Bir şehir sadece bilindiği için beklenenler değil, beklenmediği halde bilinenlerdir. İlkine yaşamı sürdürmek, dünyayı kendimizin kılabildiğimize inanabilmek, çok değil bir yıl sonrasını görebilmek, yabancılar değil aşinalar arasında olduğumuzu hissedebilmek, kavrayamadığımız halde anlıyormuş gibi yapabilmek için ihtiyaç duyarız. Ya da zihnimiz öyle söyler. İkincisine, yaşama karşı heyecan duyabilmek, dünyanın keşfedilmeye değer bir yer olduğuna inanabilmek, bir an sonrasına umut besleyebilmek, tanımadıklarımızın biz gibi olduğunu sezebilmek, adını koyamadığımız bir duyguyla karşılamışız gibi davranabilmek için bağımlıyızdır. Bir şehir bu ikisi arasındaki dengede anlamını bulur, sakinlerine açar kendini. Bazı şehirler birincisine daha yakındır. Ankara da hep böyle görülür. Oysa balkondan bakınca görülen küçük bir ayrıntıda ikincisi olduğunu fısıldar insana Başkent. Beklenmediklerin mutedil bir şekilde beklenebildiği yer olduğunu yüreğimize ilhamla.
Ankara Kalesi etrafında şekillenen eski dar sokaklar, çıkmazlar, kimi zaman bir sokaktan ibaret mahalleler, yüzlerce yıl bir arada yaşamış kültürel farklılık ve zenginliklerle yakın çevreden görünen bir keşif alanı gibi görülse de, bir süredir bu niteliğinden geriye kalanları kurtarmaya çalışmakla meşgul az sayıda insan. Kurtardığımızı sandığımız mekânlar ise giderek daha fazla, bilindiği için görülmek istenen yerlere dönüşüyor. Adresi belli öykülerin reçeteleriyle atılmış imzalar, meşruiyetleriyle karşımıza çıkıyor. Modern Ankara ise cumhuriyet kurulduğundan bu yana sıradan insanın yaşamı için de keşfedilecek köşeler ve kenarlar istifleyebildi sanki. Bu temenninin hedeflerinden birisi benim balkonumdan gördüğüm manzaranın detayları.
Erken cumhuriyet döneminin Ankara’sı, kadim varlığına sığamayınca ilk sıçradığı yerlerden birisi o zamanlar “Cebeci Çayırı” olarak adlandırılan açık alandır. Zamanla Sıhhiye, Kolej, Dikimevi ve Cebeci hattında bu çayırda başlayan yerleşim kıvılcımı maya tutar. 1950’lerden başlayarak Ankara Kalesi’ni karşıdan gören bir tepe yerleşimi şekillenir. Bu yerleşimin planlanmasında Ankara’nın ilk dönemlerinin izlerini görebilmek mümkündür hala. Yokuşlar karşısında Kale’yi görür, çıkışlar sağlı sollu dallanan sokaklara merakla bakınır. Yetmiş yılı aşkın bir mimarlık sergisi misali, her sokakta yığma, karkas, çepeçevre balkon, mozaik, taraklı beton, cam mozaiği, ahşap görünümlü ve daha pek çok malzemeyle bezenmiş, küçük farklılıklarla ayırt edilen yapılar dizisi göze çarpar. Elli yaşından fazla gün görmüş akasyalar, bazen dut ve kavaklar kaldırımların üzerinde görüşe takılır. Eğer acemi bir budamaya kurban gitmediyse, ağaçların dallarında belki ince gölgelerden bir mesken görünüverir.
Balkonumdan her baktığımda yıllardır gözümün takıldığı noktadır kıvrılan bir sokağın görünmeyene saplandığı köşe. Yüksekten her baktığımda, o köşeden çıkıp gelebilecek ihtimallerden bir dünya kurmak mümkün oluverir. Omuz başlarındaki metal kollara asılarak hafif yokuştan aşağı, yıpranmış ayak tabanlarını fren gibi kullanarak kayan Suriyeli çöp toplayıcı, ya da belediyenin, sıkıştırdığı çöplerin sularını akıtarak gelen kamyonu. Bisikletleriyle, kaçan toplarıyla, kahkahalarıyla ve belki korkularıyla yaklaşan çocuklar. Önce anlaşılmayan sesleri, sonra yetmiş model Dodge kamyonlarına doldurdukları zerzevatları ağır ağır gelen, yer yer buldukları boşluklarda duran satıcılar. Karşıdan gelen aracı göremediği için dar yolda sıkışan, giderek gerilen belki söven ve kavga eden şoförler. Sağanak zamanları asfalt rengini taşıdığı çamur rengine boyayan incecik ama güçlü akıntılar. Gidişi görmeden sokağı sadece dönüş için kullanan taksiciler, kışın buz tutan yokuşla inatlaşan motorlu kuryeler, kestirmeden caddeyi bulmak için yol değiştiren tarifeli dolmuşlar. Gelin almaya gelmiş süslü bir araba ve davul zurnanın kalabalığı, teravih ve cuma yolu tutan yaşlıların seyrek ama kararlı adımları.
İhtimallerin dışına çıkıp baktığım ana yaklaştığımda sokaktan dışarı doğru yayılan detaylara takılır gözüm. Asfalt yamalarının kapatamadığı ayak izleri, süreksizliğiyle bir süreklilik hissi veren kaldırım kaplamaları, üzeri yapıştırılmış ilanların kalıntılarıyla küçük ticaret hayatının çıkmazlarını sergileyen sokak tabelası ve aydınlatma direkleri. Kaldırımın insafsız istilasına direnen otların kısa düşen gölgeleri, hangi mevsim olduğunun ipucunu vermeyen yapraklar, bahçe duvarlarından taşmış sık çalıların ısrarlı yoğunluğu, bir türlü kabına sığamayan çöp konteynerinin eşlikçisi çöpe benzemeyen atılmış eşyalar. Balkona yakın akasyanın üst dallarına serilmiş kuş yuvası ve etrafında tedirgin dolanan saksağanın hızlı hareketleri.
Bir balkon, kıvrımlı bir sokağı bile, ihtimallerle anın kesişiminde şehrin türlü hallerine eriştiren bir boyut kapısına çevirebilir. Koşturan zaman durur dinlenir, korkutucu mekânın sınırsızlığı susar dinler. Bir zamanlar bir kalemin çizdiği kıvrımlı sokak, bir başka devirde, yaşadığı zorlukların bekleyişi içindeki başka bir adamı huzura götürür. Yürekte bir yerlerde şehir beklenmediği halde bilinir…