kültür

Burada yazdıklarım on bir gün süren İran seyahatimizden bende kalanlar. Sanki üzerimdeki örtü dikenliymiş, üstüne takılan renkli renksiz, sert yumuşak ne varsa toplamış gibi düşünüyorum. Çakıl taşları gibi, çok renkli yapraklarıyla rengahenk bir sonbahar ağacının önüne dökülen gazeller gibi bir yığın imge, sözcük ve insan…

İran ise bir mollanın uzun giysisiyle üzerini örttüğü matruşkalar. Kaşını gözünü bildim, aklıma nakşettim, artık tanıyorum derken içinden bir başka sonra bir başka katman çıkıp duruyor. Saray odalarındaki aynakarilerin çoğalttığı suretler bütünü İran…

İran’a gitme fikri

Abim İran’a gittiğinden beri birlikte gitme hayalimiz bir gidip bir geliyordu. Derken 2019 bahar aylarında tekrar sık sık gündeme geldi. Ve bir gün abim “Bilet buldum, uygun” diye aradı. Vazgeçmemek için biletleri aldık ama kafam ve gündemim çok yoğun olduğundan bu gerçeği bir yana koyarak yoluma devam ettim. Ta ki gitmemize bir hafta kalana dek. Son birkaç günde tesettür mağazaları ilk kez ilgi alanıma girdi. Birkaç giysiyle idare edeceğim hem rahat azıcık da şık olsun dedim. Kızılay’daki tesettür mağazalarının ne kadar kalabalık olduğunu fark ettim. Başka bir dünyaya Ankara’dan adım atmıştım böylelikle. Hem heyecanlı ama hem de zaman yaklaştıkça biraz dumanlıydı kafam. Hatta havaalanına gittiğimizde garip duygular bastı içimi. Başımı kapatacak olmanın huzursuzluğu ve İran’a dair hakim olan genel kötücül anlatı sanırım yolculuğun hemen öncesi üstüme çöktü.

Tahran’a gidiş

Bu hislerle uçağa bindim. İyi ki abimle gidiyorum diye düşündüm yol boyunca. Bir yandan da kadınlar ne yapıyor, bunu izledim. Örtüler ne zaman çıkacak, kim ne giyiyor gibi garip sorularla meşguldüm uçak inmeye yakınken. Bu arada yola çıkmadan önce her ne kadar pek hazırlıklı değildiysem de Coachsurfing hesabımı aktifleştirmiş, Tahran’dan birileriyle yazışmıştım. Coachsurfing gezginlerin üye olduğu, gidecekleri şehirden üyenin onları evine ücretsiz kabul ettiği, bazen şehri birlikte gezdikleri bir internet sitesi. Yola çıkmadan bir gün önce Tahran’da bizi konuk etmeyi kabul eden Navid’den ve Arguvan’dan gelen mesajlar ve orada başlayan konukseverlik de çok hoşuma gitmişti. Yani kaygılarıma karşın Tahran’da birilerinin bizi bekliyor oluşu çok rahatlatıcıydı.

Tahran havaalanına inmeden hemen önce yavaştan boyunlardaki şallar örtüye dönüştü ya da çantalardan örtüler çıkarıldı. Abimle kim ne giymiş, aa şu adam şortlu, ya Çinli kadına bak başını hala kapamadı gibi manalı durumları kollarken bulduk kendimizi. Bir anlamsızlık hali vardı havaalanında bizim için. Biz gitmeden hemen önce alınmış bir karara uygun olarak pasaport kontrolünde pasaportlarımıza herhangi bir şey basılmadı. Havaalanına sabahın çok erken saatinde vardığımız için biraz oyalanma kararı vermiştik. Zira bir yanlış anlama sonucu bir gün önce bizi bekleyen Arguvan ve Navid’i tekrar uykusuz bırakmak istemiyorduk. Gerçi Whatsapp yazışmalarımızda iner inmez onlara gitmemiz konusunda çok ısrarcıydılar ama sonunda biz galip geldik. Havaalanında telefon kartımızı aldık. Abimin telefonuna yerleştirip hemen Snapp uygulamasını yükledik. İran genelinde benzin oldukça ucuz fakat taksiler olması gerekenin çok üstünde paralar almaya meyledebildiği için ekonomik bir ulaşım uygulaması gelişmiş. Aslında başka işle meşgul olan insanlar ek gelir için arabalarıyla yolcu taşıyorlar. Snapp uygulamasına kaydolan yolcu ve şoför gidilecek rotayı ve ödenecek ücreti gördüğü için iki taraflı sorunsuz ve çok ekonomik bir ulaşım sağlamak mümkün oluyor. Her ne kadar metro şehri çok iyi sarmış olsa da çoğu zaman Snapp uygulamasıyla çok rahat ulaşımı tercih ettik. Otobüsler de yaygın fakat kadınlar ve erkekler otobüste yan yana oturmadığı için bir kez dışında otobüsü pek tercih etmedik.

Havaalanından çıkar çıkmaz İngilizce ya da Türkçe bilmeyen Snapp şoförü ile anlaşamasak da o an havaalanına gelen bir başka yolcunun indiği Snapp aracına bindik. Telefonda Arguvan ile konuşan şoför neredeyse yarım saat süren bir yolculuğun ardından 50 tümene bizi ev sahiplerimizin evine ulaştırdı. Vardığımızda şoför kapının açılıp birinin bizi almaya gelmesini bekledi ve ancak Arguvan kapıdan çıkıp bizi karşılayınca ayrıldı sokaktan. Tahran’a ayak bastığımız ilk anlardan itibaren kasvetin yerini heyecan ve türlü şaşkınlık halleri almıştı içimde. Arguvan ve Navid, Tahran’ın orta bölgesinde yer alan bir mahallede oturan otuzlu yaşlarda bir çift. Oldukça korunaklı bir sitede oturuyorlar. Evleri incelikli döşenmişti, içeri girdiğimiz anda saran bir yakınlığı vardı evin. Kitaplıktan göz kırpan Beckett ve Kafka da hayra alamet hoş geldiniz göstergeleri gibi geldiler bana. Meraklısına belirtmek gerekir ki evet Farsça kitaplar ama bazı kitapların sırtında yazarın minik bir fotoğrafı göz kırpıyor. Arguvan ve Navid ile saatlerce sohbet ettik. Sohbetimiz çok yoğun ve keyifliydi. Çoğunlukla İngilizce bazen pratik yapmak isteyen Arguvan’ın çabalarıyla Türkçe, İran coğrafyasındaki inançlardan söz ettik uzun uzun. Müzik, sinema ve her Ortadoğulu gibi bolca politika konuştuk. Sonra kahvaltı zamanının geldiğini hissettik. Kahvaltı reçel, bal, krema, tereyağ, ekmek ve çaydan oluşuyordu. Ev sahiplerimiz odamızı gösterdiler. Ben heyecanla konuşmaktan uzanıp dinlenme ihtiyacımı unuttum. Bu arada gezdiğimiz yerleri konuşurken Navid Ermeni babaannesini ve Arguvan’la yaptıkları Ermenistan ziyaretini anlattı. Bizimkilerin Gümrü’den göçerken yaşadıklarını, Kars’a vardıklarında 600 kişiden geriye çok az kişi kalmış olduğunu anlattım ben de. Navid de Ermeni şehirlerindeki hüznü, yok oluşların öfkesini anlattı. Birbirimize bakarken nenelerimiz buluştu, ağlaştı günlerine. Biz kabul edişin, acıyı paylaşmanın verdiği huzuru paylaştık. Evet kilometrelerce öteye gelip dünyalı kardeşlerimize konuk olmak böyle de güzel bir şeydi. Amin Maalouf,  Ölümcül Kimlikler’de çok basit gibi görünen bu çağ kardeşliğini çok güzel anlatır. Bizi insan kardeşliğinde buluşturan inançlardan öte aynı çağı başka coğrafyalarda karşılıyor oluşumuz. Bu benzerliklerimizi öylesine arttıran bir şey ki… Biz de insan dertlerimizde ve coşkularımızda, kaderimiz olan coğrafyalarımızın kardeş tarihlerinde, kelimelerinde, yemeklerinde ve tadında buluşuvermiştik işte.

Navid sanat tarihi üzerine çalışıyor üniversitede. Arguvan ise gözlerinde gerçek bir hüzünle İstanbul’a aşık olduğunu anlatan genç bir araştırmacı. O da arkeoloji alanında yüksek lisans yapıyor. Dolayısıyla İran Bahaileri, Zerdüştler ve başka inançlar sohbetimizde çok canlı şekilde belirip kaybolup durdular. Kahvaltının ardından Navid bizi Gülistan Sarayı’na götürdü. Yolda İngiliz Konsolosluğu’nun yanından geçerken konsolosluğun önündeki caddeye devrimden sonda Bobby Sands’in adının verildiğini anlattı. İran tarzı diplomatik tokat. Bobby Sands İrlanda bağımsızlığını savunan ve bunun için İngilizlerce mahkum edilen, açlık grevi yapan bir İrlandalı politik mahkumdu hatırlarsanız. Müzeye giderken büyük İran şairlerinin şehirlerin en merkezi meydanları ya da caddelerine ad verdiğini gördük. Bir de duvarlarda yer alan şehitler. İran Irak Savaşı, sekiz yıl anlamsızca sürmüş ve her iki ülkenin gençlerinin canını almış bu savaş, ülkenin sokaklarında asılı genç erkek fotoğraflarından bugüne taşınıyor. Ha bir de metro duraklarındaki adlardan.

Gülistan Sarayı

Gülistan Sarayı ilk bakışta pek de çarpıcı gelmeyen bir görünüşe sahip. Neredeyse her önemli yapıda olduğu gibi önünde bir havuz var ve mütevazi bir İran bahçesiyle çevrili. Uzunca bir dikdörtgen oluşturuyor bina serisi ve ortadaki havuz. Binalara yaklaşınca dış yüzeylerindeki işlemeler neden Gülistan dendiğini anlatıyor aslında. Türlü renkte çiçeklerle bezenmiş yapılar. İçerilerinde burada ilk örneklerini göreceğimiz ayna parçaları ile süslenmiş parıldayan odalar var. Aynakari denilen bu süsleme İran’daki saraylarda, türbe içlerinde bol bol bulunuyor, duvar ve tavanlar kesme aynaların birleştiği mozaiklerle her yeri ışıl ışıl yapıyor. Kendimizi bin parça görüp mütevazi olmak gerektiğine de gönderme yapabilir aynalarla dolu odalar belki ama burada içeri girer girmez kendinizin ve odada bulunan her şeyin tekrar edip çoğaldığı bir çağlayan içinde gibi oluyorsunuz. Beyaz, çoklu bir garip hal.


Fotoğraf: Rubabe

Bir kısmı Kaçar Hanedanı’ndan kalma eserlerin sergilendiği saray odaları Hanedan’ın zamanında ülkeyi yönettiği ve yaşadığı yerler. Tahran’a gidince yapılması gerekenlerden biri de burada bulunan Mermer Taht ile bir fotoğraf çektirmek. Mermer Taht evet güzel ama esas etkileyici olan sarayın iç duvarlarında, tavan köşelerinde ve duvar altlarında yer alan farklı tarih ve tarzlarda yapılmış süslemeler. Duvarların alt yarısına yapılmış güllerin sarmaşıkların iç içe geçtiği pastel birer tabloya benzeyen süslemelerden gözlerimi alamadım. Bu arada bazı tavan köşelerinde yer alan çıplak kadın çizimleri İran’ın çok katmanlı hallerine işaret ediyor, “Dikkatli bakarsan burada her şeyi görebilirsin insan çocuğu, kafandaki yüklenmiş imgeleri yavaşça bir kenara bırak” diye fısıldıyor o güzel kadınlar.

Navid üşenmeden ve hatta gururla karışık bir heyecanla bize neredeyse her objeyi ve resmi anlattı. Çoğu zaman kıkırdayarak sarayı dolaşıp çıkınca havuzun etrafını saran ağaçlardan birinin altında bulunan bankta nefeslendik. Çiçeklerle bezeli duvar resimlerinin önünde fotoğraf çektik. En sonunda arkamıza sarayı alarak havuzun önünde poz verdirdi bize Navid. Bu arada özenle korunan bu saraylara giriş ücretli ve İran gezi bütçesinin önemli bir kısmını müze girişlerinde ödenen yirmi tümenlerin toplamı oluşturuyor, süslemeleri dillere destan İsfahan camilerinin her biri için de bu ücretleri ayrı ayrı ödüyorsunuz.

Müze bahçesinden çıkınca susuzluğumuzu fark eden Navid kavun suyu ısmarlıyor bize. Tahran’ın birçok yerinde sık sık bu güzel içeceklere rastlamak mümkün. Kavunu sıkıyorlar, başka birçok meyveyi de ama ilk denemeden itibaren favorimiz kavun oluyor. Ayrıca yol kenarında minik poşetlerde kızılcık ve diğer meyveler satılıyor. Kızılcığa bayıldığım için gördüğüm yerde tezgaha yapışıyorum. Sıcak  İran günlerine kızıl bir ekşilik ve serinlik katarak, sokaklarda ellerim yapış yapış, neşeli geziyorum abimin yanında.


Fotoğraf: Rubabe

Bu arada vakit akşama dayanıyor. Navid, Arguvan’ın evde bizi beklediğini söylüyor. Biraz telaşla eve varıyoruz. Arguvan nefis yemekler yapmış. Unutmadan söyleyeyim Ankara’da evine davet edildiğim Sara’nın İran yemeklerini tattığımda safranın bana göre olmadığını anladığımdan burada safrana pek yanaşmıyorum. Neredeyse her yemekte ve yemeklerin yanında gelen pilavda safran olduğundan biraz zor geçiyor yemek zamanları benim için ama Arguvan laf arasında geçen bu hali unutmadığından safrana boğulmamış leziz bir pilav yapmış sağ olsun. Özel bir pilav tenceresi var pilavın, tencere içinde bir iç tencere var ve ondan çıkan pilavın etrafı çıtır. Günler boyu bu pilavı anacağız sonra. Yanında soslu, tavuklu bir yemek ve salata. Ellerine sağlık Arguvan. Yemek sırasında tabii ki ortak yemek kültüründen, kelimelerden söz ediyoruz. Tatlı niyetine biz de yanımızda getirdiğimiz lokum ve kahveyi sunuyoruz. Kahve dediğimiz an Arguvan “Mehmet Efendiii” diyor gülerek. O cezveyi çıkarıyor, kahve yapış usulü üzerine konuşarak kahve yapıyoruz.

Onlara kalacağımız gece için bir arkadaşlarının partisine gideceklerini söylemişti ev sahiplerimiz. Anlaşılan güvenlik aşamasını başarıyla atlattık. Bu nedenle partiye biz de katılacağız. Bunun için yemekten sonra hazırlanıyoruz. Mahsa ve Şahu’nun evine giderken de zulamızdaki kahve ve tatlılardan alıyoruz yanımıza.

Kapıyı İran duvar resimlerindeki gibi uzun saçlı, kocaman kara gözleri olan genç bir kadın açıyor, arkasında uzun, zayıf sakallı genç bir adam. Bizi içeri buyur ederlerken arkada önü ağaçlıklı iki açık pencerenin ortasında siyah beyaz kocaman bir Freud sigarasını içerek bize bakıyor. 60’larda Fransa’da avangart bir evdeyiz sanki. Kitaplıklı, çok sade döşenmiş bir salon. Masada meyveler. Tanışıyoruz ve sonra saatlerce sohbet ediyoruz. Bu buluşma bir parti çünkü odanın bir duvarını kaplayan vitrinin köşesinde bir sehpa üzerinde bir şişe sprite yanındaki uzunca şişede ev yapımı arak ve onlara eşlik eden minik tabakta kesilmiş misket limonları duruyor. Ev yapımı arak biraz votka gibi ve güzel. Yine ülkelerimizden konuşuyoruz; sinemadan, eğitimden ve İstanbul seçimlerinden. Onlar ülkelerine dair koyu umutsuzluklarından silkinmek için bizim seçimlerin yarattığı umut hissine tutunuyorlar. Arguvan “Her şey çok güzel olacak” diyor gözleri gerçekten ışıyarak. Onlar Farsça bir sohbete dalıp giderken abimle onları dinliyoruz. Farsça’nın ahengini, evin sadeliğini, ülkelerine dair umutsuzlukla bize dair umutlarını harman edişlerini izliyoruz. Bu sohbetler molalarla devam ediyor, herkesin kendi diline dönüp sonra İngilizce’de, Azerice’de ve bazen birkaç kelime Türkçe’de buluşulan bir gece. Gece yarısına doğru sofraya çağrılıyoruz.  Mahsa ve Şahu makarna yapmışlar, şaşırarak yerken Şahu ile eleştirel pedagoji üzerine konuşuyoruz. Bu arada yazmayı unuttum Mahsa üniversitede Farsça dersleri veriyor. Şahu ise sakalını ovuşturarak “Çok sevmiyor öğrenciler, bu yaşadıklarımızdan dili ve kültürü sorumlu tuttukları için Arapça’ya dirençle ve öfkeyle yaklaşıyorlar” diyor, o da üniversitede. Eleştirel düşünmenin bu ülkede ve bu çerçeve içerisinde çok daha yoğun ve sistematik çaba gerektirdiğini anlatıyor. Belli ki çok çaba harcıyor ve yılgın biraz.

Ertesi gün artık hayata kendi başımıza atılma zamanı. Bu kez Snapp ile araba çağırıyoruz. Arguvan şoförle konuşuyor, 6 civarı dönmek üzere kahvaltıdan sonra evden çıkıyoruz. Hedefimiz Elbruz Dağları’nın eteklerinde yer alan kocaman bahçelerle çevrili Sadabad Sarayları’nı gezmek. Bu adı duyduğum ilk andan beri aklıma düşen “Gidelim selv-i revanııım yürüüü Saadabad’e” şarkısı saraya girerken, her bir yeri gezerken tüm gün dilimdeydi. Biz iki kuzu gibi kente aslında pek de dokunamadan ama bir yandan ev içine girip sohbetler ederek giriş yapmışız Tahran’a. Snapp’le ve Navid ile gezerken dokunamadığımız koca şehir Tahran. Dehşet trafiği ile dönüşümüzde Tahran’a uğrayınca tekrar karşılaşacağız. Ah Tahran’ın bir yayanın yoldan geçiş hakkının bulunmadığı rezil trafiği. Neyse şimdi sarayı anlatayım. Tahran’ın kuzeyinde, daha varlıklı bölgesinde oldukça geniş bir alana yayılmış saraylardan oluşan Sadabad, Şahın şatafatlı yaşamını sergiliyor. Özellikle Beyaz Saray ve Yeşil Saray Nixon’la ve birçok diğer liderle görüşmelere mekan olmuş, Avrupai etkiler taşıyan yerler. Abimle benim kalbimizi kazanan ise yakın zamanda açılan Omidvar Kardeşler Müzesi.


Fotoğraf: Rubabe

Saray kompleksinin küçük bir binasında 1954 ile 1964 yılları arasında motosikletle dünyayı gezen iki kardeşin gittikleri yerlerden getirdikleri objeler ve fotoğrafları hikayeleriyle birlikte sergileniyor. Müzesinin bir duvarına asılı dünya haritasında rotaları işaretli. Haritaları hep çok sevdim ve ne zaman harita görsem heyecanlanırım. Biz iki kardeş gezerken yıllar önce gezmiş iki kardeşin rotasını görünce elbette kalbimiz başka attı. Daha gidecek çok yolumuz var ne de olsa. Şatafatlı kabul odalarından ama en çok da kardeşlerin rotasından aldığımız güçle Niavaran’ın ağaçlı ve serin yokuşunu indik şehre doğru. Yolun bitiminde Tecriş Çarşısı onun bitişiğinde ise İmamzade Salih Cami-türbesi yer alıyor. Önce çarşıyı geziniyoruz. Bilmediğimiz baharatlar, renkli eşyalarıyla, minik kubbeli yapısıyla hoş bir çarşı. İlk çello kebabımızı da çarşı içinde çok kalabalık bir lokantada yiyoruz. Naneli ayran ve safranlı pilav ile servis edilen kebap fena değil. Tahran’dan sonra Kum ya da oralıların deyişiyle Gom şehrine gitmekte ısrarcıyım günlerdir. Abim ise Tahran’da sürekli başımdaki örtü ile cebelleştiğimi gördüğünden Kum’da hiç katlanamayacağımı, orayı atlamamız gerektiğini söyleyip duruyor. Baktı ki olmayacak “Peki madem, şu türbeye girelim sonra karar ver Kum’a gitmeyi isteyecek misin” dedi.

Kubbesi mavi ağırlıklı renkli çinilerle süslü türbenin bahçesinden giriyoruz. Türbeyi ve önündeki kalabalığı izleyip ne yapacağımı düşünürken biri toz almak için kullanılan plastik bir garip obje ile beni dürtüklüyor, evet doğru kelime bu. Arkamı dönünce elindeki uzun garip dürteciyle bir ihtiyar görüyorum. İhtiyarın görevi kadınlara çador giymeleri gerektiğini hatırlatmak. Solda yer alan kapalı bölmeye giriyorum. Beyaz, krem çiçekli ya da koyu çiçekli desenli uzun kumaşlara çador deniyor. Açık renkte birini alıp zaten yeterince uzun olan üzerime bir örtü katı daha yapıyorum. Yüzüm açıkta kalıyor da bu dolama işi can sıkıcı. Abimle buluşma saati konuşup ayrılıyoruz. O erkekler kısmına ben de çok daha renkli olan kadın kısmına yöneliyorum. Kadınlar bölmesinin her yanı ışıl ışıl aynakari döşeli. Yerler halı ve içerisi çok kalabalık. Uzunca bir salonun yan tarafına bir kapıdan geçiliyor. Burası küçük bir oda. İmamın mezarı da aynalarla süslü, bir yandan da üst şerit yazılarla kaplı. Daha sonra bu yazıların kiminin Kuran’dan ayetler kimininse Firdevsi, Sadi gibi şairlerin dizeleri olduğunu öğreniyorum. En azından Kaşhan’daki türbede öyle. Türbenin etrafında çevresindeki metallere dokunarak ağlayan ya da ağlayarak dokunan, dua eden kadınlar var. Çoğu siyah çarşaflı bazıları saçının yarısı görünen kadınlar çok hüzünlü görünüyor. Açık kapıdan geriye diğer kadınların arasına dönüyorum. Burada da halıya oturan dalıp gitmiş kadınlar, dua edenler, namaz kılanlar, yanındaki ile sohbet eden kadınlar var. Bir de hoplayıp zıplayan, arada takla atma denemeleri yapan beş yaş civarındaki kız çocuğu Tanya. Tabii ki onun yarattığı çelişki beni yerime sabitliyor. Halıya oturmuş hem tüm kadınları hem de Tanya’nın durmayan halini izliyorum. Arada türbenin olduğu küçük odaya gidip gözümün önünden kayboluyor, arkadaşıyla kapı kenarında oturmuş sohbet eden, saçının yarısı ortada annesi sesleniyor, Tanya geri gelip hopluyor. Burada yaklaşık on beş dakika kalıyorum. İzliyorum her şeyi. Sonra dışarı çıkıyorum. Türbenin ön bahçesinde aileleri tarafından para verilip yaptırıldıklarını okuduğum yan yana birkaç mezar var. Her bir mezarın üstünde sahibinin fotoğrafı. Mezarın üzerinde çocuk koşturuyor. Bahçe kalabalık. Hem bakıyorum anlayamadan hem de çadoru çekiştirip toplamaya çalışıyorum sürekli. Abimle birbirimizi yakalayıp birlikte bakıyoruz etrafa. Hadi gidelim diyoruz. Ben çadoru aldığım bölmeye bırakınca çabucak çıkıyoruz bahçeden. Abime dönüp “Kum’a gitmeye hiç gerek yok” diyorum.

Buradan çıkıp eve gidiyoruz. Navid ile akşam çizdiğimiz yeni rotamız gereği gece otobüsüyle Yezd’e doğru yola çıkacağız. Navid ve Arguvan bizi Tahran’ın en renkli ve sanatsal açıdan hareketli yerinde, tiyatronun da bulunduğu meydanda bırakıyorlar. Çok uzun zamandır tanışıyormuş gibi bir veda. Sıkı sıkı sarılıp görüşeceğiz diyoruz. (Nitekim geçen ekim ayında Arguvan Ankara’ya geldi ve buluştuk.) Ayrılığın verdiği hüzünle insanların oturup sohbet ederek bir şey izlemeyi bekledikleri meydana ilişiyoruz. Bir şeyler izleyecekler çünkü meydana yürürken baştan ayağa siyah giyinmiş ama ellerindeki sopalara rengarenk dev bebekler takılı genç öğrenciler gördük. Yaklaşık kırk dakika öğrencilerin meydana yerleşmesini bekledik. Farsça olup bitecek, anlayamayacağız diye kaygılandık. Ama rengarenk dev iyiler ile kapkara kötülerin savaştığı müzikli bir masal izletmekmiş meğer Tahran’ın bize hazırladığı veda sürprizi.


Fotoğraf: Rubabe

Kamusal alanda yapılamayan açık eleştiri sanat yoluyla çok incelikli akıp yolunu buluyor. Biz ise bu Pers diyarının gizleri daha çok belli ki diyerek Yezd için Cenub terminale doğru yola düşüyoruz. Güneye, çöl rüzgarlarının, Zerdüşti sessizlik kulelerinin ve badgirlerin diyarına…

Not: Bu yazıyı yazmama vesile olan ve gezinin ardından yol hikayelerini paylaşmak üzere bir araya geldiğimiz tüm Zıtlara çok teşekkür ediyorum. Yazıda görsel eksikliği var çünkü çektiğim detay fotoğrafların tamamını kazara bilgisayara yükleyemeyip uzay boşluğunda yitirdim sad