Füsun Demirel ile Söyleşi
Füsun Demirel, Ekim ayında Aşk Dersleri adlı tiyatro oyunu ile AST sahnesinde Ankara seyircisiyle buluştu. Aşk Dersleri, Füsun Demirel’in çocukluk ve ergenlik anılarına atıfları olan interaktif bir performans ile sanatçının Dario Fo ve Franca Rame’nin oyunu “Seks? Eh, Hayır Demem!” den uyarladığı “Tek Kişilik Diyalog”, “Bant Sistemi” ve “Tecavüz” oyunlarını bir araya getiriyor. Ankara doğumlu sanatçıyla kent yaşamına, sanata ve Ankara’ya dair konuştuk.
Özgür Ceren Can: Ankara doğumlu, Roma Dramatik Sanatlar Akademisi Tiyatro Bölümü mezunu olduğunuzu ve sonra ilk kez Berlin’de sahneye çıktığınızı öğrendim. Avrupa’ya gitmek nasıl bir deneyim oldu?
Füsun Demirel: Ankara doğumluyum ama Ankara’da yaşam deneyimim olmadı… Çocukluk ve gençlik yıllarım İstanbul ve İzmir arasında geçti. İzmir Kız Lisesi bittikten sonra İtalya’da öğrenciliğim devam etti. Büyük bir tecrübeydi. Kişiliğimi orada tamamladım. Birden kendimi demokrasi ve özgürlükler dünyasında buldum. İtalyan Komünist partisi çok aktif idi. Yani bizde yasaklı olan çok şey orada serbestti. Hem mutlu hem şaşkındım. Kimse parti üyeliğinden hapse girmiyordu. Hatta o yıllarda komünistler çok revaçtaydı.
Kadın hakları, bedenine sahip çıkma, toplumsal cinsiyet ve eşitlik konularını yine orada feminist hareketin içinde deneyimledim. Benim gibi aktivist bir kimlikle hayata adım atan bir genç için şahaneydi tüm bunlar…
Fotoğraf: Can Mengilibörü
Sizi ilk defa Tunç Başaran’ın “Uçurtmayı Vurmasınlar” filminde izlemiştim. Ana karakterin filmin sonunda çıktığı kentsel mekân dışında film, bizi Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi’ne tıkıyor, orada yeşeren hayata dâhil ediyordu. Böyle bakınca Ankara’da yaşamaya çok benziyor. Sizce nasıl bir kent burası? Hem içeriden hem dışarıdan bakan biri olarak ne hissettiriyor size?
Dediğim gibi Ankara doğduğum kent… Bestekâr sokakta yaşamışız, askeri hastanede dünyaya gelmişim. Babam Genelkurmay’da binbaşı o zamanlar… Sayısız Ankara ziyaretlerim oldu uzun yıllar içinde. Biraz İstanbullu ve biraz da İzmirli olarak Ankara’da yaşayamam gibi hissettim her zaman. Çok bürokrat bir şehir gibi hissettim burası. Herkes lacivert, siyah takım elbise veya tayyörlü… Herkes ya memur ya öğrenci. Çok düzenli, sistemli… Bana böyle bir kent izlenimi vermiştir Ankara. Bir de Meclis, Bakanlıklar, Cumhurbaşkanlığı tüm siyasi ağırlığın merkezi. Ben kendimi rahat hissetmezdim.
Yaşadığınız kentle ilişkiniz nasıldır? Eve girip kapıyı dışarıya kapatmayı mı, kilitleyip sokağa çıkmayı mı seversiniz?
Her ikisine de zaman zaman ihtiyaç duyarım. İstanbul âşık olduğum kenttir. Ama artık çok yoruldum. Bu kenti tanıyamıyorum… Bize ait değilmiş gibi… Yıllardır her gün gittiğim Beyoğlu’na gidemiyorum artık. Yıllardır boğaza, sahile gidemiyorum.
Geçtiğimiz yıl İstanbul’da Bomonti Pazarı’nda tezgâh açtınız. Gündelik hayatın ritmini, tesadüflerini ve beklenmedik karşılaşmalarını yaşatması bakımından pazarı nasıl değerlendirirsiniz? Size katkısı nasıl oldu?
Çok tecrübeler edindim elbette… Orada KHK ile işinden çıkartılan öğretim görevlileri vardı mesela, pazarcılık yapan üniversiteliler vardı. Bir tarafta gündelik hayat devam ederken, diğer yanda son derece entelektüel konuşmalara tanık olabilirsiniz. Öylesi farklı bir pazardı.
Tiyatro da toplumla buluşma ve karşılaşma alanı. Fakat sanatçı için de izleyici için de bir kararlar bütünü, daha stratejik ve karmaşık bir örgütlenme biçimi… Tiyatro yapmayı ve tiyatro izlemeyi sürdürmenin anlamı nedir sizce?
Aslında sorunuzda cevap da gizli: Bir çeşit toplu ayin gibidir tiyatro. Sanki o an kirlilikten arınırsınız. Düşünce hareketi sayesinde bellek tazelenir, iç hesaplaşmalar orada olur. Eğlenirken ve eğlendirirken hep birlikte iki saat boyunca gerçek hayattan uzaklaşıp başka bir gezegene yolculuk edersiniz adeta.
Tiyatro biraz illüzyon, biraz diyalektik, biraz absürt, biraz gerçekçilik içeren kapsama alanı hayli geniş bir eylemdir. Bu eylemden yararlananların, mutlu olanların arkasını talep ettikleri bir eylem…
Fotoğraf: Can Mengilibörü
Dario Fo’nun Aşk Dersleri ile AST’a turneye geliyorsunuz. Turneye gelen sanatçıların diline pelesenk olmuş “Ankara seyircisi” diye bir tanımlama var. “Japon seyirci” gibi tiyatro ile bir çeşit ilişkiye girme biçimini ifade ediyor sanki. Ne demek “Ankara seyircisi” sizce?
Ankara seyircisi diye bir şey var, doğru. Bana göre daha eğitimli, daha kültürlü bir seyirci… Beklentileri yüksek, tiyatro adabını bilen bir kitle.
Ama mesela bizim interaktif oyunumuzda bile seyirciden gelmesi gereken ara reaksiyonlar gelmedi. Nedeni açık: oyunu bölmemek, oyuna zarar vermemek adına. Aslında biz o reaksiyonla coşuyoruz ama adaplı ve saygılı seyirci susmayı tercih ediyor. Gülün diyoruz Allah aşkına tutmayın içinizde. Yine de bir tiyatro kuralı var Ankaralı seyirci için, dışına çıkmak zor geliyor onlara.
Turneler ve film festivalleri gibi vesilelerle Ankara’ya gelip gidiyorsunuz. Ankara değişiyor mu? Nasıl değişiyor?
Ankara değil memleket değişiyor. Göçler, TOKİ’ler, plazalar, gökdelenler… Kent çirkinleşiyor, kent kültürü olmayanların elinde heba oluyor ve yaşamak her gün daha da eziyete dönüşüyor.
Film festivalleri bir kentsel strateji olarak karşımıza çıkıyor. Sizce film festivallerinin ülke sinemasına ve kente nasıl bir katkısı oluyor?
Elbette festivallerin hem kent kültürüne hem de o kente ziyarete gelenlerin o kent ile tanışmasına vesile oluyor. Keşke daha başarılı olsa bu festivaller.
Ankara’da çeşitli film festivalleri var: Ankara Uluslararası Film Festivali, Uçan Süpürge, Gezici Festival, İşçi Filmleri Festivali… Bu festivallere zaman zaman konuk olarak katılıyorsunuz. Sanat yönetimi ve organizasyonu anlamında nasıl değerlendiriyorsunuz Ankara’yı?
Bütçelere bağlı organizasyonun başarısı biraz. Desteklerin azlığı veya hiç olmayışından kaynaklı birkaç iyi niyetli sanat sevdalısının zorlamasıyla ve inadıyla sürüyor hep. Bu tür festivallere sponsorluklar ciddi anlamda gerekli. Devlet desteği ve yerel yönetimlerin desteği gerekli.
Fotoğraf: Can Mengilibörü
“Bir Yudum Sevgi, Züğürt Ağa, Uçurtmayı Vurmasınlar, Büyük Adam Küçük Aşk” gibi daha sayamadığım pek çok filmde rol aldınız. Bugün “festival filmi” diye etiketlediğimiz türden filmler bunlar. Türkiye Sineması için 1980’ler nasıl yıllardı?
Aktifti, çok sayıda film çekiliyordu. Yine 80 darbesi sonrası yasaklar vardı. Otosansür uygulanıyordu, ama Türk sinemasının en güzel işlerinin yapıldığı yıllar oldu.
Televizyon ve dijital portallar için üretilen serileri izliyor musunuz? Şehnaz Tango, Şaşıfelek Çıkmazı, Yalan Dünya… Çok ses getiren yapımlardı. Hayatla aram açılınca Şaşıfelek Çıkmazı’nı izliyorum ben hâlâ. Mahalle kültürüne, toplumsal cinsiyet kodlarına ve aşka dair şahane iletileri vardır. Siz izliyor musunuz? Yaptığınız işlere geri dönüp bakar mısınız?
Geri dönüp bakmıyorum, zamanım olmuyor aslında. Arada denk gelirse büyük bir keyif ve hasretle izliyorum. Masum işlerdi diye düşünüyorum. Naif, saf, temiz duyguları olan işler… Kimse kimsenin gözünü oyup kuyusunu kazmıyordu. Dostluklar gerçekti. Özlüyorum gerçekten.
Gerçekten biz seyirciye geçen öyle bir duygusu var o dizilerin. Sanıyorum yaşadığımız kentlerde mahalle ilişkileri de insan ilişkileri de zamanla değişti. Çok teşekkür ederiz bu söyleşiye vakit ayırdığınız için.
Ben teşekkür ederim.