dilek


Çayırhan Kuş Cenneti (Can Mengilibörü)

O ve okült zevkleri*

Ayşe Gültekingil

“Ben ve okült zevklerim…” bütün gün bu kelimeler çınladı beynimde. Dilek Kumcu ve okült zevkleri. Ben ve hiç de okült olmayan zevklerim. Sanırım bu yüzden Dilek gitti ben kaldım, zira bu okült olmayan zevkleri dahi artık kaldıramayan bayağı dünyaya bir dakika daha tahammül edemezdi bence.

Ankara’nın hiç de kendini sevdirmeyen boğucu erken sıcağında bir gün. Uykudan neyle uyanacağımız az çok belli. İnsan inanamıyor yine de işte. Gözünü kapadığın andan açtığın ana kadar ruhun kocaman eksilmiş. Hastane-Karşıyaka-Hastane-Karşıyaka. Manasız bir boşluk. Hiçbir şey zevkli olmadığı gibi okült de değil. Dalgalarla hareket eden kocaman insan yığınları, gürültü, herkes kendi yakınının peşinde kördüğüm. Bizim halimiz de içler acısı, yararsız hareketler dizisi. Oysa ki onunla vedalaşırken kemanlar çalmalı, kuşlar uçmalıydı. Yerin dibine geçmeli, iyi ki Dilek görmüyor bu olanları, görse kesin paralardı bizi. Artık Dilek’in bakışına maruz kalmayacak olmanın dayanılmaz hafifliği, dilediğimizce saçmalayabiliriz nihayet. Yine de dikkat etmek lazım bulur o bir yolunu, saçmalığın boyutuna bağlı olarak şimşek bile düşürür tepemize. Dilek bu, ayarlar.

Şanslıydım ulunenem yüzüme bakmış bu kısacık ömürde Dilek Kumcu’yu tanıyabilmiştim, ama bir o kadar da şanssız, çünkü yollarımız paralel gitmiş olsa da bizi daha erken buluşturmamıştı. Gerçekten tanıştığımız gün, yine o Ankara’nın yamultucu sıcaklarından bir gündü, otuzlu yaşlarındaydı, ben bir süre otuzlu yaşlarında bir kistik fibrozis hastası ile aynı masada sohbet edip bira içtiğim gerçeğine kendimi inandırmaya çalışmıştım. Neyse ki bu süre toplasan yarım saat sürmüş, ilişkimizin kalan kısmında o otuz yaşlarında bir kistik fibrozis hastası olmaktan çıkıp varlığının tüm ışıl ışıl özellikleri ile Dilek Kumcu olarak var olmayı dikte etmişti. Zaten o gecenin sonuna doğru sevgilimle Dilek’in yelpazesinin arkasında ilk defa öpüşmemizle birlikte takip eden zamanda kimin kimi daha çok sevdiği üçlü ilişkimizdeki esas sorun haline gelmişti. Nikahtan sonra, boşanma durumunda Dilek’in hangimizin avukatı olması gerektiğini asla bağlayamadığımız için sevgilimle hala birlikteyiz, anlaşılan artık boşanamayacağımız için, bir ömür boyu.

Kistik fibrozis hayatının önemli bir parçası olsa da bence hiçbir zaman ele geçiremedi aslında Dilek’i. Tuhaf bir karışımdı, Dilek ne hastalıkla var oldu, ne hastalıksız. Zorlandığı anlarda aranmak isterdi, her canlı gibi, hatta atlayıp da aramadığımız için defaen hepimizi arkadaşlıktan çıkarmayı düşündüğünü belirtti. Neyse ki eli gitmedi, kıyamadı bizim gibi unutkan savruk ölümlülere. Bir taraftan da ne zaman ziyarete gitsek bambaşka gündemlerle çıktık yanından, evine son ziyarete gittiğimizde (“kolorna” belasından önce) konuyu yine döndürüp boşanma süreçlerinden kızımın aslında ne kadar etkilenmiş olabileceğine getirmiş, kendimi sorgulatmış, elime kitap tutuşturup yollamıştı. Bazen o kadar unuttuk ki hastalığını, Nallıhan gezisinde Çayırhan Termik Santralinde bir kömür tozu bulutunun içinde duracak kadar saçmalayabildik. Sonra uzun uzun göç eden kuşlara baktık hep birlikte. Ben aralarına karışabilmek istemiştim, Dilek’in bizimle (ve sizinle) paylaşacağı çok daha ince ve nitelikli hayalleri vardı tabi ki.



Dilek (Yasemin Keser)

Zaman az da olsa anlatacak o kadar çok şey var ki, zihnimde birbirini kovalıyor. Evden çıkamadığı halde solunum ilaçlarından aşureye içinde her şey olan10 kiloluk dev bir COVID yardım paketini yerine ulaştırması, gecenin birinde nereden aklına geldiğini asla anlayamadığım söyleşi önerileri, Yasemin’in ağaçtan düşmesinin normal olduğuna hepimizi ikna edişi, yıllarca anlatacağım küçük Dilek mucizeleri…

Dün bir ortak arkadaşımla konuştuk, sevildiğini biliyordu dedi ve sonra ekledi: “O sevilmesin de kim sevilsin?” Tanışıp da etkilenmemek, hayran olmamak mümkün değildi, ışıl ışıl gözlerinden, pasparlak zekasından ve en çok da saf dürüstlüğünden sanırım. Küçücük bir yaşanmışlık payı düştü bana da, çok şanslıyım. Ve umarım benim gibi kalan tüm ölümlüler de bunu düşünürler: Dilek Kumcu hayatımıza değdi, çok ama çok şanslıyız.
Dilek senin okült zevklerine yaraşır bişiler saçmalayabildim diye umuyorum, yapış yapış duygusallaşıp senin canını sıkmadan. Eğer beğendiysen, tamam olmuş dersen, biraz daha gidip kuşları, yaprakları seyredeceğim ve seni tekrar görebileceğim güne kadar senin ince zevklerine, insanlığına ve arkadaşlığına yaraşır şekilde yaşamaya çalışacağım.

Ama duygusallık hakkımı en sonunda kullanmak istiyorum, senin için yeterince okült olmasa da şiir sevgine sığınarak. Bu, benden sana, senin için:

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar
Evler çocuklar mezarlar çizerek dünyaya
Yitenler olduğu görülüyor bir türküyü açtılar mı
Bakıp kapatıyorlar
Geceye giriyor türküler ve ince şeyler

Memelerinde biraz irin, biraz balık ve biraz gözyaşı
Bir dev oluyorsun deniz deniz deniz
sisin dere ağızlarından sokulup akşamları
Fındıklarımızı basıyor
Neyleriz kararan tomurcukları
Çocuklarımıza yalvarıyoruz: Aç durun biraz
Tecimenlere yalvarıyoruz:
Bir “Hotel” bir gizli evlenme az çiziniz
Bir banka az çiziniz bir yalvarma
Bizden size ve sizden dışardakilere

Karılarımızı yolluyoruz tırnaklarını kesmeye ve demeye
-Evet efendim-
Çocuklarımızı yolluyoruz dilenmeye
Bizler gidiyoruz yatağımız tanrıya emanet
Yazların motorlu çingeneleri

Ah, kimselerin vakti yok
Durup ince şeyleri anlamaya

Baba evleri, ilk kez girilen ırmağa dönüş
Toprağa tutku, kendinden dolayı
Kulaklarımızı tıkıyoruz: Para para para
Kulaklarımızı açıyoruz: Kavga kavga kavga
Sorar belki biri: Kavga ama neden kavga
Komşumuza sonsuz balta, karımıza yumruklar içinde
Bilmiyoruz neden kavga.

Sonra kasabanın cezaevinde
Silgimizi göz önüne yerleştiriyoruz
Günlerimiz iterek genişletiyoruz
Yer açıyoruz karılarımızı düşünmeye
Bizsiz geçen menevşeyi düşünmeye

Durup ince şeyleri anlatmaya
Kimselerin vakti olmasa da
Okulların kadın öğretmencikleri
Tatil günlerini çoğaltsalar da
Kutsal nemiz varsa onun adına
Gözlerimiz için bağlar dokusalar da
Birikimler ve çizgiler gitgide gitgide
Açmaya ilkyaz çiçekleri

Bir gün birileri öte geçelerden
Islık çalar yanıt veririz

(Gülten Akın)

*Bu yazı Dilekimin son yazısı ile konuşarak yazılmıştır, esas yazı odur, bu ise sadece bir taklitçidir.


Bekarlığa veda (Özgür Ceren Can)

Şansımız bonkör

Gülşah Aykaç

Ankara’yı seven, Ankara’yı birlikte yeniden üreten, birbirine benzemeyen geçmiş öykülerden, yaşlardan, kimliklerden, farklı farklı erdemlere sahip insanlarla birlikte üretme şansına sahip oldum. Hocamsız, abisiz, ablasız, başka bir deyişle hiyerarşisiz bir iletişimi mümkün kılan insanlar… İstersen durabileceğin, istersen yazabileceğin, istersen gidip geri gelebileceğin bir dostça üretim ortamı…

Dilek’le temasımız en çok bu ortamın -artık düz bir ekrandan ötesi olan- yazışma evreninde gerçekleşti…

Bugün hala, ona yazdığım ve okumadığı mesaja cevap verebileceği sanrısına kapılacak kadar az düşündüm gideceğini… Yazısının ses tonunda ve yazısına iliştirdiği müziklerin tınısında var oldu Dilek. Sakinleştirici, sarsıp kendine getirici, sevinç veren, yaşamaya dönük.

2018 yılında bir taciz vakasının açığa çıktığı toplanmalarımızın birinde, cümleleri kuruş biçiminden kelimelerinin netliğine hayran kaldığım bir şekilde başımıza gelen sistematik kötülükle hangi yollar üzerinden mücadele edebileceğimizi anlatmıştı.

O güne kadar yaşadığım çeşitli benzeri taciz durumları, deneyimlediğim ama bende ancak tuhaf bir his ve boyun ağrısı olarak kalmış olan anların toplamından ibaretti. O gün ilk kez bir taciz vakası üzerine sesli konuşuyordum ve çıkan sesleri dinliyordum. Yöntem aramakla, az konuşulanları konuşmaya çalışmakla, çelişkilerle, kafa karışıklıkları, şaşkınlık ve üzüntüyle dolu o süreçte Dilek’in varlığı diğer kadınlarla birlikte üzerime dökülen bir nehirdi. Su direnç verdi, enerjimi tazeledi, yol gösterdi, iç görümü diriltti. Dilek’in hepimiz içindeki o güçlü duruşunu unutmak bir yana, öyle hissediyorum ki yaşamımda sık sık dönüp onun o gün tanık olduğum gücünü ziyaret edeceğim.

Bu besbelli… Dilek ‘geride kalan hayatta’ bazı anlarda sık sık ve tüm yoğunluğuyla var olacak.

‘Kaderimiz nankör, şansımız bonkör’ yazmış az temaslarımızdan birindeki bir fotoğraf altına.

Geçmişle gelecek arasındaki bir yanılsamadan ibaret olan ve şimdiki zamana tek hayrı matrak laflar etmeye yarayan kaderimize bir söz yolluyorum şimdi içimden… (Sevgili okuyucu, siz de aynını yaptınız tahmin ederim.)

Kader nankör nankör ama benim de Ayşe gibi şansımı bonkörleştiren şey Dilek’le kısacık da olsa tanışmış olmak.


Çayırhan Kuş Cenneti (Can Mengilibörü)

İz

Zeynep Alica

Önceki Cuma Dilek’e veda ettik. Sanırım ve ne yazık ki Dilek’le zihnimde ve kalbimde gerçekleşen esas buluşmam bu vedaya gidişin hızlandığı birkaç güne denk geliyor. Aklımda sürekli “bir insan ömrünü neye vermeli?” sorusu dönüp duruyor gün içinde. Bir takım şeyler konuşurken ya da daha çok grup içi yazışmalarda bir dolu konuya ama özellikle Tanju’yla atışmaya dair inanılmaz yaratıcılığı ve keskin zekasını süzüveren laf sokmaları. Dilek deyince aklıma bunlar geliyor-du. Şu birkaç gündeyse yapıp yazdıklarını okudukça insanın potansiyeline kavuşma, dünyayı değiştirme iradesi geliyor artık. İnce bir sınır çizgisi ve o çizgide yaşama olağanüstü bir saygı, tutku ile bakan bir genç kadın. Hem de o kadının kalbinde ve zihninde ölümün kıyıcıkta beklemekte olduğunu bilen bir bilgelik kesişmiş. Onu tanımış olma şansına erişmiş bizlere de işte bu çizgiden durup bakıyordu Dilek’imiz. Bu dünyadan, hayatlarımızdan, zıtlardan bir Dilek geçti ve orada kendine has, keskin kara gözlü ve doğum günü gibi karmakarışık hislerle gelen bir yer açtı sabit. Hıdırellez gibi. Hem bir derin acı ama aynı zamanda yeni güne, yeni zamana, yeni başka bir şeye dair kararlı bir umut izi.



Nikah, Kurtuluş Parkı

“Dilek Kumcu last seen May 22, 2021”

Betül Mahmure Onaran

Şimdi elimde bu bilgi var. Bir bu bilgi kaldı gibi. Bu tuhaf kayıt. Okyanustaki plastik gibi mi yoksa Stonehenge’deki dev taş anıtları gibi mi direnecek zamana bu bilgi, bilmiyorum. Bu satırları yazarken, Telegram’da son konuştuklarım sırasında 10. sırada siyah beyaz bir fotoğraf. Fotoğrafta güneş gözlüklü ve maskeli bir Dilek.

Dijital olmayan bir anın dijital bir kaydında ise, toplu bir fotoğrafta sağında poz vermişim mutlu bir günde kameraya.

Dilek’i ilk Tanju ve Itır’ın evinde, arka bahçedeki bir toplantıda gördüm galiba. Belki başka bir toplantıda tanışmışızdır. Deli ve avukat kimlikleri ile tanıtılmıştı. Ben de başta biraz çekinerek ve biraz da hayranlıkla gözlemlemiştim; uzaktan tanıyordum aslında, yazdığı mailleri okumuştum.

Beni meslektaşı olarak kabul edip onurlandırırdı konu açılınca. Kabul edebileceğim bir şey değildi, teknik olarak doğru olsa da. Çok da ciddi olmazdı zaten. Çocukluk arkadaşlarımla yakaladığımız şaka hızını ve frekansını, Dilek’in parçası olduğu her konuşmada hissederdim. Meğersem eskiden beri arkadaşmışmışız. Aslında yıllar önce tanışmışmışız. Sonra kafamıza bir şey düşmüşmüş. Unutmuşuz. Sonra bulmuşuz birbirimizi. Paralel bir evrende birlikte avukatlık mı yapıyormuşuz?

Şimdi İtalya’dayım ben, vakitsiz bir üniversite serüveni için diyebiliriz. Ben İtalya’dayken yazıştıklarımızın bir bölümü eski numaram ile kaybolmuş, elimde olanları tekrar tekrar okudum. Şimdi İtalya’dayım diye İtalya’daki günlerinden bahsetmişti. Belki ben buradayken de gelir diye hayal kurmuştum. Birlikte kurmuştuk, çünkü ikimiz de Sicilya’ya hiç gitmemişiz. Gerçi şu da var:

bmo: Of keşke 2021 senin İtalya’ya gelmene izin veren bi yıl olsa.
dilek: Ben çok gittim ona, o bana gelsin ahsjsjak.

Ben çok gezdim İtalya’yı deyip anlatmıştı. “Amalfi kıyılarını 300 insanın üst üste olduğu halk otobüsleri ile gezdim ben taaam mı” demişti sanki ben “yok arkadaş inanmıyorum senin İtalya’ya gittiğine” demişim gibi. Sonra, “Beyoğlu neyse Napoli o” demişti. Absürt havaalanı maceralarını anlatmıştı. Sonra İtalya’da tuhaf yerlere gittiğini de söylemişti, mesela: Fano. Bunu konuşurken doğal olarak hiç duymadığım bu yeri Google’lamıştım. İtalya’yı bilenlerin “Ne alaka? 2 hafta Fano’da ne yapılır??” diye şok olduklarını anlatmıştı. Gezebileceği her yeri gezmiş orada müsait bir ev olunca. Deli işte. Burada bir Türkiye karşılaştırması yapmamıştı; bir İtalyanın 2 hafta Bilecik’te gezmesi gibi midir acaba? Fano, Amalfi kıyıları, Napoli, Venedik, Roma ve benim bilmediğim başka başka şehirler… İtalya böyle şanslı bir memleket işte. Dilek gezmiş 6 defa…

Elimdeki bu tuhaf kayıtlarla ne yapacağımı bilmiyorum. Kendisi gitmiş ama sticker, emoji,harf gibi mektuplarını bırakmış gibi. İncecik, keskin, her an oynanacak bir oyuna evet diyecekmiş gibi, sağlam, komik, güven duygusu… Herhalde bunları düşüneceğim. Şanslı hissedeceğim bana az gelen bu paylaşımlarımız için.

Ve artık boşanma protokolümü yazacak biri olmadığı için muhtemelen evlenmeyeceğim (sözü vardı).

Bir de ilk fırsatta İtalyanların dahi varlığından haberdar olmadığı Fano’ya gidip Dilek’in geçtiğine inandığım bir sokak bulacağım, bir duvara küçücük yazarım belki “Dilek Kumcu bu sokakları çok sevmişti” diye.


Bekarlığa veda

Dilek Korkusu

Özgür Ceren Can

“Kadın kadının kurdu mudur, yurdu mudur Dilek?”
“Kadın kadına korkudur Ceren.”

Kuş kadın; özgür, hafif ve gagasıyla didiklemeden hayatın peşini bırakmayan kadın: Dilek Kumcu. Uçurumun kenarından dünyayı usulca seyreden bir gezgin, gördüğü tüm adaletsizlikleri bir çırpıda avlayan bir avcı, ılık ve berrak derelere ayak basar gibi aşka düşen bir av. Yakındakilere uzak, uzaktakilere yakın olmayı başarabilen bir nefes. Gitmiş. Öyleyse başımızın çaresine bakma vaktimiz gelmiştir. Bakacağız.

İnsanı insan yapan korkudur der Yaşar Kemal. Dilek, Yaşar Kemal okumuş mudur? Bilmiyorum, hiç kitaplardan konuşmadık. Aynı yolun yolcusu insanların rastlaşması, hiç adres konuşmadan, ortak jestlerle birlikte yürümesi, birbirine ayak uydurması gibiydi bizim ilişkimiz. Soluk soluğa çıkılan yokuşlarda durup kesik kesik edilen hoşbeşti birbirimizden anladığımız. Kuş gibi omuzuma konan bilgece cümleler, insanı karın boşluğundan kavrayan kıvrak bir mizah anlayışı ve kim olduğumu hatırlatan tehditkâr bir şeffaflık…

Düştüğümde koşup gelen, başımın üstünde daireler çizerek uçan bir… Hayır, öyle zamanlarda kuş olmaz bir ejderhaya dönüşürdü Dilek. Alevleri yaramızı yakardı. “Bu böyledir. Bu da böyledir Ceren. Bunlara dayanacaksın.” Bir zümrüdü anka kuşunun gözyaşları gibi şifalı olan ise pes etmeyen ama vakti gelince vazgeçmeyi, yeni bir yola düşmeyi de bilen o kabul becerisiydi. Adaletsizlikleri tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne koyuşunda bunu hem idrak etmemizi hem de sindirmemizi kolaylaştıran bir sakinlik vardı. Buraya o kadar da ait olmamanın senedini daha küçücük bir çocukken imzalamış olmaktan mı yoksa özlem duyduklarına kavuşamamakla yunmuş hasret gözenekleri açılmış olduğundan mı bilemiyorum. Hiç olmadığını bizden çok evvel bildiği adaleti aramakla vakit kaybetmemizden korkardı; bizi de onu birlikte inşa edememekten korkmaya çağırırdı. “Bu böyle olmayabilir. Bu da böyle değildir belki Ceren. Gözünü dört açacaksın.” Ne kurdum ne yurdum oldu Dilek. Bir haksızlığa dur diyememekten, bir duyguyu anlayamamaktan, bir hamleyi tam da zamanında yapamamaktan, bir güzelliği görememekten ve bir keyfi ıskalamaktan korkum oldu hep… Buradaydık. O zaman hakkını verecektik birlikte.

Elini elimize değdirmeden içimizden geçen Dilek, hayır hayatın peşinden koşmadı. Ona minnet etmekten hep korktu; ona meydan okudu:

“Ey hayat, bak buradan nasıl mağrur geçtim; adaletsizliklerine rağmen, korkularıma rağmen, ihanetlere rağmen. Bak nasıl güzel, su gibi berrak, kuş gibi hafif öldüm.

Hayat kork benden, seni yendim.”


Zıtlar Zoom toplantısı


O gün senin de katıldığın (sanırım tamamlayamadığın) toplantıdan beri düşünüp dururum. “Bir solunum cihazı ne işe yarar?” diye. Hayata mı bağlar insanı? Belki, bazen… Evet nefes aldırıp verdirir ama…
Sen o gün o solunum cihazıyla toplantıya bağlandığın gün aslında yaşama nasıl bağlanılabileceğini de göstermiştin bana. (Sanırım hepimize)
Çok yaşa!…
(Fahri Aksırt)

Ne zaman tanıştığımı hatırlamıyorum ama sanki seni hep tanıyordum;
direngenliğinden.
(Buse Kaynarkaya)

O noktürnal bir kadındı, kendi deyişi ile “gündüzleri başkaları için geceleri kendi için ya da geceleri yaşamak için gündüzleri çalışıyor denilebilir”.
(Hülya Demirdirek)


Hacettepe Bahçe (Uğur Kumcu)

 

Yağmur’dan Yağmur’a Hıdırellez bir güzele

Tanju Gündüzalp

Flu ve yağmurun çiselediği bir gün… (İnsan Hakları) Anıt’ın yanındaki simitçinin üst katı… biz gevezeleri susturacak enerjide genç bir silüet… akılcı bir güçle konuşuyor, anlatıyor, yorumluyor, izliyor.

Yağmur yağıyor… Hacettepe’nin bahçesi… Ağaçlara bakıyorum… Yukarıda kendisi… Oksijenle, bilmem kaçıncı denenen antibiyotikle(rle)… daha yeni gelmiş ilacıyla… mücadele ediyor bitmek bilmez gücüyle… o gücünü, yaşam enerjisini bahçeye kadar hissettiriyor.

İki yağmur arası 19 yıla sıkışmış, bir yüzyıllık içe dokunuş.
… öyle bir şey işte. Anlatamayacağım, yaşadık olabildiğince. Bilgi, duygu ve gerçeği, insanın her halini içine katarak yaşadık, yaşattı bizlere.

Biriktirdiklerinle, öğrettiklerinle ve mutlaka azarlamalarınla her Hıdırellez’imiz sensin artık ve
hep seninle…


İnözü Vadisi, Cevizlibağ (Ayşe Gültekingil)