tarih


Kaynak: Necdet Onur Arşivi

“Önce Güvenpark’a uğrayacağız” dedi annem, soran bakışlarıma cevaben de ekledi: “Temizliğe götüreceğimiz kadını oradan alacağız”. Söylediği şeyi anlamlandıramamıştım ama sormaktansa beklemeyi tercih ettim. 70’li yılların başıydı, elimizde bezlerle, temizlik malzemeleriyle doldurulmuş poşetler, yanımızda komşulardan biri, yeni aldığımız ve kısa süre sonra taşınacağımız evi temizlemeye gidiyorduk. Yenimahalle’den Yenişehir’e yöneliyordu hayat rotamız. Sınıf atlıyorduk bir nevi.

Yenimahalle’nin kapalı, kendi içine dönük, merkeze uzak, mahalle havasını hala yitirmemiş yapısından şehrin göbeğindeki, kimkime dumduma bir mekâna idi gidişimiz, bendeki heyecanı düşünün. Hayata karışacaktım artık. Kafamdaki düşünceleri atmaya fırsat bulamadan Güvenpark’a girdik. Sisli, puslu bir sonbahar günüydü, parkın ağaçları yapraklarını dökmeye, yeşiller sarıya, canlı renkler griye dönmeye başlamıştı. Sabahın hayli erken bir saati olmasına rağmen parkın içi insan kaynıyordu. Bir yanda eski püskü giyimli, çoğu kasketli, kavruk erkekler, diğer yanda alacalı yemenileri, ellerinde poşetleriyle kadınlar. Kadınlar grubuna yöneldik, annem gözüne kestirdiği, güçlü kuvvetli, al yanaklı, genç sayılacak yaşta birine yanaştı. “Kaça gidiyorsun?” dedi. “Nereye? Nasıl bir iş?” diye yanıtladı kadın. “Yakın” dedi annem, “yürüyerek gideceğiz, ev temizliği, eşya yok, boş ev. Cam-kapı daha çok”. Kadın bir rakam söyledi ama ardından ekledi: “Badana temizliği varsa 10 lira fazla isterim”. Kaça anlaştılar hatırlamıyorum, beni ilgilendiren ve şaşırtan köle pazarı benzeri bu insan pazarıydı. Poşetlerimize ve komşuya ilaveten kadını da arkamıza taktık ve temizlenecek yeni evimize doğru yollandık. Geride bıraktığımız parkta muhtelif pazarlıklar devam ediyordu.


 

Yenimahalle’den Yenişehir’e ışınlanmıştım birdenbire. El ve göz yordamıyla tanımaya çalışıyordum çevreyi. Tam da Sevgi Soysal’ın “Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”nin yayınlandığı zamanlardı. Her sabah erkenden kalkıyor, yeni başladığım fakültenin yolunu tutuyordum. Evin karşısı yan yana sıralanmış erkek öğrenci yurtlarıyla doluydu. İl yurtlarıydı bunlar, bir nevi Türkiye haritası. Benimle senkronize olarak yurt kapılarından illerinin özelliklerini taşıyan bir erkek öğrenci kalabalığı dökülürdü. Omuzları düşük, bakışları şaşkın, üstleri başları özensiz olanlar yeni gelmiş olanlardı, onlara nasıl görünüyordum bilmiyorum ama benzer şaşkınlık -belki kıvamı biraz daha az- bende de vardı. Zamanla palazlandık, şehri-semti-tanıdık, yerimizi sağlamlaştırdık ama hiçbiriyle -aynı fakülteye devam ettiklerimiz de dâhil-, hiçbir zaman selamlaşmadık bile. Evin alt katındaki, kırmızı yüzü sinirlenince bordoya dönen Kayserili Ahmet amcanın bakkal dükkânında rastlaşırdık bazı bazı, kimi utanır başını eğer, kimi dik dik bakardı.

Ankara Koleji binalarının önünden geçip henüz kapatılmamış İncesu deresi boyunca sıralanmış mahrukat depolarından yayılan ıslak odun kokusunu içime çekerek yürürdüm. Sağ yanımda Kurtuluş Parkı uzanırdı. Kurtuluş Parkı tek başına girilmesinden çekinilen bir alandı kadınlar için o yıllarda. Belli mi olur, parka konuşlanmış sapıklardan birine denk gelebilirdik. Yok öyle şimdiki gibi yalnız gezmek, yürüyüş yapmak, korkardık. Parkın bitiminde Hıfzıssıhha’nın binaları başlardı. Önünden geçerken dikleşen omuzlarımla bir sahiplenme hali gelirdi üstüme hafiften, ne de olsa babam orada çalışıyordu. Evimiz kadar tanıdıktı binalar da, bahçe de. Hayatımdaki ilk Japon elması ağacını orada görmüş, hatta o mayhoş, küçük, kahverengi elmalarından defalarca yemiştim. Babamla gittiğim her seferde şımartılırdım personel tarafından. Baharda duvarlarından katmerli leylaklar sarkardı. Ankara taşından yapılma güzelim kunt binalar dışarıda hava ne kadar yakıcı olursa olsun yazın serinlik, kışın da insanı sarmalayan bir sıcaklık yayardı. O zamanlar Hıfzıssıhha Okulu olarak hizmet veren, ön cephesi dairesel yapı ve üzerindeki Temizlik Tanrıçası Hygieia olduğunu sonradan öğrendiğim çıplak heykel, resmî binadan ziyade otel havası uyandırırdı bende.

Hıfzıssıhha’dan sonra yokuşa vururdum kendimi, sağda Hacettepe, solda Ankara Tıp Fakültesi binaları. İbni Sina Hastanesi daha inşaat halinde, yokuş bitip sola dönünce Numune Hastanesi, karşıda derme çatma, salaş yapılar, kimi eczane, kimi medikal ürün satıcısı, kimi aşçı dükkânı. Derken okul görünür, kendi halinde bir yapı, hemen devamındaki güzelim saat kulesi ve pembeye boyalı şık binasıyla Sekreterlik Okulu’nun yanında iyice sönük kalır. Üstüne üstlük tam karşısında şahane iki bina daha, Etnoğrafya Müzesi ve Türkocağı (Şimdiki Devlet Resim ve Heykel Müzesi). Köyden gelip zengin akrabasının davetinde basma elbisesi ve örgülü saçlarıyla alay konusu olan Kezban misali onca haşmetli binanın arasında kendi mütevazılığına bürünmüş dururdu.

Yenişehir’e taşındıktan sonra annemle babamı zorlayarak Kızılay’daki “Gökdelen”in altına yayılmış Gima’dan aylık alışveriş yapmaya ikna etmiştim. Resmi adı Emek İşhanı olan “Gökdelen” o yıllarda medar-ı iftiharımızdı. Sadece Ankara’nın değil, Türkiye’nin de en yüksek yapısıydı. Bulvardaki İş Bankası Kulesi pabucunu dama atana kadar da itibarını korumuştu. Şimdi “Gökdelen” diye bahsedince yeni nesil gençler nereden bahsettiğimi anlamayarak yüzüme bakıyorlar. Bizim “Gökdelen” ülkenin dört bir yanına yayılmış devasa binaların yanında gecekondu gibi kalmakta. Lakin o yıllarda terasında yer alan Set Kafeterya’da “self-servis” bir yemek yemek, en üst katındaki “Clup X”de dansetmek, hepsi bir yana asansörüne binmek bile olaydı. Randevular Gima ya da Bulvar’a bakan postane kapısında verilir, telefon konuşmaları Gökdelen PTT’sinden yapılır ve hatta çok sıkışılırsa postanenin hemen arkasındaki WC’lere koşturulurdu. Set Cafe’de oturmak, bir şeyler yiyip içmek adeta bir statü meselesiydi. Şehrin ilk self-servis restoranına ilk kez gidenler garsonun gelmesini beyhude yere bekleyip, çoğu zaman kalkmak üzereyken durumu çözdüklerini anlatırlardı gülerek. Club X’de müzik dinleyip dans etmek ise ancak kaymak tabakaya nasip olacak bir şeydi.


Kaynak: Antoloji Ankara

Gima’ya gelince; “Gökdelen”in, Kuzgun Acar’ın bir rölyefiyle süslenmiş daha geniş olan giriş ve çekme katlı bölümlerine yayılan bir büyük mağaza idi, bir nevi şimdinin AVM’lerinin oldukça ilkel olanı. Bodrum katı yiyecek-içecek ve mutfak malzemelerine, giriş katı parfümeri, bijuteri, kitap standlarına, üst katlar ise giyim ve mobilya bölümlerine ev sahipliği yapardı. Mahalle bakkalı ve toptancı kültüründen yeni yeni çıkmaya başlayan ahaliye, tekerlekli market arabalarına kendi seçtikleri ürünleri koyup kasaya yönelme keyfini ve lüksünü yaşatırdı. Fiyatlar biraz daha pahalı olmuş ne gam. Gelgelelim annemle babam sadece iki kez tahammül edebildiler benim müthiş zevk aldığım bu eziyete. Onca paketi pek de kısa sayılmayacak bir yolu yürüyerek taşımak, üstelik bazı ürünleri biraz daha pahalıya almak ilkönce babamı, ardından da annemi isyan ettirdi. Babamın daire kantini ve kırmızı suratlı Ahmet amcanın bakkalı ne güne duruyordu. Sosyetikliğin lüzumu yoktu.


Soysal Pasajı inşaa halinde. Kaynak: Antoloji Ankara

Çok geçmedi Gima’nın karşısına, ünlü Soysal Apartmanı’nın yerine “Soysal Pasajı” açıldı. Üst katlarından birinde de Set Kafeterya benzeri bir mekân, “Bulut Kafeterya” hizmete girdi. “Bulut Kafeterya” “Set” kadar janti bir yer değildi, gençlerin de rahatlıkla devam edebildiği, nisbeten hesaplı bir cafe-restorandı. Nitekim bir süre sonra sık sık takıldığımız mekânlardan biri haline geldi. Soysal Pasajı ise hepimizin öğrencilik ve ilk gençlik giyimlerimizin kaynağı olan Kocabeyoğlu Pasajı’ndan sonra ikinci kapımız oldu. Kızılay’ın en eski binalarından birinde yer alan Kocabeyoğlu Pasajı’nın giriş katı ucuza giyinmek isteyen öğrencilerin ilk uğrak yeriydi. 70’lerin modası kiremit ve yaprak yeşili kazaklarımızda, rengârenk kareli pantolonlarımızda, beli lastikli bluzlarımızda, deri taklidi postacı çantalarımızda çok emeği vardır. Bodrum kat ise bunaltıcı ve havasız ortamıyla çok miktarda sahafı barındırırdı. Eski kitaplar, mecmualar arasında deşinir dururduk.

İlk gençliğimiz bluejeanlara özenmekle geçti. Henüz Türkiye’de üretimi yapılmıyordu, kot adı altında satılanlar ise iki yıkamada soluyor, tüyleniyor, bütün cazibesini kaybediyordu. Çözüm İzmir Caddesi’ndeki Amerikan Pazarları idi. Alt katlardaki mağazalarda, hayli fahiş fiyatlarda Super Rifle, Wrangler, Levis marka bluejeanlar bulabiliyorduk. Birden fazlasına gücümüz yetmediği için gözümüz gibi bakıyor, yeni havasını kaybetmesi için de alır almaz yıkıyorduk ya da tatile gitmişsek deniz suyunda ıslatıp kumlara vura vura ağartmaya çalışıyorduk, ne delilik.

Soysal Pasajı’nın benim için en önemli mekânları bodrum kattaki “Hat Kitabevi” ile şarkıcı Alpay’ın giriş katında açtığı çorapçı idi. İzmir Caddesi’ndeki işhanlarından birinde reklam şirketi bulunan ve Pazar akşamları radyodaki reklam saatinde “Alpay’la Randevu” isimli bir programı bizzat sunan Alpay nereden aklına estiyse bir süreliğine bu çorapçı dükkânını işletmişti. Kapısı ana girişe baktığından daha pasaja girer girmez dükkâna nadir olarak uğrayan Alpay’ı kasada gördüm mü mağazaya damlardım. Maksat çorap giymek değil, Alpay’ı görmekti zaten. Fiyatlar öğrenci bütçesine pek uygun olmadığından dükkânda bulunması imkânsız bir ürünü bizzat Alpay’a sorar, en kibar tavrı ve melodik sesiyle “Bu söylediğiniz ürün bizde yok maalesef” cevabıyla mutlu, kendimi Hat Kitabevi’ne atardım. Gençlik, şaşkınlık ve bir tezatlar silsilesi olsa gerek. Alpay’ın “Eylül’de Gel” şarkısını mırıldanarak Hat Kitabevi’nde toplumsal içerikli kitapları karıştırmaya başlardım.


Kaynak: Osman Gonç

70’lerde Kızılay bir kitapçılar cennetiydi. Hat Kitabevi’nden çıkıp bir arka sokaktaki Bilgi Kitabevi’ne girer, labirente benzeyen loş dükkânda, her daim tezgâhlardan birinin ardında rastlayabileceğimiz Tevfik Küflü’nün gizli nezaretinde kitapların arasında dolaşırdık. İlk Füruzan’larımı, ilk Pınar Kür’lerimi, ilk Sevgi Soysal’larımı o karanlık dükkândan edinmiştim. Hâlâ kitaplığımın en nadide raflarını süslerler. Bilgi’den çıkıp Bulvar’a doğru yürüyünce bir kitabevi daha; Tarhan Kitabevi. Diğerinin aksine aydınlık, bol ışıklı, yabancı yayınların, dergilerin de satıldığı şık bir mekândı. Daha ziyade ders kitapları ya da sözlükler almak için başvururduk oraya. Ziya Gökalp Caddesi’ndeki Haşet Kitabevi (Fransız Kültür Merkezi’nin hemen yanındaydı zaten) tamamen yabancı dilde kitaplar satardı. Dost Kitabevi’nin tanınmasına daha biraz zaman vardı. Kim derdi ki bu kitapçıların hepsi birer birer kapanacak ve elimizde yalnızca Dost Kitabevi kalacak.

Yenişehir’e taşınmadan bir yıl önce başlamıştı Yenişehir’le ahbaplığım aslında. Şimdilerde pıtrak gibi çoğalmış üniversite hazırlık kursları (onlarda artık özel lise oldular) 70’lerde tek tüktü. Arı Dershanesi en ünlülerinden biriydi ve lise son sınıfta ben de birkaç arkadaşımla birlikte bu dershaneye devam etmiştim. 6. Durak’tan “boynuzlu” dediğimiz troleybüslere binip Kızılay’a gelir, dershaneye gitmeden önce mutlaka Ziya Gökalp Caddesi üzerindeki “Sandviç” isimli cafeye uğrar, hayatımda bir daha o kadar lezzetlisini tatmadığım sosisli sandviçi formika tezgâhlara dayanarak ayaküstü yerdik. Eğer harçlığımız biraz bol tutulduysa üstüne bir de supangle yuvarlardık. “Sandviç”in hemen yanında kapıdan girerken tarçın kokusuyla mestolduğunuz “Penguen Pastanesi” vardı. Vitrini süsleyen kıpkırmızı elma şekerleri çelerdi gönlümü en çok. Bulvar üstündeki “Meram”a okul çıkışları uğrardık bir arkadaşımla, oranın çayını çok severdi nedense. Üst katta, caddeye bakan bir masaya oturur, her daim suratsız garsondan çay isterdik. Epeyce beklettikten sonra garson çayları getirir, adeta kafamıza çarparak masaya koyar ve aynı nursuzlukla dönüp giderdi. Çok alışmıştık tarzına, inatla gidip oturur, her seferinde de gülmekten kırılırdık, derdimiz çaydan ziyade garsonla dalga geçmekti. Bulvarın Bakanlıklar’a çıkan yönünde Flamingo Pastanesi vardı, daha şık, daha havalı. İnce uzun bir salon, bir yanında vitrinli tezgâhlar, duvarda bakır flamingo rölyefleri ve en sonda iki-üç basamak merdivenle çıkılan oturma yerleri. Oraya kestaneli pasta yemeye, Orduevi’nin yanındaki “Akman Pastanesi”ne ise boza içmeye giderdik.

Öncesinde veya sonrasında ya da dersi ektiğimiz günlerde mutlaka uğradığımız mekân Büyük Ankara Muhallebicisi, uğruna boşladığımız yer ise Alman Kültür Merkezi’ndeki kurslar idi. Alman Kültür Merkezi İzmir Caddesi üzerinde, Milliyet gazetesinin de yer aldığı bir apartmanın birkaç katını tutmuştu. Hemen girişteki kütüphanenin dışarıya açık kocaman camekânlarından görünen rengârenk kitaplar ve akşamları yayılan soft ışık kütüphaneden ziyade bir pastane hoşluğu yaratırdı bakanda. İsminin Kurt olduğunu anımsadığım, orta yaşlı keçisakallı bir Alman ilgilenirdi kütüphaneyle, bazen derslere girdiği de olurdu. Fikret Otyam’ın şahane resimlerini ilk kez burada açılan bir sergide görmüştüm. Kurs çıkışı kapıda denk geldiğimiz ve okuldaki sorunlarımızla ilgili haber yapması için koşturarak kendimizi tanıtıp derdimizi döktüğümüz Örsan Öymen’i ve adamın yüzündeki şaşkınlığı da hiç unutamam. Kültür Merkezi’nin hemen yanında 60’lı-70’li yıllarda Ankara’nın en ünlü otellerinden biri olan Balin Otel yer alırdı. Sonradan hiç ayak basmadım ama küçük bir çocukken, ahbaplarımızdan birinin orada çalışan oğlunun düğünü münasebeti ile gittiğimizi hatırlıyorum.

Kurstan kaytarıp kaçamak yaptığımız Büyük Ankara Muhallebicisi ise Gazi Mustafa Kemal Bulvarı üstünde, İzmir Caddesi’nin hemen hemen köşesindeydi. 12 Eylül öncesinin her bakımdan karanlık zamanlarını yaşıyorduk; memleketin hali karanlık, ruhumuz karanlık, zehir saçan karbonmonoksitli bir havanın griye boyadığı Ankara karanlık, kış günleri 16.00’dan itibaren sokaklar karanlık… Kendimize ışıltı arardık, geçici sevinçler, mutluluklar bulmaya çalışırdık. Ankara’nın donduran ayazından kaçıp Muhallebici’nin kapısından içeriye girince bir ılıklıkla kuşanır, burun deliklerimize dolan tarçınla karışık süt kokusunu soluyarak boş masa arardık. Mekânın üç yanını çevreleyen kocaman, buğulu camlar içerinin ve dışarının ışıklarıyla parıldardı. Özenli bir dekorasyonu yoktu, formika masalardan birine çöker, üzerimizdeki palto-atkı-eldiven yükünden kurtulur ve kalabalık salonda koşuşturan garsonun ilgisini çekmeye çalışırdık. Öğrenci olduğumuz anlayan garson yanaşır ama pek fazla yüz vermezdi; kışın salep, yazın kahve. Fiks menümüz buydu.

Yazları daha keyifli olurdu, terasta otururduk çoğunlukla, karşımızda ve yanımızda yükselen erken Cumhuriyet dönemi yapıları, Macar Konsolosluğu ve Tapu Kadastro Meslek Lisesi’nin kubbeli çatılı, kuleli güzelim binalarına bakarak gülüşüp söyleşirdik. Mekânın Gazi Mustafa Kemal Bulvarı’na bakan yüzündeki küçük balkonlarından birinin değişmeyen bir misafiri olurdu, o yılların ünlü pop şarkıcısı Atilla Atasoy. Hep düşünürüm, onca zamanını geçirdiği, artık binası bile kalmamış muhallebicinin yerinde yükselen o çirkin yapının önünden geçerken ünlü şarkısının dizelerini söylüyor mudur kendi kendine diye:

“Anılar, anılar, anılar,

Zamanımı çaldılar

Beni benden aldılar

Gençliğime hiç acımadılar”

*Sevgi Soysal’ı anarak/”Yenişehir’de Bir Öğle Vakti”