kültür


Fotoğraf: Özlem Mengilibörü

Yedi yaşlarında olmalıyım, babam yine bir gün büyük haberlerle eve geldiğinde: Ankara’ya dönen kule yapılacakmış! Dönen kulenin fikri beni öyle heyecanlandırmıştı ki, aile sofrasından çizgi film dünyasına ışınlanmış, kendimi lunaparktakilerden bile müthiş ışıl ışıl bir kulede son hızla gökyüzünde dönerken düşünmüş, büyülenmiştim. Bir süre ses çıkmadı benim kuleden sonra, bazen (o zamanki ismiyle) “dönen kule”nin nasıl döneceği üzerine evde fikir egzersizleri yapılıyor fakat kule bir türlü açılamıyor, benim hayal dünyam ise coştukça coşuyor, kule transformers gibi canlanıveriyor, beni avucunda tepesine bile çıkarıyordu.  Neden sonra kule açıldı ama heyhat! Dönememişti! Olsundu biz yine de tepesine çıkacak, her seferinde babam “bak işte evimiz orda” dedikçe her nedense heyecanlanacak, küçük pencereli evimiz bana kulemden bakınca altın pencereli şatolar gibi gözükecekti.


Kaynak: Antoloji Ankara

Neden sonra Atakule adıyla açıldığında dönemeyen kulem, mahallenin gerçekten en havalı genciydi, pırıl pırıldı, son modeldi. Her yere, otobüs biletlerine bile resmi basıldı. Bizim mahallenin büyükleri ise nedense bu yeni gençten biraz rahatsızdı, hem dünkü çocuk bugünün Ankara’sının neden simgesi olsundu hem de fazla Amerikan fazla mı paralıydı o neydi öyle. Çocuk ben ise hiç aldırmadım bu sohbetlere, dönemeyen kulede keşfetmek istediğim ne çok şey vardı. Kumpir diye bir şey vardı mesela, ne olduğunu bilemediğimiz ve meraktan bir adet alıp evde üç kişi bölüşüp yediğimiz. Akide şekeri olmayan rengarenk jelibon şekerler satan şekerci vardı. Ama en önemlisi Dreamland vardı, sadece önemli günlerde gidilen, gezdirecek bir kuzen gelsin de fırsat çıksın görmeye diye beklenen, girişte alınan beş jetonu bir türlü hangi oyuna harcayacağına karar veremediğin, en önemlisi de her oyunun sonunda verdiği sarı soluk dreamland kuponlarını mücevher gibi biriktirdiğin, daima kuponları biriktirerek alacağın oyuncakların hayalini kurduğun, ama bir türlü kıyıp da alamadığın…


Kaynak: Antoloji Ankara

Biriktirdiğim kuponlarla oyuncak filan alamadan ergenlik kapıyı çaldı, kule de hayatımda boyut değiştirdi. O artık okulu astığımızda enselenmeden vakit geçirebildiğimiz, ucuza tıkabasa hamurla karın doyurabildiğimiz, kasetçiden kaset baktığımız, alt kattaki diskoyu hevesle süzdüğümüz, üst kattaki falcı bacının bilgisayardan çıktı aldığı falların hayatımızı öngördüğüne tüm saflığımızla inandığımız suç ortağımızdı. Güneşli günlerde Kızılay’dan otobüsle çıkıp, bir tutam özgürlük ile bir tutam aylaklığı tattığımız, öğleden sonra okul dağılma saatine yakın saçlarımızı dalgalandıran rüzgarla Cinnah Caddesinden aşağı doğru kendimizi bıraktığımız ilk gençlikti.


Fotoğraf: Greenpeace

Sonra biraz daha biraz daha büyüdük, kulenin özgürlüğü bize yetmemeye, daha büyük hayallerin, fikirlerin ve umutların peşinden koşmaya başladık. Kule gittikçe daha az uğradığımız, sevdiğimiz ama yanında sıkıldığımız bir aile büyüğü olmuş, o havalı günler çoktan geride kalmıştı. Her aile büyüğü gibi ancak önemli günlerde,  düğünde dernekte kapısını çalıyorduk artık. Evliliğe ve bütün kurumlara burun kıvıran biz, okulu bitirir bitirmez evlenen dostları buradan hayata uğurladık, hızlıca koşarken katlardan geç kaldığımız nikahlara, aklımıza gelmiyordu artık olmayan dreamland, şekerci ve nihayet dönmeye başlamış kule. Hayatta yapacağımız çok şey vardı, kulenin sınırları çok dardı.


Fotoğraf: Can Mengilibörü

Sonra zaman geçti, hayat devam etti, sonra biz iş, güç ve hayatla sessizce sözleşme imzaladık, sonra Ankara adım başı birbirinin benzeri AVM’ler, otoparklar ve yollar diyarı oluverdi ve sonra bir gün artık unuttuğumuz Atakule’nin yeniden açılacağını öğrendik. Çocukluk ve ilk gençliğinin sıcaklığına hasret arada kalmış, artık çoluk çocuğa karışmış tüm neslim, tuhaf ve naif bir heyecanla koştular eski aşklarını yeniden görmeye. Ben gitmedim, istemedim, artık dünyam hayallerden ibaret değildi, sihirli kulelerim ve hayallerimin yerini bizi camekanlara hapseden sistem almıştı. Kaçtım tekrar yüzleşmekten. Sonunda işim düştü, korka korka girdim içeri. Eskiden halk otobüsüyle gittiğim sihirli kulenin kapısını  bu sefer valeler açtı, beyaz bembeyaz koridorlara girdim, hiç alışveriş etmeyeceğim dükkanların tabelalarına tek tek baktım.  Sinemaya yatak koymuşlar, şaşırdım, yatınca film nasıl seyredilir bilmedim. Dreamland’in yerini bulamadım, zaten kuponla alınacak gibi bir şeyler de pek yoktu görünürde. Sonunda kendimi terasa attım, Botanik’e baktım, ağaçlar da benim gibi şaşırmışlardı  bu yeni kiracıya, rahatladım, derin bir nefes aldım, onlara göz kırptım.


Fotoğraf: Erhan Muratoğlu

Kule bizim hayatımızın ilk AVM’si idi, belki de bizim farketmediğimiz tüm günahları başlatan ilk günahtı, dışarı çıkınca parka değil oyun salonuna gitmemize sebep olan, oyuncakçıdan oyuncak şekerciden şeker isteten, dev bir kapalı kutuydu. Ama bir yanıyla da ilkti, sonunda gerçekleşmeyecek bile olsa hala hayal kurdurandı, yeterince kupon biriktirirsek rüyalarımızın gerçek olacağını düşündürendi, belki ruhu yoktu ama bizim vardı, paylaştık. Sonra azaldık işte, biz de hayallerimiz de azaldı, ruhumuz da incindi biraz. “Yeni” kulenin ise kurduracak hiç bir hayali yok yepyeni son model çantalardan başka, öyle bembeyaz ki öyle hijyenik ki koridorları, utanıyor insan, koridorlardan değil hayallerden utanıyor, bu ruhsuz bu oksijensiz iklimde iyice boyunlarını bükerler, ölüverirler diye. İşte o zaman tam yapayalnız kalmaz mı insan?


Fotoğraf: Erhan Muratoğlu

O zaman eski sevgiliye dönün ve bağırın artık yüzüne; maalesef ruhu yok, onun için hiç mi hiç şansı yok! Kapıdaki görevliye gülümseyin, açın kapıyı, küçücük bir patikayla Botanik’e inin, bulduğunuz ilk banka çökün, canınız isterse bir de sigara tellendirin. Önce yukarı gökyüzüne sonra karşıya Ankara’ya bakın, inanın bana çok daha güzel şeyler göreceksiniz.


Fotoğraf: Can Mengilibörü