“İstanbul’a geldikten sonra Ankara ile ilgili yazabilir miyiz?” diye sordum belki de sorduk Ankara’dan İstanbul’a göçmüşler. Ve uzunca bir zaman sonra yazışmalarda gördüğüm bir başlığın bir garip, benim de anlamadığım tetiklemesiyle kelimeler düştü kağıda zihnimden akarak. O bitmek bilmeyen, büyükçe bir kısmı da bir takım tekrarlardan oluşan Ankara İstanbul kıyaslamalarından biri olmayacak bu. Müsterih olunuz. Bu yazı zihnimin gerisinde pişip taşan insanın toplumsal bir varlık olması ve bunun üretkenlikle ilişkisi üzerine oluşan düşüncelerle ilgili aslında.
Bu anlamda kendi tecrübem Ankara’nın mekânsal yakınlıklar ve elbette ki üniversite çokluğu nedeniyle ister istemez oluşan düşünme, tartışma ve eylemeye dönük çabaların bolluğu açısından avantajlı olduğunu söylüyor. Dahası kendi var oluş biçimlerimi buna borçluyum bile diyebilirim rahatlıkla. Çünkü bu tartışma, gayret ve eylemlilikler çokça karşılaşmaya olanak sağlıyor. Karşılaşmalar ise farklı farklı oluşumlara. Bisiklete binerken düşünenler bir bakıyorsunuz en sessiz ve zor zamanında şehrin yanınızda beliriyor. Ve birlikte GMK’nın o yüce ağaçlarına ve göğe bakarak özgürlük ve eşitlik için çınlatıyorsunuz caddeyi seslerinizle. Ya da bir yandan okuma ve yazmayla en yoğun uğraştığınız ve insanlardan uzak olarak ancak yazabildiğiniz zamanda, çalışma salonunun penceresi önündeki atık işçileri üzerine düşündüklerinizi yazıyorsunuz. En yalnızken çok olabiliyorsunuz böylece. Ankara yalnızlığa izin vermiyor gibi. En azından benim deneyimimde böyle anlar çok.
İstanbul ise yüklü, çok yüklü bir şehir. Çok anlam, çok sorun, çok insan ve bir o kadar da sır ve sürpriz yüklü. Anonimleşmek ya da kaybolmak isteyen muradına erer burada. Yapayalnız bir hücreciğe dönüşebilir.
E-5’in kıyısında, metrobüse yakın, denizi hava açıkken uzaktan bir mavi ufuk olarak gördüğünüz bir yerinde İstanbul’un, yabancılaşmanın sözlük anlamını ve çok gerçek anlamını kemiklerinizde hissederek hayatı sorgulayabilirsiniz. E-5 kıyısında, o deli otomobil ve gürültü akışının hemen yanında, dükkanların uzantısı betonların üstünde konuşlanmış, betonun altındaki su oluğunun dibinden e-5’e bakarak yaşayan kedinin garipliği ve tuhaflığını anlamaya çalışırken sizin de çok farklı bir hayat yaşamadığınızı düşünebilirsiniz. Gürültülü, yabancı ama mama ve su olduğu için doğasından çok uzakta orada doğduğu için orayı kaderi benimseyen bir kedi o. Ya insan?
Neyse ki 8 Martlar var. Neyse ki. Beni o kedinin ruh halinden çıkaran şeydi İstanbul’daki ilk 8 Martım. Yasaklar nedeniyle bir türlü çıkamadığımız Taksim Meydanı’na, hadi o mümkün olamıyor bu aralar, olabilecek en mümkün alana gidebilmek için hiç tanımadığım kadınlarla az az sonra çoğalarak yan yana gelmek, birlikte ara sokaktaki polis engelini aşmak, kendin olmak ve birlikte çok olmak, toplumsallaşmak, bir hücre değil bir bütünün kendi içinde bütün bir parçası olduğumu hissetmekti mesele. Birlikte derdini bağırmak ne güzeldir. Önce birlikte konuşmak evet ama birlikte derdini sokağa, meydana söylemek. Tanımadıklarınla yan yana gelmek ne güzeldir. Şehirle barışmak hücremden çıkmamla mümkün oldu. Evet bildiniz. İstanbul seni hücrende unutabilir. Ama sokağına çıktığında, bir ya da beş, ortak derdini paylaşanların seslerine kulak açtığında, dostun olmayanla da yan yana gelmeyi öğrenirsin. Aynı rengin tonlarıyla değil sadece renk skalasının farklı renkleriyle tanışıp zora karşı bir yol bulmayı öğrenirsin. Çünkü zor öğretir. Ama hem de şehirle barışınca ve zoruna dair ezberleri bir yana bırakıp kendi patikalarını açtığında deniz hala ufukta ve biraz uzak olsa da bisikletle ona gideceğin patikaları açabilirsin.
Fotoğraf: Can Mengilibörü, Yüksel Caddesi
Başta verdiğim sözü ne kadar tutabildim bilmiyorum. Bu iki şehri ağza alınca kıyaslama kendinden geliyor belki de. Ama durun daha bitmedi.
Ankara toplumsal olanla buluşmaya beş dakika mesafededir.
İstanbul ise yabancı olanı yakın etmenin bir çaba gerektirmesi nedeniyle beş dakikadan biraz daha fazla. Eğer aklın hep en merkeze gitme ezberini bir kenara bırakırsa, yani İstanbul’da bir şeylerin parçası olmak, bir anlam üretmek deyince sadece Taksim, Kadıköy ya da Beşiktaş ezberini masaya koyup bir sorgularsan, bir bakmışsın yürüyerek on dakika mesafedeki sendikada bir masa var. Masanın etrafında bir dünya. Bir bakmışsın yıl boyu o yazardan bu yazara dünyayı geziyorsun. O da yetmiyor bir yazar da gelip o masaya Beşir Fuad’ı bile çağırıyor. Ve inanmazsın bu yeni dünyanın son buluşması Silivri’de oluyor. Ay hemen korkma. Silivri meğer çok güzelmiş. Güzel bir çınarın altında bir çay bahçesi, o ufuktaki denizin kıyıcığına gelmişsin. Hücreden çıkıp dünya ile buluşmuşsun. Dostların arasında ve güneşin sofrasında. Gerçekten…
Fotoğraf: Zeynep Alica, Silivri
Demem o ki insan toplumsal bir varlık. İki şehrin hikâyesi, yolları farklı, zoru ve kolayı çeşitli ve değişken. Ve ama her ikisinde de yapman gereken bir adım atmak, en yakınında, mümkün olan bir yerde, nefes almak için yapmanın bir parçası olmak. Hücrenin duvarını yıkabilmek böyle mümkün. Hatırla zaten bildiğini.