıplak ampullerle bezeli bir ev. Ve bu evde karşımıza çıkan siyah beyaz bir resimdeki bir kadın: Muharrem’in annesi, veya gayri ihtiyari ilk aklıma gelen bu. Muharrem annesi ile ev ile annesinin evi ile bağ kurmaktan bilerek kaçıyor diye düşünüyorum, bağlanmak, hele de oraya, o eve, o şehre, o memurluğa bağlanmak onun aşkınlığa giden yolda önünde büyük bir engel. Ama gidemiyor da kalakalmış orada, bir arafta, ne olduğu yeri sevebilmiş, ne sevdiği yere gidebilmiş. Sonunda içine doğru hırsla çürümeye başlamış ve bir suçlu arıyor, onu bağlayanı, hayallere set çekmiş olanı. İlk ve son ve nihai suçlu: anne. Belki de (muhtemelen artık hayatta olmayan: siyah beyaz fotoğrafta var olan) annesi yerine koyduğu herkese ve her şeye nefret kusuyor; bir dönem “kurtarmaya” çalıştığı Türkan’a, seks işçisine ve tabi sonunda kopamadığını kabullendiği “ev”e.

Dediğin gibi bana varoluş ruh halini düşündürten ve bunun ev-annelik ekseni ile ilişkisine götüren bir film oldu “Yeraltı”, hayatın tuhaf tesadüflerinin de katkısı ile. Peki Ankara bu hikâyenin neresinde? Düttürü Dünya’nın yine de umutlu ve neşeli Ankara’sı ne ara ve niye bu karanlık Ankara haline geldi? Dostoyevski’nin mutsuz 1864 Petersburg’undan 2012’nin “sıkıntılı” Ankara’sına nasıl bir hat çizilebilir? Ben de biraz buralardan devam etmek istiyorum.

Sevgiyle
Ayşe (13 Ağustos 2020)


Sevgili Ayşe,

Filme olan kızgınlığımı kendi iç sesimden dinliyor gibi oldum kelimelerini okurken. Artan kadın cinayetleriyle her gün yeniden yüzleştiğimiz, evlere kapalı bu günlerde, bu filmi bir erkek karakterin ev-kent arasında sıkışmış yalnızlığı olarak tekrar izlemeye oturup; bambaşka bir yeniden okumayla kalktım. Film benim için de hatırladığımdan farklıydı. Sen o kadar güçlü betimledin ki…

Sevgi Soysal, sanıyorum Radyo Konuşmaları’nda, kadınların her kötülüğün içinde yeniden başlamak için bir iyilik bulabildiğini, çünkü yaşamı bildiklerini söylemişti. Ev işçisi Türkan’ın da, ismi seslendirilmeyen seks işçisi kadının da tüm erkek aşağılamaları ve tahakkümü karşısında, başka yaşayan bir varlığa karşı yakınlık kurabildiği, tüm kuşatmaya karşılık yeni bir başlangıç yapmaya cesaret ettiği anlar içime işledi.

Belki Ankara’nın da mecazen benzer bir eril tahakkümle şiddete uğradığını düşündüm. İstanbul’un melankolisi ve Ankara’nın varoluşçuluğunda işte bu onarılmaz şiddetin izleri var. Ankara’da kamusal alanın yaşamdan gitgide kopmasına, evlerin ‘eşiklerinden’ içerisinin dışarısına seslenemediğine tanık olmanın şiddeti. Yine de bu kenti, belki kentten doğru kendimize de yöneltilen bu şiddete karşı sarıp sarmalanmak için, kötülüğe direnerek seviyoruz.

1864 Petersburg’una ilham veren yeraltı kuşağı gibi 2000’li yıllar Ankara’sı da 30’lu ve 40’lı yaşlarında yeraltı bir kuşak üretmiş midir? Belki de üretmiştir. Demirkubuz’un Ankara hakkında bilemeyeceğini düşündüğüm bir şey var. 2014 yılında Ankara’ya taşınana kadar ben de bilemezdim. Bu, memuriyetin ve kentin griliğinde yiter gibi görünen takım elbiseli evrak çantalı insanların, Ankara orta sınıfının, orta sınıflılıklarını evlerin eşiklerinin içerisinde inatla sürdürmeleridir. Kentin tarihindeki bir süreklilik bu. Kamusal alandan çalışma masalarına, kütüphanelere, yanındaki apartman kentsel dönüşüme girmişse nostaljik görünmeye başlayan büyük pencereleriyle şeffaf Ankara Apartmanları cephelerinin içlerinde çoğalan inatçı bir çalışkanlık… Bu kuşak, Ankara Sıkıntısı isimli bir roman yazarak İstanbul’a taşınmayı hayal etmeyecek kadar yakından tanır Ankara sıkıntısını. Bildiğine yeniden sorular sorar. Soruların cevaplarını sakince çoğaltır.

Sibel Ankara güzellemesi der miydi acaba bu sözlerime . Elbette vardır Ankaralı, memur, Yeraltı’nın Muharrem’ine benzer patolojik eğilimleri olanlar… Yersiz ve kullanılmayan üst geçitlerle, akşam beşten itibaren sıkışan trafikle, su bastığı için duran ulaşımla, sürekli dönüşen kamusal alanla ilgili midir bilmem. Ama bildiğim, kadınlara yönelik tacizin ve birbiri üzerinde güç kurmanın şiddete varan türlü halleri, bir evin duvarında asılı anneye bakan adamın aidiyetsiz sureti kadar içkin ve yaygın.

Konuyu nerelerden nerelere getirdim! Niyetim Ankara çirkin değil demek değildi. Konuyu neresinden ne kadar Ankara’ya çekersek çekelim. Her gün kadınların öldürüldüğü ülkemizde, yeraltının eril karanlığı daha da karanlık artık, bunu bilen ve bildiği halde iyilikle dokunan o inatçı, kendi halinde ve aykırı aydınlığına da bir o kadar ihtiyacımız var.

Gülşah (22 Ağustos 2020)


Sevgili Gülşah,

Yazışmalara başladığımızdan beri kafamda büyüyen en büyük soru şuydu: Düttürü Dünya’nın Ankara’sından, Yeraltı’nın Ankara’sına geçen 25 yılda ne oldu? Ankara ne zaman gün ışığını kaybetti, niçin yıkılan gecekondusuna bile düttürü çekip yürümeye devam etmeyi bırakıp yeraltına çekildi? Biz mi değiştik, Ankara mı değişti, yoksa zamanın akışında mı sürüklendik birlikte? Veya tam da dediğin gibi tüm çıplaklığı ile hayatlarımıza el koyan iktidar suretlerinin her gün artan şiddetinin nesnesi mi olduk? Ve sonunda havlu attık? Meydanları arabalara, sokakları üst geçitlere bıraktık, yeraltlarına çekildik? Yine de bu kadar kesin ve bu kadar umutsuz hissetmek için hâlâ erken bence.

Senin de özellikle üstünde durduğun önemli bir soru: Filmin mekânı olarak neden özellikle Ankara seçilmiş? Bunu da döne döne düşündüm fakat bu sorunun senin de cevapladığın sadelikte bir cevabı olduğunu düşünüyorum: Dışarıdan bakan için Muharrem’in hınçlanabileceği, küçümseyebileceği kadar dümdüz, sıradan ve birbirine çok benzeyen insanlarla dolu bir “memur” şehri Ankara, rahatça küçümseyebileceği, “caka satabileceği”, günlerin aşağı yukarı birbirinin aynı olduğu, tüm sokakların birbirine benzediği ve ne kadar iyi insan olursak olalım sokakların asla denize çıkmadığı. Görünüşte insanların seçimlerinin rasyonelliğine ve sonuçta iyiliği bulacağına dil çıkaran Dostoyevski’nin yeraltı insanı için biçilmiş kaftan.

Ancak ben bu Ankara bakışının, devlet binalarıyla, mesaiye giden memurlarla ve griliği ile Ankara’da yaşamamış birinin bakışı olduğunu düşünüyorum. Hayatın inceliklerine nüfus etmemiş bir bakış. En önemlisi de senin çok güzel anlattığın şekliyle Ankara’nın Ankara olmasında evlerin hayati yerine tanıklık etmemiş veya bunu sezinlememiş bir kişinin bakışı. Düttürü Dünya’daki çaylı, terlikli, kavgalı Ankara evlerini anlatan Ankaralı Umur Bugay’ın tam tersine, tek başına, soğuk ve uzak ve uzaktan bir bakış.

Oysa senin de dediğin gibi, Ankara’da hayat evdir, Ankara’da hayat evlerin eşiklerini aşar, kapılardan, pencerelerden içeri sızar, orada demlenir, kıvamlanır, bazen Ankara Sıkıntısı oluverir. Yakın zamanda bir fahri Ankaralı ile yaptığım bir söyleşide söylediği gibi “Nedense Ankara’da her zaman her evde çay pişer.” Hem de büyük büyük çaydanlıklarda gelene gidene yetecek kadar pişer, üstelik bir de dışarı çıkarken çorap deliksizlerden seçilir, çünkü kitap bırakmaya uğradığınız bir evde saatler geçirilmesi hayatın akışına dairdir. Ankara’da kamusal hayat evin eşiğinde bitmez, hatta bazen orada başlar.

Ama Ankara da insanlarına, kamusal alanlarına uygulanan şiddet ile giderek daha az hayal kurdurtacak kadar fakirleşmesi ile aniden, ahenksiz ve çirkince büyümesi ile değişti ve dönüştü. Düttürü Mehmet’in hayalleri soldu, en büyük umudu memur olmak bile Muharrem’in dünyasında bir çıkmaz sokak haline geldi. Umutsuzluğun, şiddetin giderek yoksullaştırdığı, çirkinleştirdiği, tekleştirdiği hayatlarımızda biz de yavaş yavaş birbirimizin evinin yerini bilmez, çat kapı uğramaz olduk sanki. Birbirimizin hayatlarından elimizi eteğimizi çektik, pandemi ile beraber de iyice kendi yalnızlığımızın tutsağı olduk, aynı Muharrem gibi.

Muharrem dünyasının yalnızlığından Düttürü Mehmet dünyasının umuduna dönmek için, yıkılan gecekonduların yerine en güzel sardunyaları ile hep birlikte yenisini yapmak, ne kadar yıpratsa da hayat bizi, birbirimizden elimizi çekmemek, şimdi tutunacağımız yegane dal gibi geliyor bana.

Ve her zamanki gibi ne kadar haklı Sevgi Soysal. Muharrem’in dünyasında, 2000’li yıllar Ankara’sında bile Muharrem’in bütün taş koymalarına, komplolarına ve en sonunda hakaretlerine rağmen yeniden başlamaya dişi ile tırnağı ile çabalayan bir kadın, Türkan. Bu kadar umutsuz Zeki Demirkubuz’un bile orijinal metinde tekdüze bir karakter olan Apollon’u capacanlı bir Türkan’a çevirmesi, Sevgi Soysal’ın, Gülşah’ın, Ayşe’nin ve hepimizin Ankara’sında yeniden yaşamaya başlamak için bir umut ışığı görmesindendir belki, kim bilir?

Öpüyorum seni çok.
Ayşe (7 Eylül 2020)