Mağara sergisinde üç etken vardı beni heyecanlandıran. İlki bağımsız sanatçı örgütlenmesiydi ve başlı başına sergiyi kuran genç sanatçıların politik ve sanatsal duruşlarıyla ilgili net bir sözü vardı: “Sırf cebinde daha fazla parası var diye sanat kompetanı olmuş birileri, bizi portfolyomuza bakıp seçemez. Hadi ordan!” Bu aksilik kendini bilmezlik olarak anlaşılmamalı. Tam tersine kendini bilmek: hayata müdahil olmadan yaşayamayacağını kavramak… Politika, sanat eserinin içeriğinden çok sanatçının örgütlenme biçiminde geliştiğinde feleğin çemberi dönmeye başlıyor.
İlgimi çeken ikinci etken sergi kurulumuydu. Metruk evin sanatçılar ve disiplinler arasında pay edilişindeki zarafet görülmeye değerdi doğrusu. İşlerin mekânla kurdukları ilişkiler mütevazı fakat yerleşikti. Dışarlıklı sürrealist resimlerin birinde pencereden içeri deniz girse bu artık ilginç değildir. Fakat Ankara’da yıkık bir pencereden metruk eve deniz boşalınca anlam katmanları çoğalıyor. Ya da ne bileyim, elit gettosundaki evin kapı alınlığına bir ejderha park edince. Bu sergide ortak anlamlar bireyselleşti. Yılan yılandı ama kime dolandığı hikâyeyi değiştirdi. Benim için Ayşe Demirci’nin üst kattaki odası, Nuh’un battaniyesi gibiydi. En çok orada oyalandı ruhum. Tasnif edilmiş mekan, artifact fakat çürüyen nesne ve bir tür yontu punctumu olarak bu odada vahşi olduğu oranda medeni bir ruh vardı.
Umut ejderhanın kanadında değil, dayanışmanın ve yaratıcı kolektif emeğin zaferinde.
Üçüncü ilginç etken ise satış sonrası hizmetlerdi. Yok canım, peynir ekmek gibi sattıkları eserleri sağlam paketlemekten bahsetmiyorum. Başından beri katkı değil de katılım bekleyen Mağara sakinlerinin, kentle kurdukları eşit fakat kadirşinas ilişkiden bahsediyorum. Sergi her zaman saatinde açıldı, paralel etkinlikler tıkır tıkır düzenlendi, ikramlar hep ziyafetti: masal, elma şarabı, şiir, aşure, müzik, kahve… Sergi masraflarını çıkaran borçlar yüzünden surat asmadıkları için hepsine teşekkürler. Umut ejderhanın kanadında değil, dayanışmanın ve yaratıcı kolektif emeğin zaferinde.
19 Eylül’de Ankara’da bir metruk evde açılan “Mağara Sergisi” hakkında, sanatçıları Ayşe Demirci, Beyza Durhan, Gökçe Kayık, Yavuz Karaca ve mentörleri Sevgi Yolgörmez ile konuştuk:
Özgür Ceren Can: Bu mekânı nasıl buldunuz? Yürürken mi karşılaştınız? Biri mi önerdi?
Ayşe Demirci: Burayı ilk Gökçe (Kayık) keşfetti. Ağaçların arasında, eski, tuhaf bir mekan, kocaman bir camekân var. Durup bu binayı izledik bir süre. Sonra bütün arkadaşları toplayıp tekrar tekrar her hafta gelip baktık.
Peki burada şu önemli; normal şartlarda portfolyonuzu, sergi projenizi hazırlayıp bir takım tanımlı sanat mekânlarına başvuru yapmanız gerekir, sanat galerisi olabilir bu, kültür merkezi olabilir… Ev aramak nereden çıktı?
Gökçe Kayık: Galerilerdeki sergiler birer sanatçı olarak bizi o kadar sıkmaya başlamıştı ki; hep aynı şeyleri görmek. Biraz ruh arıyorduk galiba biz ve bu ruhu sanat olduğu iddia edilen yerlerde bulamadık. Bulamadığımız bir yerde de ne kendimize ne de insanlara yalan söylemek istemedik. Çok inandığımız bir şey yapmak istedik. O yüzden bir yer arayışına girdik.
Öncelikle o sanat kompetanı olan müesseselere bir mesafeniz ve sanat piyasasıyla ilgili bir derdiniz vardı. Peki, o mekânların fiziksel özellikleriyle de mi derdiniz vardı?
GK: Hepsi bir aradaydı. Aslında şöyle; her şeyin başlangıcı ile ilgili bir problemimiz var bizim zaten. Bunun olma şekli ile ilgili problemimiz var. Bugün güzel sanatlar fakültelerinden mezun olan herkesin kıvrandığı, sanat yapmak istediğinde önüne koyulmuş bir takım kurallar ve sınırlamalar var.
Fotoğraf: Fahri Aksırt
Peki öncesinde işleriniz hazırdı ve o işlere uygun olacağını düşündüğünüz bir mekân arayışına mı giriştiniz yoksa bir mekândan heyecan duyalım ve o mekânla ilişkilendirdiğimiz işler yapalım diye mi yola çıktınız?
AD: Aslında işlerle alakalı hiçbir şey oturmamıştı kafamızda. Bu mekâna ilk girdiğimizde herkesin işleri mekânla bütünleşerek oluştu.
Beyza Durhan: Biz neye karşı olduğumuzu biliyorduk sadece. Ne işleri biliyorduk ne de mekânı biliyorduk.
Yavuz Karaca: Yaptığımız işleri o mekânın ruhu ile yapmaktı amacımız. O yüzden alternatif bir mekân arama yoluna gittik. Çünkü Mağara Sergisi’nin özel bir mekâna ihtiyacı vardı.
Bu mekanla karşılaştınız ve o karşılaşmadan işler doğdu. Doğru mu anladım?
GK: Aslında bu mekân ve işlerin öncesinde bizim başka bir hikâyemiz var. Bu hikâye bir tanışma hikâyesi. Biz bu zamana kadar sanat yapmaya çalışıyorduk, bir şeyler yapmaya çalışıyorduk, kendimize ulaşmaya çalışıyorduk. Ruhumuzdan gelen önsezi ile orijinal bir şeyler üretmek istiyorduk. Bununla ilgili karın ağrıları çekiyorduk ama hiçbir şey yapamıyorduk. Sonra serginin annesi Sevgi Anne ile tanıştık. Ben tanıştım ilk önce. Sonra o beni benimle yüzleştirdi. Sevgi anne ile tanıştıktan sonra o beni resmen yapılandırdı. Bakış açımı değiştirdi… Ruhumuzu dinlemeyi önsezilerimize kulak vermeyi öğretti.
Bizim de bir kaynağımız var. Kafamızdaki engellerin, yanlış inançların tek tek iplerini kesti.
Sergiye mi yansıdı bu değişiklikler?
GK: Tabi ki projenin fikir sahibi annemiz, Sevgi Yolgörmez’di. Yani sergi fikri Sevgi Annemin bizim hayatımıza girmesiyle birlikte bizim kendi hayatımızdaki yapılandırmalarımızın sonucu oluştu. Çünkü her sergi her sanatçı kendine bir kaynak bulur. Bu bazen tarihten bazen günümüzden bir ilham kaynağıdır. Bizim de bir kaynağımız var. Kafamızdaki engellerin, yanlış inançların tek tek iplerini kesti.
Tek başına onun söylemiş olması yeter mi, sizi de bazı şartlar hazırlamış olabilir mi buna?
GK: Zaten Mağara Masalı bu süreci anlatıyor. Gençlerin zamanın koşullarıyla ilgili söylemleri var. Belki biraz politik bir kısım var. Yani bu kısım zaten bizi bizimle yüzleştiren kısım. Ondan sonrasında sorgulamalar, yüzleşmeler, değişimler akabinde bu eserlere yansıyan bir süreç var.
Herkesin kişisel olarak “Mağara” hikâyesini anlatmasını istiyorum. Burası bomboşken senin için ne anlam ifade etti ve çalışmanı nasıl yönlendirdi?
GK: Mekâna ilk girdiğimiz zamanı hatırlıyorum. Tabii ki inanılmaz bir çekiciliği vardı bizim için. Tam bir “mağara”ydı. Aslında bizim masalımız ve eserlerimiz için harika bir mekândı. Mağara metaforu da bizim kafamızda masaldaki yolculuğu simgeliyordu.
Mağara metaforu bizi ilgilendiriyordu dedin, ilginizi çeken şeylerden biri miydi yoksa bir mağara fikri önceden aklınızda oluşmaya başlamış mıydı?
GK: Hiçbir şey yokken mağara vardı. Sergiyle ilgili söylüyorum bunu. Eve girdikten sonra kendi kişisel yolculuğumuzla ilgili olarak da herkes, her şeyi kafasında hayal meyal görmeye başladı. Masalı yaşamaya başladık.
Yer kavgası ettiniz mi?
YK: Hayır, yerler sanki ayrılmış gibiydi. Herkes geldiğinde farklı yeri söyledi. Hiçbir sorun çıkmadı. Herkes oluşmadan, oluşmuş gibi inanmaya başlamıştı bu işe başlarken, o çok önemliydi bizim için.
Fotoğraf: Fahri Aksırt
Senin mekânla ilişkin nasıl oldu Yavuz?
YK: Aslında Gökçe hepimizi özetledi çünkü girdiğimiz gibi “Tamam, aradığımız mekân bu.” dedik. Ejderhayı zaten ben okuldayken de yapıyordum. Aslında çıkışta, hikâyede de olduğu gibi, herkesin ejderhayı fark edip, o ejderhayla bir bütün olup çıkmalarını istemiştim.
Mağaradan herkes ejderha olup çıksın dedin yani?
YK: Çıkabilen!
Sevgi Yolgörmez: Şimdi önce ejderhayı anlamak lazım. Kendimizdeki eksi ve artı kutupları aştıktan sonra kendimizde var olan ve insanın belkemiğine yerleşmiş olan ve yavaş yavaş yukarıya doğru yükselen ilahi bir enerjiyi anlatıyor. Aslında ejderha evreni ve uyanışı temsil ediyor. Yani burada insanın yüksek bilincine ulaşmasını anlatıyor.
Sen anlat bakalım Ayşe.
AD: Mekân zaten dışarıdan çok heyecanlandırıyor, ama içeri giremiyoruz, kilit var. Biz içeriye atladık. Mekânı gezdik, etrafına baktık. İçini görmek için acayip heyecanlandık. En sonunda ulaştık, mekâna girdik. Ben daha önce böyle bir iş üretmedim. Kafamda çok fazla endişeleri olan, yaparken sürekli bir şeyleri düşünme halinde, o işle alakalı hep tereddütleri besleyen biriydim. Bu yaptığım işlerde benim için mekân, zaman, hiçbir şey yoktu. Odayı gördüm zaten ve “Nuh’un gemisini yapacağım.” dedim. Bir anda içime doğdu işte.
SY: Burada Mağara’da zamansızlık ve mekânsızlıktan bahsediyoruz. Orada “an” geçer. Zaman ve mekân geçmez. Çok özel bir yerdir. O yüzden bu işi yaparken herkes ruhunun ve içgüdülerinin yönlendirmesi ile şekil aldı.
Beyza sen anlatır mısın biraz da kendi maceranı?
BD: İşler üretilirken aslında herkes yaptığı işleri yaptı ama kendinden bir tık daha yükseldi. Duyduğumuz beğenilme arzuları yok oldu. Her şey silindi, herkes kendi oldu burada.
Her biriniz, aynı mekâna giriyorsunuz ama her birinizin dağıldığı taraf ayrı. Hepiniz farklı insanlarsınız, hepinizin ruhları bambaşka ama bir taraftan ortak bir alanda çalışıyorsunuz. Ortak bir sergide, ortak bir dil yaratma hakkında küratöryel bir kaygı duydunuz mu? Çünkü sen gemi yapıyorsun, başka biri resim yapıyor, sen cadı yapıyorsun. “Bunlar hangi ortak paydada birleşir?” gibi bir sorunuz oldu mu, yoksa çalışırken birbirine temas ederek işler kendi ortak hikâyelerini mi oluşturdu?
AD: Bence işler kendi ortak hikâyelerini oluşturdu burada.
YK: Bir de çalışırken zaten birbirimizle sürekli konuştuğumuz için böyle ufak tefek değiştirmeler, yönlendirmeler de oldu.
GK: Zaten iç sesimiz ve ruhumuzun yönlendirmeleriyle eş zamanlı bir bütünlük sağlandı. Beyza hep arı yapardı, Ayşe katman katman tahtalarla işler yapardı, ben genelde elma ile çalışırdım, Yavuz ejderha yapardı… Mağaranın bize sesini duyurmuş olmasının kanıtıydı. Biz Mağara’yı şekillendirirken aslında Mağara bizi şekillendirdi. Bu yüzden her iş birbirine dokunmaya başladı. Bütün semboller zaten birbirini tamamlıyordu. Bütün doktrinler ve kaynaklar bu yaratılış ve gizli ilimden bahsediyordu. Hepimiz bir deryanın içine girdik Sevgi Annemizle beraber, kaynağın içine düştük.
Fotoğraf: Fahri Aksırt
Burada gerçekten birbiriyle ilişkilenmiş işlerden oluşan ve ortak bir dili olan disiplinlerarası bir sergi görüyoruz. Herkes kafasına göre mekânla ilişkilenmiş ve kendine ayrılan mekânda kendi çalıp söylüyor değil. Bir estetik duyarlılık ve işlerin de birbirine teması söz konusu. Ben burada deniz görüyorum, yukarıda gemi görüyorum, orada pencereden içeri su giriyor, öbür tarafta yılan var… Bunlar çok birbirinden kopuk, tamamen sayıklama olarak nitelendirebileceğimiz şeyler değil. Ama çok net olarak şu ana kadar söylediklerimizden de anlıyorum ki kendinizi sınırların içine sokmayıp, hatta var olan sınırlardan rahatsız olduğunuz için bir özgürleşme olarak anlatıyorsunuz bu hikâyeyi. O zaman ben de soruyorum, böyle usturuplu ve estetik özgürleşmeyi, dağıtmaksızın ve dağılmaksızın nasıl başardınız?
GK: Şuradaki şiiri okuyasım geldi. “Bak iki göz bir görüyor.” Yani aslında bizim ayrıştırdığımız farklılaştırdığımız her şey bir bütünü ifade ediyor. Biz birliği önemsedik. Hiçbirimiz bir şeyi bir yerden çekmeye çalışmadı. Olmasaydı olmayacaktı.
Dört tane sanatçıdan oluşan bu sanatçı birliğine sizce mekânın eski sahibi olan sanatçının da katkısı olmuş mudur? Biraz mekânın hikâyesinden de bahsedelim hadi. Burada kim oturuyordu? Burayı hangi mimar yaptı? Bu evin kimliği hakkında da birazcık konuşalım.
AD: Burası Gazi Üniversitesi’nde bir piyano hocasına ait bir evmiş. Ünlü bir mimar yapmış. Şekibe Aslan’dı galiba, biz onu Mimarlar Birliğinden de bulduk. Zamanında ödül de almış bu yapı. İçinde konserler verilmiş…
Tek tek sizin maceralarınızı öğrendikten sonra tekrar hikâyenin başına dönüyorum. Bütçenizi nasıl oluşturdunuz?
AD: Çok zor şartlar altında. Herkes kendi ailesinden, yakınlarından, bir şekilde borç alarak…
GK: Sponsor aradık, bulamadık. Sonra havuz oluşturmayı, herkesin oraya belli bir miktarda para koymasını, harcamaların bu havuzdan karşılanmasını planladık. Kişisel masraflarımız ayrı, sergi masrafları ayrı oldu. Bu konuda en çok ailemizden tabii ki maddi olarak destek gördük.
Bütün varınızı yoğunuzu buraya koydunuz: Sanat emeği, para, zaman, her şey. Ondan sonra sergi açıldı, izlediniz izleyicilerle birlikte. Sonra bu yapma biçimini tanımlı bir sanat mekânında yapma biçimiyle kıyasladınız mı?
BD: Çok özgürdük, özgürüz hatta. Ve özgürlüğümüzü sürdürebilmemizi sağlıyor burada böyle bir şey yapmamız.
YK: İstediğimiz her şeyi yapabiliriz şu an. Hiçbir kalıba sıkışmış durumda değiliz.
GK: Hepimiz para kazanmak istiyoruz. Herkes istiyor, daha iyi işler yapabilmek için. Ama bu kaygı ile yola çıkmadık. Biz burada her şeyi sırtlanmayı zaten göze aldık. Meşhur olmayı da kaygı haline getirmedik. Biz bir şey olmak fikriyle değil, bir şey yapmak fikriyle yola çıktık. Çünkü biz inanıyoruz ve inancımıza değer veriyoruz.
Bu sergide edebiyatında çok önemli bir yeri var. Edebiyat ve sergiyi nasıl ilişkilendirirsiniz?
GK: İşte orada Sevgi Yolgörmez’in yazdığı masal devreye giriyor. Politik olmakla birlikte içinde edebiyatı da barındıran, dünden bugüne gelen, bir türlü değişmeyen kişisel insan yaratılışının evrimleşmedeki sıkıntısını anlatırken sadece görsel sanat ile değil diğer sanat dalları olan edebiyat ve müzikle de bütünleşiyor. Sevgi Annemin de dediği gibi “Sanatın eli zaten Tanrı’ya aittir. Tanrı’nın insanın eliyle dünyada vücut bulması tıpkı hayat ağacı sembolünde olduğu gibidir”. Ağacın bütün dalları sanatın her dalını içeriyor.
Eğer çocuklara dengeyi öğretebilirsek, hayal güçlerini yaşamalarını ve yaşatmalarını, eylemlerini dengede tutmayı öğretebilirsek… Biz biraz dünya sınırlarına kendimizi çok fazla kaptırıyoruz.
Fotoğraf: Fahri Aksırt
Bu masaldan bahsedelim biraz.
SY: Hiçbir şeyin tesadüf olduğuna inanmıyorum. Herkesin bir araya gelmesinde bile bir sebep var. Burada çocuklar farklı farklı şeyler yaptılar. Ve bir hikâyesi bir masalı var. Ama bu bütün insanlığın masalı aslında. Doktrinlerde, masallarda ve kutsal kitaplarda da sembolik olarak böyle anlatılır. Bunların hiçbirisi bir araya tesadüfen gelmedi. Hiçbirisi. Ben sadece yardım etmeye çalıştım. Biz gençtik, yaşadık, hayatı şekillendirdik, bir sürü tecrübelerimiz var. Ama çocuklara çok fırsat verilmiyor bu ülkede. Çok fazla ego var.
Evet verilmiyor, genelde anneler, çocukları böyle şeylere kalkışınca onları – örselenmekten de korumak adına- çılgınlıklardan vazgeçirmeye çalışır.
SY: Eğer çocuklara dengeyi öğretebilirsek, hayal güçlerini yaşamalarını ve yaşatmalarını, eylemlerini dengede tutmayı öğretebilirsek… Biz biraz dünya sınırlarına kendimizi çok fazla kaptırıyoruz. Atalarımızdan gelen bir inancımız var kader dediğimiz. Çok fazla inanıyoruz. Ama kaderin üstünde bir kader var. Seçimlerimiz çok önemli. Ve ben bunları öğrettim çocuklarıma. Neden olmasın? Sadece anneler babalar değil, inanın onları okutan öğretmenlerin de sınırları oluyor. Ve bunu yaşadılar bu çocuklar.
Türkiye’de Güzel Sanatlar Eğitimi ile ilgili bir probleminiz mi var?
YK: Benim var. Ben şöyle düşünüyorum; çok fazla kalıpların içinde şekillendik.
Peki, yeterince donanımlı olduğunuzu düşünüyor musunuz? Eğitimin kalitesi hakkında ne düşünüyorsun?
YK: Şöyle bir şey var, hocalar teorik bilgileri çok iyi aktarıyorlar fakat pratikte eksik kalıyoruz. Atölye mantığı olduğu için pratik bilginin çoğunu onlar deneyimlediği için üst sınıflardan öğreniyoruz.
Bir sanatçı için ekonomik özgürlük çok önemli. İnandığın şeye para yatırman gerekiyor. Bu anlamda nasıl bir planınız var? Ben parayı şuradan kazanırım dediğiniz bir şey var mı hayatınızda?
YK: Benim her zaman kendime söylediğim bir şey var, para her türlü kazanılır, parayı sadece nereden kazanmak istediğin çok önemli. Bu işe gözümüzü karartarak girdik. Benim ana kaynağım sanat, diğerleri sanatı besleyenler. Para kazanacağım yerler sanatı besleyen yerler. Elbet bir gün sanattan para kazanacağımızı düşünüyorum.
Bu güzel, umut verici. Siz kadınlar? Çünkü kadınlar için hayat bu ülkede daha zor. Sizin planınız nedir?
AD: Ben sanatımı tabii ki de yapacağım ama şu an olduğum durumda her işi yapabilirim. Bir kafede de çalışabilirim, öğretmenlik de yapabilirim, özel ders de verebilirim çünkü para kazanmam gerekiyor bu işi yapmak için.
Peki hemen şunu sorayım burada, eğer mesaili bir işe girersen sanatsal üretimine sekte vuracağını düşünüyor musun?
AD: Düşünmüyorum. Ona zaman ayırabilirim. Zaman ayırmaktan kastım; o zaten olacak bir şey ama bu dönemden bahsediyorum, uzun vadeli bir dönemden bahsetmiyorum. Bu kısa vadeli planım. Bunu hayatımın tümüne yaymak değil planım.
Fotoğraf: Fahri Aksırt
Aslında bir sanatçının, sanat okulu mezunu bir gencin ihtiyacı olan şey bir atölyedir. Atölyenin de giderlerini kazanmaktır. Sence bu küçük ve basit şey neden bu ülkede olmuyor acaba?
BD: Biz aslında bunu bu sergide yaşadık. Eğer ki sizi yetiştiren insanlar bile sonradan dönüp bu çabayı takdir etmiyorsa kim takdir etsin, kim size yatırım yapsın, kim sizi alkışlasın doğru bir şey yaptığınız için. Belki doğru bir şey yapmadınız, çabanız için kim alkışlasın. Para kazanmaya hiç girmedim bile daha, giremedim.
Yaptığınız işten son derece memnunsunuz. Kendinize, işinize inanıyorsunuz. Belli bir kitle gezdi bu sergiyi. Yığınlar olmadı yani kapıda. Ama bu da sizi şaşırtmadı anladığım kadarıyla. Zaten buna hazırdınız.
AD: Beklediğimizin çok daha üstünde bir kitleye ulaştık.
GK: Çok enteresan bir durum var, biz daha önceden de kendi aramızda sergileri görüyorduk. Bu sergiler de küçük ve bilindik bir kitle vardır. Galeriler de deli gibi dolup taşmıyor. Bunu hepimiz biliyoruz. Ama buraya gelen insanlar şu kapıdan içeriye öyle bir halde girdiler ki biz sanki arkadaşlarımızı görmüşüz gibi, inanılmaz samimi. Harika bir şey vardı. Biz bunu beklemiyorduk. Beklemediğimiz bir şey daha vardı; etrafımızda sanatla uğraşan arkadaşlarımızın bizi bu kadar görmezden gelmelerini beklemiyorduk. Gerçekten çok enteresan çünkü beraber çay içtiğimiz, kahve içtiğimiz, birlikte oturup lak lak ettiğimiz insanların, bir buçuk aylık bir çalışmayı, videoları, her şeyi paylaştığımız halde görmezden gelmeleri… Eğer gelmiş olsalardı bu şey daha da büyüyecekti. Buna kesinlikle yürekten inanıyoruz. Biz herkesi tek tek ayırt etmeden davet ettik. Çünkü bu sergi yalnızca buradaki dört gencin sorunu değil.
Burada bu işi yapıyor olmak sizin için politik bir duruşa karşılık geliyor ve bu noktada destek beklediniz arkadaşlarınızdan ama onlar o desteği vermediler.
BD: Destek gösterselerdi onlar da büyüyeceklerdi.
GK: Biz büyüyecektik. Küçücük bir şey yapıyoruz ama aslında hepimizin problemi. Mesela biz Instagram’da bazı videolar paylaştık ve “Bugün güzel sanatlardan mezun olan herkes bu problemleri yaşıyor.” dedik. Ama bu problemleri yaşayan arkadaşlarımızın hiçbiri bunu sahiplenmedi.
SY: Orada çok ilginç bir durum yaşanmıştı, beni çok etkiledi gerçekten. Masalı dinledikten sonra “Biz bu sergiyi bir daha görelim.” dediler. Çocuklar buraya dikkat edin, bu çok olağanüstü güzel bir şey değil miydi? “Biz bir daha gezelim.” diyerek gezmeye çıktılar.
Peki eserlerin üzerine bir sanat eleştirmeni yazdı çizdi mi? Başkalarından, profesyonel gözlerden bir şeyler duydunuz mu?
GK: Duymadık, çünkü ne yazık ki ilgilenmediler bizimle.
Peki bu sergi süreli ve bitecek, herhangi bir dokümantasyon veya arşiv çalışması yaptınız mı? Şu ana kadar ilgilenmemiş olan ama sonra bundan pişmanlık duyacak olan eleştirmenler, akademisyenler ve sanatseverler için.
GK: Evet, zaten bunu yapmaya çalışıyoruz şu anda. Videolar çektik, onları bir araya getireceğiz, masalla birleştireceğiz işleri.
Günün birinde çok başka bir şey olursa ve çok büyük isimli, çok köklü, yerleşmiş bir sanat galerisinden bir teklif gelirse bu ekip o teklife ne der sizce?
GK: İnanmadığımız hiçbir şeye dâhil olmayı düşünmüyoruz. Başlatmış olduğumuz bu yeni oluşumda ilerlemeyi hedefliyoruz.
Harika. Çok teşekkür ediyorum bu güzel röportaj için.