tarih

İçine doğmadığım ama doğduktan hemen sonra dahil olduğum, haliyle dünyadaki ve Ankara’daki “ilk evim” olarak niteleyeceğim mekan anneannemle dedemin bir süre Mamak Belediyesi olarak kullanılan eski Devlet Konservatuvarı’nın hemen arkasındaki evleriydi. Dönem dönem ziyaret amaçlı, bir yıl boyunca da sürekli yaşadığımız bu evin yakasını makûs talih bir türlü bırakmayacaktı. Henüz küçük bir bebek olduğum yıllarda, haliyle hatırlamadığım ama defalarca anlatıldığı için belleğime işlemiş ilk talihsizlik yakınındaki Hatip Çayı taşkınında uğradığı zarardı. Yüzü aşkın insanın öldüğü, bir o kadar da evin ve malın zarar gördüğü 11 Eylül 1957 tarihli bu doğa felaketi Ankara tarihinde çok fazla dillendirilmeyen ama bir nesle damgasını vurmuş acı bir olaydı. Ziyaret amaçlı geldiğimiz zamanlardan birinde komşu kadınlarla birlikte açık havada piknik yapıp vakit geçiren annem ve anneanneme 9 yaşındaki haşarı dayım heyecanla bir haber getirir: “Sel geliyormuş, evleri boşaltmanızı söylüyorlar”. Birkaç saat önce evin anahtarını kaybettiği için oğluna çok kızgın olan anneannemin cevabı şudur: “O sel gelse de seni bir götürse!” Mahalle ufak çaplı sel baskınlarına alışkındır, birkaç evi su basar, eşyalar çamurlanır, olsa olsa üç tavuk, iki koyun sele kapılır, önce telaşlanılır, sonra günlük yaşamın içinde olan biten unutulup gider. Aslında taşkının boyutu tespit edilmiş ve çeşitli yollardan civarda yaşayanlar haberdar edilmeye çalışılmıştır ama ortada istimlak söylentileri dolaşmaktadır ve insanlar bunun evlerinin kolayca yıkılması için boşaltmalarını sağlamak amacıyla düzenlenmiş bir yalan olduğunu düşünmektedir. Kimse oralı olmaz ve sel beklenmedik bir anda çöker mahallenin üstüne. Haşarı dayım ve dedem nerelerdedir bilmem ama evde yalnızca annem ve anneannem vardır bu esnada, “Çocuğunu kap, kaç” diyen anneannem evin önündeki ağaçlardan birine, kucağında benimle annem diğerine tırmanır. Bu bir atkestanesi ağacıdır ve tüm bu yaşananlardan sonra indimdeki değeri arşa ulaşacaktır. Ağacın tepesinde titreşerek bekleyen iki kadının ve her şeyden habersiz bebeğin yardımına bir süre sonra bir yüzme yarışına katılmak için Ankara’ya gelmiş olan ve yakınlardaki bir öğrenci yurdunda kalan gençler koşar. Annemin payına kıvırcık saçlı bir delikanlı düşer, neredeyse yaşıtı olan gencin “Bin omuzlarıma bacım, dondum” yalvarmalarına utandığından epeyce geç karşılık verse de sonuçta o sayede kurtulur, beni kimin kucakladığı, anneannemi kimin kurtardığı meçhul. Ev hızarla biçilmiş gibi ortadan ikiye ayrılmış, eşyalar sele kapılmıştır. Taşkının korkunçluğu kazazedelerin ilk anda toplandığı çadır alanında birkaç gün içinde ortaya çıkar. Kızılay’ın kurduğu çadırlar, aşevi ve aşevine yemek getiren arabaları görünce haşarı dayıya müjde veren ben: “Dayi doş, papapa deldi, epek deldi”.

Dedem evi tamir ettirir, iki katlıdan tek katlıya inen evde bir süre daha yaşanmaya devam edilir. Bu arada dede ölür, bir eksilen hane halkına üç ilave yapılır; annem, babam ve ben. Hayal meyal hatırladığım o evden bende kalanlar dedenin öldüğü gün haşarı dayıyla oturduğumuz maviye boyalı ahşap kapının eşiği, kol dayama yerlerinde oyuncak robotumu yürüttüğüm tahta koltuklar ve ne zaman beni görseler tıslayarak üzerime yürüyen komşunun kazları. Derken ikinci talihsizlik çöker evin başına. Bulunduğu arsaya şimdiki Site Yurdu yapılacaktır, istimlak emri gelir. Evle ve yaşananlarla vedalaşma zamanıdır. Taşkından kalma siren sesleri ve kazların tıslamaları o evin müziği olarak ebediyen kulakta kalacaktır. Şimdi sırada bir ara istasyon vardır: Saimekadın.

Cebeci Askeri Mezarlığı yakınlarından başlayan bir sokaktadır yeni ev. İki katlı, eski tip bir binanın üst katında kiracıyızdır. Alt katta Cennet ve abisi oturur. Cennet 18’ini süren bir genç kız, abisine bakmak için köyden gelmiş. Babam onu nerede görse melodisiyle şu maniyi söyler:

“Nereye de gidiyon kız Cennet
Suya da gidiyom len Memmet
Suyu da nedecen kız Cennet
Aş pişirecem len Memmet”

Evin arkasından geçen bir çay vardır, bir taşkına da orada şahit oluruz, sel peşimizden takip etmektedir adeta. Bu defa zarar görmeyiz ama çocuk gözlerim kudurmuş selin önüne kattığı ev eşyalarını, hayvanları bir daha unutmamacasına zihnine kaydeder. Çok çocuk vardır mahallede, aralarına katılırım ve en çok ayaklarındaki yandan madeni bir tokayla iliklenen lastik sandaletlere imrenirim. Israrlarıma dayanamayan annem bir tane de bana alır pazardan. Zorla yatırıldığım öğle uykularının armağanı anneannemle birlikte Konservatuvar’ın karşısındaki çocuk parkına gitmek ve yol üstündeki seyyar kozhelva satıcısından “kuşlubaş” almaktır. “Kuşlubaş” diye bir şey yoktur esasında, o yuvarlak zeminindeki kuş kabartmasından dolayı kağıt helvaya benim taktığım isimdir.

Armağanım kuşlubaş, arzum ise okula başlama zamanım gelince hemen evin yakınındaki, türkücü Muazzez Türüng’ün öğretmen olarak görev yaptığı Demirlibahçe İlkokulu’na gitmektir. İlginç bir tesadüftür ki Türüng’ün en meşhur türküsü de “Mektebin Bacaları”dır. Hevesim kursağımda kalacaktır, başta da söyledim, burası sele giden evimize karşılık devletin yaptırdığı evlerin bitmesini beklediğimiz bir ara istasyondur. Çok geçmeden taşınma zamanı gelir, Saimekadın’a veda ederken kulaklarımda “Mektebin bacaları, vay lele lele lele/Ders verir hocaları oy amman, can kurban” melodisi çalmaktadır.


Seylap Sitesi C Blok

Üçüncü evim herbiri 24 dairelik 4 bloktan oluşan, içinde oturanların çeşitliliğiyle Babil Kulesi’ni andıran Yenimahalle’deki Seylap Sitesidir. Melodisi ise tek başına bir şarkı ya da türkü değil, ancak Yurttan Sesler Korosu olabilir. Adından da anlaşılacağı gibi evleri selde yıkılan mağdurlar için yapılmış, başta karşılıksız verileceği vadedilmişken sonradan uzun taksitlere bağlanarak bedeli alınmış sosyal konutlardı bunlar. Her bir blok motel tarzı inşa edilmiştir, 4 katlı, aynı ortak balkon üzerine açılan 6 daireli, merdiven sahanlıkları havadar, bodrum katında 24 tane kömürlük olan, kocaman arsalara sahip binalardır. Henüz Saimekadın’da otururken ve site inşaatı tamamlanmak üzere iken, kura çekmek için geldiğimiz günü hiç unutamam. O eve, o siteye daha o an kalbimi kaptırmıştım. Yanımda kimler vardı, kurada hangi daire çıktı ilgilenmemiştim bile. Gözüm ve aklım neredeyse Atatürk Orman Çiftliği’ne kadar göz alabildiğine uzanan çayırlıkta ve bir mücevher gibi o yeşilliği süsleyen gelincik, papatya, ballıbaba çiçeklerinde idi. Yeni doğmuş kuzular gibi o çiçekten o çiçeğe koşuyordum. Sonradan semtin en çok yerli film oynatan sineması Seyran’da izlediğim bir Zeki Müren filmiyle bağdaştıracaktım o günü: “Hayat Bazen Tatlıdır”. Henüz yerli sinemada renkli yapımlara geçilmemişti ama Zeki Müren filmlerine mutlaka renkli birkaç sahne ilave edilirdi, Genellikle şarkı söylediği sahneler renkli çekilirdi. Siyah beyaz bölümler perdede akarken birdenbire araya birkaç renkli sahne giriverir, izleyeni şaşırtırdı. O kura çekme günü de benim siyah-beyaz dünyama monte edilmiş renkli bir sahne idi adeta, kenarlarını itina ile oyalayıp en değerli bohçama sakladığım ipek bir mendil gibi yerleştirmiştim hafızamın kuytularına.


Seylap Sitesi

Anneannemin şansına çıkan, A Blok 22 numaraya taşındığımızda beş yaşındaydım. Apartmanın en üst katında, merdiven sahanlığına en yakın daire idi. Anneannemin rüzgarıyla serinlediği, balkonuna dalları düşen kavak henüz dikilmemiş, komşularla henüz samimiyet kurulmamış, hatta binanın elektriği bile bağlanmamıştı. Annem her akşam gaz lambasının şişesini silip temizliyor, karanlık çökünce yakıp aleviyle aydınlanıyorduk. Çok sürmedi, gaz lambasının temizlendiği saatlerden birinde elektriği bağlayacak görevli çıkıp geldi. Elektrik bağlanacağına sevineceğime annemin emeğinin boşa gittiğine üzülmüştüm. İşin trajikomik yanı da görevlinin elektrik cereyanına kapılması idi. Bereket önemli bir kaçak değildi ve hafiften titretmekle kalmıştı adamcağızı.

Elektrikler bağlanıp komşularla da kırk yıllık dosta dönüştüğümüzde keyfini çıkarmaya başlamıştık yeni evin. Ön cephesi İvedik Caddesi’ne ve Yenimahalle tepelerine bakan dairenin arkadaki küçük balkonu ise panoramik bir Ankara manzarasına sahipti. Yenimahalle adı gibi yeni kurulmuş bir semtti, devletin memurlarına ucuz fiyatlarla ve taksitlerle sağladığı arsalara bahçe içerisinde tek ya da iki katlı evler yapılmıştı. Havası temiz, doğası güzel, insan ilişkileri karşılıklı saygıya dayanan, örnek bir mahalle olup çıkmıştı. Baharda bahçelerden leylak, iğde, akasya kokuları yayılırdı. Çevresi henüz bâkirdi, Demetevler semtinin oluşup plansız yapılarıyla Yenimahalle’nin tadını kaçırmasına epey zaman vardı. Bizim site adeta sınırdı, bloğun yanından tarlalar başlar, Atatürk Orman Çiftliği’ne kadar uzanırdı. Bahar günleri o tarlaların arasına dalar, yeşil başaklardaki sütlü taneleri yiyerek Çiftlik’e piknik yapmaya giderdik yürüyerek. Eski İstanbul yolu az kahrımızı çekmedi. Mangal kültürü henüz yaygınlaşmamıştı, kuru köfteler, yalancı dolmalar, börekler, çöreklerle yapılırdı piknikler.

Üç iyi arkadaş edinmiştim; Serpil, Nejla ve Elizabet. Üçüncünün adını ilk duyduğumda çok şaşırmıştım, kucağında saçlı bir oyuncak bebekle balkonda duruyordu, önce bebeğine kilitlenmişti gözlerim. O yıllarda Türkiye’de saçları olan, o tür bir bebek bulmak adeta imkansızdı ve benim en büyük arzumdu öyle bir bebeğe sahip olmak. Sonra annesi “Elizabet” diye seslendi. Kafam karıştı, nasıl bir isimdi bu? Acaba Elizabet Taylor’ı çok mu seviyordu da kendine takma isim mi almıştı? Sonradan öğrenecektim Ermeni olduklarını, tıpkı anneannemin bitişik komşusu Ağavni tantikler ve bana ip atlamayı öğreten alt kat komşumuz Olga abla gibi. Olga abla ve annesi Takuhi tantik çok sürmedi taşındılar ama Ağavni hanım ve ailesi ile yıllarca komşuluk yapıldı. Elizabet ise iki yıl sonra babasının işleri bozulup İstanbul’a göçene kadar en can arkadaşım olacaktı. Hemen bütün öğleden sonralarımı onların köşe dairesinde geçirirdim. Yayıldığımız somyanın üstünde masalları canlandırmaya çalışırdık. Saçlı bebeğe sahip olmanın avantajı ile Elizabet hep kraliçe olurdu, olsundu, öyle tatlıydı ki ben prensesliğe çoktan razıydım. Abisi Numan ise ona yüklediğimiz krallık rolüne beş dakikadan fazla dayanamaz, mızıkçılık yapıp çıkardı oyundan. Biz somyadan sahnemizde hayallerimizi hayata geçirmeye çalışırken Valentin teyze sık sık yaptığı vişne likörünün tanelerini yememiz için getirirdi. Son vişne tanesini ağzımıza atamadan sızardık, oyun hep yarım kalırdı.


Cengiz Sokak No: 69A

Kimi zaman Ankara’ya giderdik alışveriş ya da bir ziyaret için. Evet, öyle denirdi o yıllarda Yenimahalle’den Ulus ya da Kızılay’a gitmeye. Çoğunlukla Elizabet ve Valentin teyze de eşlik ederdi bu gidişlere. Ulus’ta Heykel’e doğru karşıya geçerken sesli uyarı sistemi vardı. Yeşil yandı mı bir kadın sesi “Yayalar geçebilir” diye anons ederdi. O zaman Elizabet tüm masumiyetiyle anneanneme döner “Sen geçebilirmişsin Niğdeli teyze” derdi.

Elizabetler İstanbul’a göçtükten sonra biz de çekirdek aile olarak kendi yuvamızı kurmaya karar verdik, artık anneanne ile oturma işi bitiyordu. Seylap Sitesi’ne kısa bir süreliğine veda ediyor ve yeni bir eve “Merhaba” diyorduk, Cengiz Sokak, No 69’a…


Ragıp Tüzün Caddesi 6. Durak

Yazın son günlerinde, subay olan dayımın ayarladığı askeri bir kamyonla taşınmıştık Cengiz Sokak No: 69’a. Anneannemin elime tutuşturduğu elmayı kemirerek çok da fazla olmayan eşyaların boşaltılmasını izliyordum ki iriyarı bir ergen karşımda bitti, “Betonumuzu çatlattınız salak!” diye gürledi. Gerçekten ağır askeri kamyon apartmanın önündeki şaplı betonda ince bir çatlak oluşturmuştu. Lakin sorumlusu ben değildim sonuçta, öyle korkmuştum ki acele koşup annemin eteğine saklandım. O sinirli ergen sonraları iyi ahbabımız olacaktı ama henüz zaman vardı. Dört katlı, görece yeni bir apartmanın zemin katında idi kiraladığımız ev. Evin, hatta apartmanın sahibi Kayserili Gül Hanım’dı. Çok geniş olan kendi dairelerinin, arka bahçeye bakan iki oda ve bir sofa kısmını aradaki kapıyı iptal ederek bölmüş ve kiraya vermişlerdi. Dış kapımız bahçeye açılıyordu. Gözüme cangıl gibi görünen o küçücük bahçeye bayılırdım. Hayatımın en güzel yıllarından birini geçirmiştim o nohut oda, bakla sofa minik dairede. İlkokula kaydım taşındıktan kısa bir süre sonra orada yapılmıştı. İlk hafta annemin önderliğinde gittiğim okula ikinci hafta kendi başıma gider olmuştum. Kahverengi kutu çantam elimde evden çıkar, Cengiz Sokak boyunca yürüyüp Pazar Caddesi’ne ulaşır, sağa kıvrılıp Ragıp Tüzün Caddesi’ne doğru devam ederdim. Mevsim baharsa Coşkun Sokağın köşesindeki evin önünde duraklar, bahçe çitlerine dolanmış kuzukulağı sarmaşıklarından birkaç yaprak koparır, ağzıma atardım. Ragıp Tüzün Caddesi’nde mutlaka trafik polisi olurdu okul zamanlarında, araçları durdurup Fatih İlkokulu’na gitmek için bekleyen kara önlüklü öğrencileri karşıya geçirirdi. Hafif meyilli bir yokuşu tırmanır, o zamanlar tüm devlet okullarının boyandığı anneannemin dikoltası-dikolta pazen veya poplinden dikilen kombinezon benzeri bir iç giysi-rengindeki (yavruağzı pembesi) okulun kapısından girerdim. Erken geldiysem ve cebimde biraz harçlığım varsa okulun karşısındaki Sinekli Bakkal benzeri salaş dükkana girer “zunkla şekeri” alırdım. O şekerin bayıldığım tadının neye benzediğini yıllarca çözemedim, ta ki bir gün karamelize


Ragıp Tüzün Caddesi 7. Durak

edilmiş incir ezmesi olduğunu keşfedene kadar. Bir okul dönüşü annemi evde bulamadım. Panikle sağa sola koştururken annem ardında bir tornetle çıkageldi. Tornet tahta bir kasanın altına çakılmış dört rulmanla sürülebilir, kasaya eklenmiş sapla da çekilebilir hale getirilmiş ilkel bir taşıma aracı idi. Genellikle çocuklar ya da gençler pazarlardan küçük bir ücret karşılığı erzak ve eşya taşımak amacıyla kullanırlardı. Annemin tornetçisi tornetinde annemin nezdinde çok değerli eşyalar taşıyordu. Kol dayanma yerleri sivri ve siyah ahşaptan, o zamanın modasına uygun, kıpkırmızı dört koltuk. Annem ev bütçesinden arttırdığı paralarla pazardan ikinci el almıştı ne zamandır arzu ettiği koltukları. “Etekleri zil çalmak” deyiminin hayata geçtiğini annem -neredeyse hiç oturmayacağımız- o koltukları teker teker silip yerdeki Isparta halısı ve babamın bir dönem arkadaşlarıyla ortak açıp kısa zamanda kapattığı sağlık kabininden payına düşen üç formika sehpadan başka eşyanın olmadığı salona yerleştirirken bizzat gözlemiştim.


Fatih İlkokulu karşısı

Koltuklarımız da gelince ev daha bir yuvaya benzemişti. Yaz akşamları bahçede kurulan sofralar, süslenip püslenip Niğdeli hanımların günlerine gitmeler, evsahibimiz Gül Hanım ve kızları ile muhabbetler, bahçede, ağaçların altında oynanan oyunlar, Cumartesileri kadınlar matinesinde Seyran Sineması’na, akşamları baba ile mazot kokulu Alemdar Sineması’na gitmeler, Pazar günleri tepesine vurmadan çalışmayan emektar siyah radyodan bahçeye yayılan tangolar derken bir yıl gelip geçiverdi. Cengiz Sokak ikametimiz sona erecekti, Zehra Eren’in erkeksi buğulu sesinden “Dinle Sevgili” tangosuyla, dalgalı perçemi kaşlarına düşen incecik ve gencecik babamın dilinden düşmeyen “Kız sen ne güzelsin, sana gençler tapacaklar” şarkısı No: 69’un melodisi olarak kulaklarımda kalacaktı.


Vardar Pastanesi

Bir yıllık aradan sonra Babil Kulesi’ne geri dönüyorduk, bu kez kiracı olarak, C Blok’a. Bir yaz günüydü, evi görmeye gitmiştik. Bir daha yüzünü hiç görmeyeceğimiz evsahibimiz bize evi gezdirmiş, salonun tavanından sarkan, kolları paslanmış, çiçekleri kırık, ampulu patlamış bir aydınlatma aracını “Demirbaş avizemiz de var” diyerek gururla göstermişti. Evsahibi ayrıldıktan sonra tüm apartmanın anası Müyesser teyze gelecek ve bizden önceki kiracıların ne kadar pis olduğunu detayıyla anlatacaktı.

Cengiz Sokağa taşınmamız detayıyla aklımda olmasına rağmen C Bloğa ne zaman taşındık, Yurttan Sesler Korosu’na ne ara dahil olduk hafızama hiç kaydolmamış. Ben sanki ezelden beri orada yaşıyormuş gibiydim. Tez zamanda yaşıtlarıma arkadaş, küçüklerime abla, büyüklerime kardeş durumuna geçivermiştim. Upuzun balkonda seksek, merdiven sahanlığında üçbuçuk, arka bahçede istop, yan bahçede yakantop, gölgeli balkon altlarında evcilik oynamaya başlamıştım. Ev kuşu olmaktan sokak çocuğu aşamasına geçmem pek kolay olmuştu. Kimi zaman bir grup çocuk Zehranım teyzenin ardına takılıp Çiftliğe doğru bir yürüyüş tutturuyor, onun rehberliğinde yenebilir otlar topluyor, toz ve çamur içinde dönüp annemden sıkı azar işitiyordum. Elimdeki üç-beş kök ota bakıp böyle zamanların geleneksel “Attığın taş ürküttüğün kurbağaya değmez” sözünü dillendirir, dosdoğru banyoya yollardı. Çocuklar için bir Cennet’ti o site. Kocaman arsalarda özgürce oynar, her mevsimin tadını çıkarırdık. Pazar sabahları erkenden Seyran Sineması’nın gişesinde kuyruğa girer, oynayan yerli filme bilet alıp ev işlerini bitirince bize katılacak annelerimizi beklerdik. Az gözyaşı dökmedik o lambrili, apliklerinden soft bir ışık yayılan, kırmızı koltuklu, meyilli salonda. Yazları evin hemen yanındaki arsada inşa edilen Güneş Sineması’nın müdavimiydik. Yapıldığı ilk yıl alçak tutulan duvarlar sayesinde arsaya serdiğimiz kilimlerin üstünde çekirdek çitleyerek az beleşçilik yapmadık. Ertesi sene işletmeci uyanıp duvarın üstüne branda gerdi, yine de her hafta bir elimizde minderimiz, bir elimizde kapıya konuşlanmış satıcılardan aldığımız bir külah ayçekirdeği, çakıllı zemin üstüne yerleştirilmiş tahta sandalyelerde az film izlemedik. Kimi zaman konserler, kimi zaman sihirbaz gösterileri, kimi zaman da siyasi parti toplantıları olurdu yazlık Güneş Sineması’nda. Arsada yakantop oynadığımız bir öğleden sonra mahallenin tüm çocukları, gençleri açık kapıdan içeriye sızmış, İnönü’nün genel sekreteri Ecevit’i tanıttığı konuşmasına şahitlik etmiştik.

Sinemanın yanında pazar yeri, onun da arkasında boş bir arazi vardı. Yazları o araziye küçük sirk grupları çadır kurardı kimi zaman. İki direk arasına gerilmiş iplerde yürüyen cambazı yüreğimiz ağzımızda izler, denizkızı ve sihirbaz gösterisi yapılan çadırlara merakla bakar, kafese kapatılıp uyuşturulmuş üç-beş hayvanı acıyarak izlerdik. Şimdi o arazinin yerinde yükselen yüksek katlı binalara bakınca “acaba ben bunları hayal mi ediyorum?” diye düşündüğüm olmuyor değil.


Çınar Fırını

Bahar ve yaz aylarında ikindi üstleri Ragıp Tüzün Caddesi’nde piyasa yapmıyorsanız gerçek Yenimahalleli değilsiniz demekti. Vardar Pastanesi’nden alınan kornet külahtaki dondurmalarla bir aşağı, bir yukarı yürür, kimi zaman Sipahi Kitabevi’ne girip muhteşem bir Almancamız varmış da o dergileri okumadan kendimizi eksik hissediyormuş gibi Bravo dergilerini karıştırırdık. Sipariş alışverişler cadde üstündeki Gima’dan yapılır, yarım kilo kıyma için Et-Balık Kurumu kuyruğunda beklerken annelerimize söylenilir, Çınar Fırını’nın mis kokulu ekmeklerinin eve giden yolda tadına bakılırdı.


Çınar Fırını

Böyle böyle adım attık çocukluktan genç kızlığa giden yola leylak kokulu Yenimahalle sokaklarında. Ders kitaplarımızın arasında Hey Dergisi, ekranlarda “Komiser Colombo”, kalbimizde İlhan İrem, dilimizde “Goodbye My Love, Goodbye”la Yenimahalle’den Yenişehir’e yelken açtık…

 

Yenişehir’deki ev için bakınız: “Yenişehir’de Günün Muhtelif Vakti

(Fotoğraflar: Nurşen Güllüoğlu)